Medine döneminde İslâm ümmetinin gerçekleşmesi sürecinde Resûlullah asla kuvvet sâikiyle hareket etmemiş, aksine, derin bir tevazu ile en büyük askerî ve siyasî başarılarını da Allah sayesinde elde ettiğini söylemiştir. Hareket tarzında hiçbir değişiklik olmamış, görev anlayışı eskisi gibi kalmıştır.
Diğer bazı müellifler, Medine dönemindeki şartlar ve zaruretlerin Hz. Peygamber’in kuvvet kullanmasını gerekli kıldığını, onun barışçı bir misyonu icra ederken kendi hemşehrilerinin haksızlığına mâruz kaldığı için bağımsız bir toplum kurmayı tercih ettiğini ve kendini savunma durumunda kaldığını belirtirler. Birçok Batılı yazar da Hz. Muhammed’in peygamber olma özelliğinin her zaman beşerî faaliyetlerine baskın geldiğini, devlet adamlığı vasfının ikinci planda kaldığını söylemekte, onu bu rolünden soyutlayarak sadece başarılı bir devlet adamı olarak gösteren veya Mekke ve Medine dönemlerinde iki farklı şahsiyet portresi çizdiğini ileri süren bakış açısının yanlış olduğunu belirtmektedir.
Mekke dönemi tecrübesiyle, gerek İslâm’ın evrensel boyutta tebliği gerekse müslümanların barış ve güvenlik içinde yaşama imkânına kavuşması için siyasî hâkimiyetin büyük önem taşıdığı açık bir şekilde ortaya çıkmıştı. Hicret öncesinde Akabe mevkiinde tamamen dinî etkenlerle Resûl-i Ekrem’e biat eden Medineli Evs ve Hazrec kabileleri mensuplarının, merkezî otoriteden mahrum olan Medine’de düzen ve barışın sağlanması için Hz. Peygamber’in hicretinden çok şey umdukları bilinmektedir.
Resûlullah, İkinci Akabe Biatı’nda göç edeceği şehirde şahsî otoritesinin tanınmasını kesin şekilde istemiş ve bu kabul edilmişti. Medine’ye hicretin bu sosyopolitik hedefi şu âyette de fark edilmektedir: “Ve şöyle de: Rabbim! Gireceğim yere doğrulukla girmemi sağla; çıkacağım yerden de beni doğrulukla çıkar ve tarafından bana hakkıyla yardım edici bir iktidar ver 17/80”.
Medine’de Arap kabileleri arasında sürüp giden düşmanlık ortamı geleneksel kabile kurallarıyla değil ancak üstün bir otorite ile bertaraf edilebilirdi.
Nitekim iki Arap kabilesinin (Evs ve Hazrec) İslâmiyet’i ve dolayısıyla Hz. Peygamber’in otoritesini kabulüyle bu konuda ilk olumlu adım atılmış oldu. Buna karşılık Benî Kaynukâ, Benî Nadîr ve Benî Kurayza gibi kabilelerden meydana gelen yahudi zümresi ve münafıkların temsil ettiği pasif direniş yeni siyasî oluşumun önünde önemli bir engeldi. Medine vesikasıyla yeni siyasî birliğe katılacakları umulan yahudi toplulukları buna yanaşmayıp müslümanların dinî birliği için bir tehlike oluşturdukları kısa zamanda anlaşılınca Medine’den uzaklaştırıldı. Münafıklar ise görünüşte Hz. Peygamber’in otoritesini benimseyip toplum için hayatî bir tehlike arz etmediklerinden varlıklarını sürdürdüler.
Hicretle birlikte teşekkül eden şartlar çerçevesinde Hz. Peygamber’in kuruluş halindeki bir devletin başkanı olma özelliği ön plana çıkmaya, kendisinin dinî rehberliği yanında siyasî liderliği önem kazanmaya başladı. Medine vesikasında müslümanlar sadece diğerlerinden ayrı bir grup olarak anılmakla birlikte belgenin Resûl-i Ekrem tarafından düzenlendiğinin belirtilmesi, sözleşmenin asıl taraflarının müslümanlar olması, kendisinin peygamber sıfatıyla anılması ve anlaşmazlıkların kendisine getirilmesinin hükme bağlanması, onun daha baştan itibaren yönetimde inisiyatifi ele aldığını, vesikada statüsü üzerinde ayrıntılı biçimde durulmasa da Hz. Peygamber’in devlet başkanı olarak öne çıktığını göstermektedir.
