Türk Birliğinin oluşmasını engelleyen tipik bir uygulamayı dikkatlerinize arz etmek istiyorum:
Türk Birliğini sağlamak maksadıyla Kırgızistan’da ortak bir üniversite kurmuşuz. Kapısında kocaman Kril harfleriyle ne yazıyor biliyor musunuz? ‘Kırgız-Türk Manas Üniversitesi’ Moskof kafasının pişirdiği nâne bulamacını görüyor musunuz? Üniversitenin kapısında, içeride iki ayrı milletin çocuklarının bulunduğunu ilân ediyor. Kırgızlar ve Türkler…
Biraz kafa çalıştırsalardı da iki kelime arasına çizgi koymayıp ‘Türk Kırgız Manas Üniversitesi’ adını koysalardı kıyâmet mi kopardı? Kim mâni olabilirdi?
Lütfen dikkat buyurulsun! İhânet burada bitmiyor. Asıl burada başlıyor: Üniversitenin hazırlık sınıfında Türkçeyi karşılıklı konuşmalarla öğreten Türkçe ders kitabının ilk sayfasından okuyorum:
- Sınıfınızda köp (çok) millet var mı?
- Evet köp millet var.
- Hangi milletler var?
- Bizim sınıfta Türk var. (Türkiye’den gelenler kastediliyor.) Kırgız var, Özbek var, Uygur var, Kazak, Azerî var, Ahıskalı var…
Gördünüz mü Kırgızistan’da kaç millet varmış?
Şimdi bizler, ‘Türk Birliği’ denildiğinde gönül telleri titreyenler… Bacaklarımızı kıracak şekilde ayağımızı yere vursak, parmaklarımızı kıracak şekilde masaları, duvarları yumruklasak, hıçkıra - hıçkıra, ciğerlerimizi parçalayacak şekilde bağıra bağıra ağlasak yeridir.
Yine de bu kafa ile bu uygulamalarla Türk Birliği’ni sağlayamayız.
‘Dilde fikirde işte birlik’ diyen Gaspıralı İsmail Bey’in kemikleri sızlıyordur.
Âbide şahşiyetlerimizin, diğer milletler tarafından sâhiplenilmesi, Türk olduklarının gizlenmesi, unutturulması karşısında sessiz kalışımızı, ‘Uykuda olmak’ olarak düşünmek mümkün. Öyle ya… uykuda olmasak hırsızlığa mâni olurduk.
Repertuarında Türk dünyasından 7500 adet mahnı bulunan Türk dünyası aşığı müzisyen Bünyamin Aksungur, yaptığı müzik albümüne ‘Canan Uykuda’ adını verdi. Canan, Türk dünyasını oluşturan insanlardır.
Rahmetli Galip Erdem Ağabeyimiz de 1960’ylı yıllarda ‘Uyuyanlara Ağıt’ başlıklı makalesini yazmıştı.
Uykudayız! Uyanmalıyız.
Uyanacağız ve Türk Birliği’ni sağlayacağız. Bu bizim için beka meselesidir.
‘Türk birliği meselesi önemli değil, küçük bir iştir! Bizim daha büyük meselelerimiz var diyenler olabilir.’ Küçük meseleleri halledemeyenler, büyük meseleleri hiç halledemezler. Hem büyük nedir, küçük nedir? Koskoca translantik batar, içindekiler ölür de bir metrelik küçücük bir tahta parçasına tutunanlar hayatta kalırlar.
Netice itibâriyle, Türklükle alakalı hiçbir mesele, küçük ve önemsiz değildir. Târihî şahsiyetlerimize sâhip çıkmalıyız. Onlarla övünmek için değil, onlar gibi yeni âbide şahsiyetler yetiştirme yolunda kendimize olan güvenimizi tâzelemek ve güçlendirmek için…
Yusuf Has Hâcib, ölümsüz eseri Kutadgu Bilig’de diyor ki:
‘Akşam yemeğinde kuzu dolması, baklava börek yiyen de, arpa çorbası içen de ertesi sabah aç kalkar.’
