(Daha önce sorulmamış veyâ sorulduğu bilinmeyen sualler sormak ne hoş...)
“Yâhu,” diyeceksiniz, “TDK’nın sevgilisi de mi varmış!”
Niçin olmasın, onun başı kel mi?
Peki, kim bu mâşuk?
Kim olacak, 1932’de îlân-ı aşk ettiği Türkçe...
Profil resmine veyâ dış görünüşüne bakacak olursak böyle.
Ama bu TDK, acabâ, Türkçeyi gerçek seviyor mu?
(Böyle şeyleri sormak ise hoş değil, nâhoş...)
***
Evet, ilk bakışta TDK’nın profil resminde görünen bu...
Fakat ilk bakış çoğu zaman aldatırmış.
TDK’nın resimde ve resmiyette görülen manzarası da bizi yanıltmasın!
Şimdi TDK’nın profiline dikkatle ve derinlemesine bakalım.
1932’de “Türk Dili Tedkik Cemiyeti (TDTC)” adıyla kurulan, 1934 yılında isim değiştirip “Türk Dili Araştırma Kurumu (TDAK)” olan ve 1936’da levhası tekrar indirilip “Türk Dil Kurumu (TDK)” yapılan müessese niye kurulmuştu?
“Türk dilinin öz güzelliğini ve zenginliğini meydana çıkarmak, onu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek” için...
***
Kendilerini ve yaptıklarını millete anlatırken hep bu minvalde konuşup yazdılar.
Biz de TDK’nın bu tatlı sözlerine, gıcırtılı kelâmlarına kandık, fenâ hâlde aldandık...
Böyle parlak vaatlerle aklımızı çeldiler.
Hepimiz târih hakkında dolduruşa, geleceğe dâir uyduruşa geldik.
1932’den bugüne Türkçe hurâfeleri dinleye dinleye geldik.
Şu anki TDK Reîsi bile diyor ki:
“İnanarak söylüyorum ki Türkçe şu anda târihinin en güzel günlerini yaşıyor...”
1932’den beri böyle düşünüyoruz.
Daha doğrusu, böyle düşündürülüyoruz.
Çünkü hep öyle yetiştirildik, o biçim düşündürüldük.
(O biçim düşündürülürsünüz böyle işte! Unutmayın: Bir düşünmek var, bir de düşündürülmek...)
***
TDK'nın, sevgilisi (!) olan Türkçeye revâ gördüğü muâmeleleri ilim, mantık ve insaf ölçülerine vurunca irkiliyoruz:
Sevgiliye böyle davranılır mı, bunlar yapılır mı?
Mâdemki Türkçe senin sevgilindi, onun binlerce kelimesine nasıl kıydın?
Türkçenin güzelim dallarını, yapraklarını niçin kırdın?
Gövdesine, hattâ köküne nasıl da acımadan balta vurdun?..
“Sevgili”nin asırlardır derleyip derleyip, mühürleyip mühürleyip hazînesine kattığı binlerce kelimeyi niye lügatine almadın?..
Demek ki sen sevgiline âit şeylerin en az yarısını kabûl etmedin, sevmedin.
“Dil hânesi”nden onları kovdun be arkadaş!..
Bu nasıl sevmek?..
***
Sevgilini beğenmiyor muydun?
O hâlde niçin sevdin?
“Yarısını sevdim; fakat diğer yarısını sevmedim...”
Sevsinler senin sevgini!..
***
Hâlid Ziya Uşaklıgil’in şu sözlerini iyi oku da Türkçe sevgisinin gerçeği neymiş, öğren:
“Ben Türkçenin ezelî bir âşıkıyım. Hepimiz öyle değil miyiz? Türkçeyi muhtelif devirlerinde, muhtelif libaslarla, muhtelif şekillerde gördüm ve sevgilimi o şekiller, o libaslar altında kendi cevherinde sevdim...”
***
“Ben eski Bâbıâlî kâtiplerinden işittiğim süslü dili sevdiğim gibi, Aksaray’da karpuz sergisinde müşteri ayartmak için çığırtkanlık eden Türk delikanlısının türlü zarâfetlerle dolu olan Türkçesini de sevdim.
Ben dîvân edebiyâtının gazelleriyle mest oldum. Fakat sevgili İzmir’imin, ismini yâd ettikçe ciğerimi sızlatan sevgili İzmir’in İkiçeşmelik kızının incir işlediği esnâda okuduğu Türkçe şarkıya da mest oldum...”
***
“Başında hotozu, belinde kuşağı, sedef kakılı sediri üzerinde uzanmış yâhut Sa’dâbâd’da, Göksu’da seyrâna çıkmış hâliyle gördüm, yine sevdim.
Fakat tabiatta her şey tekâmülden, inkılâptan ibâretse, bâzan tekâmül, bâzan inkılâp devirden devire geçtiği gibi her devrin zevki de birbirinin aynı olmaz. Ben son devrin, İpekiş’in kelebek kanadı kadar ince, zarif, dört metrelik kumaşı ile giyinmiş, başında küçücük beresiyle bir rüzgâr gibi kaldırımlar üzerinde seke seke giden ve rüzgâr mı onu götürüyor, o mu rüzgârı götürüyor, diye insanı şüpheye düşüren hâliyle de Türkçeyi gördüm ve sevdim...”
***
Türkçe sevgisi işte böyle olur...
Sevgilinin sevdiklerini de sevecektin...
Onun benimsediği, kendinden saydığı bütün sözleri sen de benimseyip sevecektin...
Sense tam aksini yaptın.
Sevgilinin (!) diğer dillerden (Çince, Moğolca, Soğdca, Yunanca, Latince, Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca...) aldığı binlerce kelimeyi hoş gördün.
Ama onun Arapçada ve Farsçada görüp sevdiği, koynuna aldığı, kendine mâl ettiği kelimelerden nefret ettin...
O gövdenin zengin terkîbine karışan, varlık sırrına erişen, kökleriyle birleşen Arapça / Farsça uzuv ve unsurları kerpetenle, cımbızla lif lif kopardın. Bu derecelere varan bir nefretin yanında hangi sevgiden dem vuruyorsun?
"Bu ne sevgi, âh, bu ne ızdırâb!"
***
Yoksa senin asıl sevgilin Türkçe değil de Avrupalı kelimeler miydi?
Tavırlarından şüpheye düştük, doğrusu...
İlk bakışta fark edilmeyen ve ancak dikkatle incelendiğinde ortaya çıkan birçok delil var...
1. Türkçeye “yabancı” gördüğün kelimeleri tasfiye için hazırlayıp çıkardığın ilk kitabına niçin “Yabancı Dillerden Türkçeye Cep Kılavuzu” adını değil de “Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu” ismini verdin? Senin "yabancı" sıkıntın "Osmanlıca" dediğin kelimelerden mi ibâretti, ha? Bunun cevâbını eveleyip gevelemeden vermelisin: 1930’lardan 1970’lere kadar niçin yalnızca Arapça-Farsça kelimeleri yabancı saydın?
2. Yunus’un, Karacaoğlan’ın, Pir Sultan Abdal’ın sevip şiirler yazdığı kelimeleri bile “Arapça, Farsça, Osmanlıca, yabancı kelime” olarak yaftaladın; buna karşılık Yunanca-Latince-Fransızca asıllı yüzlerce kelimeyi “öz Türkçe” diye markaladın ve arkaladın.
***
Böyle sevgi olur mu?..
Sevsinler!..