Daha sonraki gelişmelerle de kendisinin siyasî önderliği tartışmasız hale gelmiş, vefatına bir iki yıl kala Arabistan’daki kabilelerin büyük kısmı İslâmiyet’i kabul etmiş, çevredeki bazı Arap, yahudi ve hıristiyan toplulukları ile antlaşmalar yapılmış ve onun yönetiminde geniş bir siyasî birlik oluşmuştur. Resûl-i Ekrem’in liderliğinde Arap yarımadasındaki siyasî yapı çeyrek asır içinde değişmiş, kabileler şeklinde yaşayan Araplar onun sayesinde ilk defa birleşip bir millet haline gelmiştir. Hz. Peygamber’in asırlarca yaşayan büyük bir devletin temelini atmış, Araplar’ın dünya tarihinde olumlu bir inisiyatif sahibi olabilmeleri ancak onun misyonu sayesinde gerçekleşebilmiştir.
Resûlullah, ahlâk ve adalet bakımından bir çürüme içinde bulunan Arap toplumunda hâkim dinî ve içtimaî telakki ve kurumlara karşı büyük bir mücadele başlattı, yeni bir ahlâkî ve sosyal düzen kurmaya çalıştı. Kabile düşmanlıklarını, sosyal adaletsizlikleri ve doğuştan var olduğu kabul edilen üstünlük kavramını ortadan kaldırdı; fertleri birbirinden ayıran engelleri yıkıp kardeşlik, dayanışma ve sevgi esasına dayanan bir toplum meydana getirdi. Kız çocuklarının öldürülmesini ve kadınlara kötü muamele yapılmasını önledi. Kadına karşılıklı hak ve sorumluluklar çerçevesinde hayatı erkekle paylaşan bir konum kazandırdı. Köleliğin tedrîcî bir şekilde ortadan kalkması için gerekli tedbirleri aldı.
Hicretin 10. yılında (631) bütün Arabistan’ın İslâm hâkimiyetine girmesi üzerine Hz. Peygamber çeşitli bölgelerin yönetimi için genellikle kendi kabilelerinden seçkin kimseleri görevlendirdi. Yönetim, yargı ve vergi tahsili vazifelerine tayin edilen kırk altı kişinin adı zikredilmektedir. Vali olarak otuz iki kişi, merkezî âmil (vergi toplayan memur) sıfatıyla otuz dokuz ve mahallî âmil olarak yirmi sekiz kişi ve görev yerleri bilinmektedir. Resûlullah, Medine dışına çıktığında yerine bir sahâbîyi vekil bırakırdı. Kaynaklarda onun on yedi vekilinin adı zikredilir.
Hz. Peygamber’in görev verdiği kimselerle ilgili ölçüsü liyakat ve ehliyetti. Bunlardan yetenekli çıkmayanları geri çağırır ve daha liyakatlisini gönderirdi. Ebû Zer el-Gıfârî ve amcası Abbas’in bir görev talebini, sorumluluğunu taşıyamayacaklarını belirterek geri çevirdiği kaydedilmektedir. Esasen ashabı bizzat görev istemekten sakındırmış ve bir işe talip olanlara görev vermeyeceğini ifade etmişti. Yönetimde soyluluk ve zenginlik gibi hususları değil ehliyeti esas almış, herkese kabiliyeti çerçevesinde fırsat eşitliği tanımıştı. Bu sebeple ehil olan genç sahâbîlerin önemli görevlere getirildiği görülür.