Galip Erdem Ağabeyimiz de bu vecizeyi, kendine göre adapte etmişti. Diyordu ki:
‘İnsan, sabah kahvaltısını ne kadar kuvvetli yaparsa yapsın, öğle yemeği saati geldiğinde acıktığını hisseder.’
Onlar dünde kaldı, bu gün yeni kahramanlar, yeni büyük şahsiyetler yetiştirmek mecbûriyetindeyiz.
*Târihî bir şahsiyetin hangi millete mensup olduğu nasır belirlenir?
Bir şahsiyetin veya insanlar topluluğunun hangi millete mensup olduğu hususunda genel geçer kaide şudur: Kesin hakîkat belgelere dayalı olarak tespit edilememişse, bütün iddialar ve ihtimaller okuyucuya sunulduktan sonra, ‘Şu millete mensup olması ağırlıklı ihtimaldir’ denilir.
Bâzı ülkelerdeki resmî görüşler, en küçük bir bağlantının bulunması hâlinde bile, kendileriyle aynı soydan geldikleri tezinin üzerine oturtulur. Böylece; köklü, kalabalık ve güçlü oldukları görüntüsü verilir.
Bizde ise maalesef tamamen tersidir. Bir şahsın veya kavmin Türk olmadığına dair en zayıf işâret en kuvvetli delil sayılır.
*Neden böyle?
Ansiklopedilerimizin çoğu tercümedir. Tercüme ansiklopedilerde, bahse konu olan şahsın, Türklükle bağlantısı gizlenmeye çalışılmıştır. Araştırma zahmetine katlanmayan bâzı yazarlarımız da o bilgileri doğru kabul ederler. Ve böylece o şahsın, Türk olmadığına inananların sayısı artar. Yerli yazarların hazırladığı ansiklopedilerde de meselâ ‘Serahsî Türk’tür’ denmese bile ‘Serahsî’nin Türk asıllı olma ihtimali vardır.’ Şeklinde bir cümle bile kullanılmaz. Herhalde batılı dostlarımızı (?!) rahatsız etmemek içindir. Serahsî’nin Türk olmasından rahatsız olan yerliler de tabii ki vardır. Mesela onlar; ‘Sümerler Ankara’ya gelip Sümerbank’ı kurdular ve sonra geldikleri Mezopotamya’ya döndüler’ diyerek alay etmekten büyük zevk alırlar.
Orta çağda yaşamış ilim adamlarının milliyeti hakkında yanlış hükme varılmasının sebebi, kasıtlı değilse, eserlerini Farsça veya Arapça yazmış olmalarıdır. Alman, İngiliz, Fransız ve İtalyan nice ilim ve fikir adamı vardır ki eserlerini Lâtince yazmışlardır. Fakat kimse onların Lâtin olduğunu söylemek gafletine düşmez.
Cengiz Aytmatov eserlerini Rusça yazdı diye, O’nun Türklüğünden şüphe edenlerin aklından ve zekâsından şüphe edilir.
Türklerde âdettir; gelip yerleştikleri yöreye, geldikleri yerleşim yerinin adını vermişlerdir. Erzurum ilimize bağlı ‘Horasan’ ilçesi vardır. Başka bir isim bulunamamış da İran’daki bir bölgenin adı verilmiş olamaz. Bilinmektedir ki 2000 yıllık bir mâzisi olan Horasan harcını Türkler icat etmişler ve kullanmışlardır. Özetle ‘Horasan’ adı Türklükle özdeşleşmiştir. Türk Müslümanlığı’nın özünü teşkil eden Sufilik ve Alevilik, Türklük ruhu ile birlikte Alperen dervişler tarafından Horasan’dan Anadolu’ya taşınmıştır.
Hıristiyan batıya mensup yazarlar ve onlarla aynı paralelde duruş sergileyen Araplar, tanınmış Türk âlimlerinin milliyeti hakkında şüphe uyandırmayı âdet edinmişlerdir. Bu gayretlerinde inandırıcı olamazlarsa, bahse konu şahsiyeti ya unutturmaya çalışırlar veya eserleri ve ilmi hakkında menfî beyanlarda bulunurlar. Tıpkı Büyük İslam âlimleri Mâtüridî’ye ve Serahsî’ye yaptıkları gibi…
(DEVAM EDECEK)