Amr b. Hazm, Necran’a vali tayin edildiğinde on yedi yaşında idi. Mekke’nin fethi sırasında müslüman olan Attâb b. Esîd’in bu şehrin valiliğine getirildiğinde yirmi yaşlarında olduğu kaydedilir. Hz. Ali’yi Yemen’e kadı olarak gönderdiği zaman Ali daha genç yaşta olduğunu ve tecrübesi bulunmadığını söyleyince Resûlullah ona dua ederek ve bazı tavsiyelerde bulunarak başarılı olacağını bildirmişti. İbnü’l-Cevzî, Hz. Peygamber’in vefatından az önce göndereceği, içinde büyük sahâbîlerin de yer aldığı orduya kumandan tayin ettiği Üsâme b. Zeyd’in o sırada yirmi yaşında olduğunu, İbnü’1-Esîr de onun âmil (vali, vergi tahsildarı) sıfatıyla görevlendirildiğinde on sekiz yaşında bulunduğunu kaydeder. Yemen’e yönetici, kadı ve vergi tahsildarı olarak gönderilen Muâz b. Cebel de yirmi üç yaşındaydı. Ehil olmayan kişilerin göreve getirilmesini kıyamet alâmeti diye görmesi yanında, şu hadisler de Resûlullah’ın bu konudaki hassasiyetini gösterir: “Bir topluluk içinde Allah’ın daha çok razı olduğu bir kişi bulunduğu halde bir başkasını göreve getiren kimse Allah’a, Resulüne ve müminlere ihanet etmiş demektir”; “Kim müslümanların bir işini üstlenip de kendisine duyduğu sevgi sebebiyle birini onların başına getirirse Allah’ın laneti onun üzerine olsun: Allah onun ne tövbesini, ne fidyesini kabul eder”.
Resûl-i Ekrem’in yönetimde vazgeçmediği prensiplerden biri de meşveretti. Birçok işte ashabın ileri gelenlerine danışıp görüşlerini alır, Uhud Gazvesi’nde olduğu gibi bazen kendi kanaatine uymasa bile istişare sonucu ortaya çıkan kararı uygulardı. Hz. Ebû Bekir ile Ömer’in yardımcıları olduğunu belirten Resûlullah, hayır ve sevap umarak iyi niyetle görevini yerine getirmek isteyen yöneticiye Allah’ın iyi bir yardımcı nasip edeceğini, kötü niyetli yöneticiler için aksi durumun söz konusu olacağını bildirmiştir. Bazı rivayetlere göre Resûlullah daha önceki peygamberlerin her birine yedişer yardımcı verildiğini, kendisinin yardımcılarının ise on dört olduğunu belirterek dört halife ile diğer bazı sahâbîlerin adlarını saymıştır.
Resûlullah s.a., yönetenlerle yönetilenlerin arasındaki engellerin kaldırılması hususunda çok hassastı. “Kim insanların bir işini üzerine alır da zayıf ve güçsüzlerle arasına engeller koyarsa kıyamet gününde Allah da onun önüne engel çıkarır”; “Kim Müslümanların işini üstlenir de yoksullara, haksızlığa uğrayanlara ve ihtiyaç sahiplerine kapısını kapatırsa Allah da onun ihtiyacına karşı rahmet kapılarını kapatır”; “İhtiyacını bildiremeyen kimsenin ihtiyacını bana ulaştırın. Kim ihtiyacını ulaştıramayan kimsenin ihtiyacını bir yöneticiye bildirirse Allah kıyamet günü onun iki ayağını sabit kılar” meâlindeki hadisler bu konudaki uygulamalarına işaret eder. Resûl-i Ekrem bu amaçla halkın arasına girer, çarşıyı pazarı dolaşır, şikâyetleri dinler ve gerektiğinde olan bitene müdahale ederdi. Bir işle görevlendirdiği kimselere, “Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın” tavsiyesinde bulunurdu. Devlet işleriyle vazifeli kimselerin bu vesile ile maddî menfaat sağlamasına şiddetle karşı çıkar ve onları sıkı bir şekilde kontrol ederdi. “Kim bize âmil olmuşsa bir zevce edinsin, hizmetçisi yoksa bir hizmetçi alsın, evi yoksa bir ev edinsin” diyen Hz. Peygamber, âmillerin kendilerine bağlanan maaş dışında menfaat teminini haksız kazanç ve hırsızlık olarak nitelemiştir.
Batılı araştırmacılar, Hz. Muhammed’in peygamberlik misyonundan ayrı düşünülemeyecek olan dış siyasetteki hareket tarzı ve başarısını da şahsî kabiliyetine bağlama eğilimindedir. Onun Medine döneminde görülen politik dehası modern tarihçilerce sıkça dile getirilmektedir. Bedir Gazvesi’nin kumandanının veya Hudeybiye Antlaşması’nı gerçekleştiren şahsiyetin entelektüel üstünlüğe ve fevkalâde diplomatik beceriye sahip bulunduğundan kimsenin şüphe duyamayacağına, onun dehasıyla ilgili olarak kaynaklarda yer alan bilgiler yanında satır arasındaki esaslı noktaların da dikkatten kaçırılmaması gerektiğine işaret edilmektedir.
Resûlullah’ın Medine’ye gelmesinden bir süre sonra buradaki Arap kabileleri İslâmiyet’i benimsemişti. Yahudiler ise Hz. Peygamber’in kendilerine karşı bir ön yargı taşımadığını göstermesine ve Medine vesikasına göre sivil bir eşitlik statüsüne sahip bulunmalarına rağmen kendilerinden olmayan bir peygamberin hâkimiyeti altında karma bir toplum içinde eriyecekleri endişesiyle, Kureyş’le açık bir ittifak görüntüsü vermeden ve fakat Kureyş’le yapılan savaşın konjoktürüne göre dozu değişen bir muhalefet grubu teşkil ettiler. Bu olumsuz tavrın giderek şiddetini arttırmasıyla meydana gelen güvensizlik ortamında Resûl-i Ekrem’in de onlara karşı tavrı değişti ve kendilerinin sebep olduğu siyasî, sosyal ve ekonomik sebeplerle yahudi kabileleri bölgeden uzaklaştırıldı.
Bazı Batılı yazarların, Hz. Muhammed’in yahudileri sırf yahudi oldukları için temizleme siyaseti takip ettiği yolundaki iddiaları tarihî gerçeklerle bağdaşmadığı gibi böyle bir politikanın onun kişiliğine uygun olmadığı da açıktır. Bazı uzmanlar, yahudilere karşı izlenen siyasetin onların Kur’an vahyini tenkit yoluyla İslâm toplumunun temelini çürütmeye yönelik gayretleri yanında müslümanların düşmanlarına siyasî destek vermelerinden kaynaklandığına, düşmanca tavırlarını terk ettikleri ölçüde Resûlullah’ın da kendilerine hoşgörülü davrandığına dikkat çekmektedir. Hz. Peygamber’in gerek antlaşmalarını bozan Yahudilere, gerek Arap kabilelerine karşı sert tedbirler almasının amacı, Kur’ân-ı Kerîm’de de ifade edildiği üzere barışı bozmaya yönelik teşebbüslere müsamaha edilmeyeceğini göstermekti.
Medine’deki müslüman varlığının Kureyş’in en önemli ticaret yolu üzerinde büyük bir tehdit oluşturduğu, dolayısıyla müslümanların kendi hallerine bırakılmayacağı gayet açıktı. Nitekim hicretten hemen sonra Kureyşliler, Medineli müslümanlardan ve onlara karşı olan Araplar’dan Hz. Peygamber’i himayeden vazgeçmelerini istemişlerdi. Fakat Mekke müşriklerinin bütün çabalarına rağmen Resûl-i Ekrem’in hicretten itibaren aldığı askerî tedbirler ve bölgedeki kabilelerle yaptığı antlaşmalar sayesinde Hudeybiye Antlaşması öncesinde Suriye ve Irak’a giden kervan yolları kontrol altına alınmış, Kureyşliler büyük ölçüde çevrelerinden tecrit edilmişti. Böylece ekonomik yönden zayıflatılarak dirençlerinin kırılması, Medine’yi tehdit etmelerinin engellenmesi ve onlara karşı kan dökülmeden üstünlük sağlanması amaçlanmıştı.
Hz. Peygamber’in bazı ağır şartlar taşıyan Hudeybiye Antlaşmasını üstün bir ön seziyle imzalaması, gerek fedakârlık ve temkin, gerekse attığı adımları geleceğe yönelik bilinçli bir plana dayandırması bakımından önemli bir örnek teşkil eder. Bu sayede Kureyş onu siyasî anlamda tanıdığı gibi müslümanların Kabe ve hac konusundaki iddialarını da kabul etmiş oluyordu.
Hem İbrâhimî geleneğin ve Arap putperestliğinin dinî merkezi, hem Kureyş’in Arap kabileleri arasındaki otoritesi ve prestiji sebebiyle büyük önem taşıyan Mekke’nin fethi, Hz. Peygamber’in Arabistan içindeki misyonunun başarıyla tamamlandığını göstermektedir. Fetihle ve İslâmiyet’i kabul etmeleriyle birlikte Kureyş liderlerinin diğer inananların seviyesine inmiş olması, asırlardan beri Kabe’nin cazibesine tâbi olmaya alışmış kabileler arasında yeni lidere itaat hususunda tabii bir hareketin doğmasına yol açarken Resûl-i Ekrem’in iyi ilişkileri ve barışı esas alması bu süreci hızlandırdı ve İslâmiyet kısa sürede Arap yarımadasının kalan kısmına da hâkim oldu.
Arap kabileleri 9 (630) yılında ittifak amacıyla Resûlullah’a elçi heyetleri gönderdiler. Bu heyetlerin ashaba ait bazı evlerde ağırlandıkları, bu amaçla yapılan bir evde veya Mescid-i Nebevî’nin yanında kurulan çadırda konakladıkları, Resûlullah’ın onları sık sık ziyaret ederek kendileriyle sohbet ettiği kaydedilir. Hz. Peygamber bu heyetlere Allah inancını ve İslâm’ın esaslarını anlatıyordu. Bu kabileler içinde rakip gruplar bulunduğundan, onları karşı karşıya getirmeden ağırlayıp göndermek de büyük maharet istiyordu. Muhtemelen Hz. Ebû Bekir’in ensâb bilgisinden faydalanılmış olmakla birlikte bu hususta Resûlullah’ın bilge kişiliğinin de rolü büyüktür.
Resûl-i Ekrem, daha sonra Arabistan dışındaki devletlerden gelen tehditlere karşı da tedbir alma gereğini duydu. Tebük Seferi bu amaçla düzenlenmiştir. Bizans, Sâsânîler’e karşı başarı elde ederken Suriye, Filistin ve Mısır monofizitlerine karşı uyguladığı baskı sebebiyle bu bölgelerdeki nüfuzunu gittikçe kaybediyordu. Böyle bir ortamda Bizans’ın sınırı olan Tebük’e yapılan seferde Bizanslilar’la karşılaşılmadıysa da bölgedeki Eyle hıristiyanları ile Cerbâ, Ezruh ve Maknâ yahudi toplulukları, ayrıca Hicaz-Suriye kervan yolu üzerinde önemli bir mevki olan Dûmetülcendel itaat altına alındı. Tebük Seferi, müslümanların kendi sınırlarını düşmanlardan koruma hususundaki irade ve azimlerini ortaya koyması yanında, Bizans’a ve Arap yarımadası çevresindeki diğer devletlere Medine’de güçlü bir yönetim bulunduğunu ve içeride kabile reislerine güvenliği ihlâl edecek davranışlardan sakınmalarını ihtar etmeyi hedefleyen önemli bir harekât niteliği taşıyordu.
Mohammed und der Koran, s. 138.
Smith, s. 156, 201; Almond, s. 39-40.
Gibbon, V, 255.
bk. Zafar Ali Oureshi, 1, 94-112; II, 713-728, 878-883.
el-İsrâ 17/80.
Muhammed Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 188-210.
Classical islam, s. 27.
Hz. Peygamber’in Yönetimi, I, 397-405.
Organisation, s. 480-488, 498-512.
M. Abdülhay el-Kettânî, I, 484-486.
Müslim, “İmâre”, 16-17; Muttaki el-Hindî, VI, 41.
Buhârî, “İcâre”, 1; Müslim, “İmâre”, 13-15.
İbnü’1-Esîr, IV, 214; Nevevî, 1/2, s. 26; M. Abdülhay el-Kettânî, I, 318, 401-402.
İbn Kayyim el-Cevziyye, I, 126; İbn Hacer, II, 541; M. Abdülhay el-Kettânî, 1, 256, 397.
Müsned, I, 149-150; Ebû Dâvûd, “Akziye”, 6; Hâkim, IV, 88.
Sıfatü’s-safve, I, 521-522.
Üsüdü’l-ğâbe, I, 80.
M. Abdülhay el-Kettânî, 1, 42.
Buhârî, “İlim”, 2.
Hâkim, IV, 92, 93.
Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, IV, 1642.
Buhârî, “Ahkâm”, 42; Ebû Dâvûd, “İmâre”, 4; Nesâî, “Beyca”, 33.
M. Abdülhay el-Kettânî, I, 150.
Müsned, V, 239.
a.g.e., III, 441, 480.
Taberânî, XXII, 157; Beyhakî, 11. 156; M. Abdülhay el-Kettânî, 1, 53.
Müslim, “Cihâd”, 6.
Buhârî, “Ahkâm”, 24, 41; Müslim, “İmâre”, 7; M. Abdülhay el-Kettânî, 1, 390-391.
Ebû Dâvûd, “İmâre”, 10.
Ebû Dâvûd, “İmâre”, 10; Hâkim, I, 406.
EP [rg.], VII, 375.
Rabbath, s. 135-136.
Muhammad, s. 175.
“Onlar, kendileriyle antlaşma yaptığın halde, her defasında antlaşmalarını bozanlar ve buna itibar etmeyenlerdir. Bundan dolayı onları savaş sırasında yakalarsan, kendilerinden sonrakilere de gözdağı olacak şekilde ağır bir cezaya çarptır, belki ibret alırlar” (el-Enfâl 8/56-57);
“O, ehl-i kitaptan inkârda ısrar edenleri, kâfirleri müslümanlara karşı savaşmak için ilk defa bir araya gelerek müttefik güç kurduklarında, yurtlarından çıkarıp sürgüne gönderendir. Siz, onların direnmeden çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da, kalelerinin kendilerini Allah’tan koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah, Allah’ın orduları, onlara beklemedikleri, hesap edemedikleri yerden yüklendi, akıllarına, yüreklerine korku düşürdü. Öyle ki, evlerini, hem kendi elleriyle harap ediyorlar, hem de mü’minlerin elleriyle harabına sebep oluyorlardı. Ey akıl ve basiret sahipleri ibret alın! Eğer, Allah onların sicilde sürgün edileceğini yazmamış olsaydı, onları dünyada başka şekilde cezalandıracaktı. Âhirette, ebedî yurtta da, onlara Cehennem azâbı vardır. Bu, onların, Allah’a ve Rasulü’ne karşı gelmeleri, düşmanca davranmaları sebebiyledir. Kim Allah’a, Allah’ın dinine, Allah’ın samimi kullarına düşmanca davranırsa, bilsin ki Allah, düşmanlık etme suçlarına denk, onları adâletle cezalandırma gücüne sahiptir” (el-Haşr 59/2-4).Ayetler ahmettekinhoca.com dan alınmıştır.
Muhammed Hamîdullah, Hz. Peygamber’in Savaşları, s. 65; İslâm Peygamberi, 1, 217-218; Özdemir, s. 18.
Rabbath, s. 181, 201-202.
İbn Hişâm, 11, 559-560.
İbn Sa’d, I, 315, 316, 332, 357-358; İbn Hacer, I, 286, 307-308; II, 421; 111, 682; IV, 465.
Semhûdî, 1, 525.
İbn Hişâm, II, 540; İbn Hacer, II, 45-46, 502.
İbn Sa’d, 1, 313.
Watt, Muhammad, s. 213; Rabbath, s. 418-419; M. Abdülhay el-Kettânî, II, 26, 49.
Afdalü’r-Rahman, s. 51-52.