Değerli Okuyucularım! Bu başlık altında sunulan 6 bölümlük (20 sayfada 6200 kelimelik) yazı serisi, 05 Aralık 2018 Cumartesi günü, Saat 21,30 – 23.00 arasında yayınlanan ROTAMIZ isimli programda, sorulan sorulara verdiğim cevapların yazı metni şeklinde tanzim edilmesiyle meydana getirilmiştir. İyi okumalar. Not: Prof. Dr. İSMAİL YAKIT’ın TÜRKLÜĞÜ TARTIŞILAN MEŞHURLAR* isimli eseri, bu çalışmaya ilham kaynağı olmuştur. Aziz ve muhterem dostuma kalbî teşekkürlerimi sunuyorum. *Ötüken Neşriyat. İstanbul, Aralık 2016, 12 X 19,5 santim, 120 sayfa. |
*Giriş:
Evimizden, bahçemizden küçük bir kilim parçasını veya bir minderi alıp götürseler, derhal müdâhale ederiz. Âbide şahsiyetlerimizi çalıyorlar, sesimizi çıkarmıyoruz.
Büyük milletler, büyük âlimler, dünyaca tanınmış ilim ve milletine çok üstün hizmetler veren devlet adamları yetiştirirler.
Eskilerin tâbiri ile bu sözün mefhum-u muhalifinden çıkan netice şudur: Büyük adamlar yetiştiremeyen milletler, küçüktür, zayıftır, zavallıdır.
Türkler, târih boyunca pek çok âbide şahsiyetler yetiştirmişlerdir. Ancak bu kişilerin bir kısmını Farslar ve Araplar sâhiplenmişler, bir kısmını da çeşitli yollarla unutturmaya çalışmışlardır.
*Değerlerimize sâhip çıkarken hangi gerekçelerin ardına sığınıyorlar?
Batılı, Fars ve Arap yazarlar tarafından Türk asıllı önemli şahsiyetlere yakıştırılan mensûbiyet, doğduğu, yaşadığı bölgeye veya eserlerini yazdığı dile göre belirleniyor. Mesela Mevlâna, o dönemde edebiyat dili Farsça olduğu için eserlerini Farsça yazmıştır. Bu sebeple Fars olduğu iddia edilir. İranlı Mollalardan İslam felsefesi profesörü Seyyid Hüseyin Nasr İngilizce telif ettiği kitabında şöyle yazıyor:
‘Mevlâna’yı dar şovenizmden korumak mecburiyetindeyiz. O, Allah’ın İranlı yarattığı, Müslüman yaptığı ve kendisine atfedilen bütün özellikleriyle Türkiye’de yaşayıp orada ölmesini nasib ettiği bir kuldur.’
Aynı molla Profesör Seyyid Hüseyin uzun yıllar Amerika’da yaşadığı için bütün kitaplarını İngilizce yazmıştır. Milletlerarası bilgi şölenlerinde tebliğlerini İngilizce verir, konferanslarında İngilizce konuşur. Buna rağmen İranlı olduğunu söyler. Mevlânâ söz konusu olduğunda ise, Farsça yazdı diye, Fars olduğunu ifâde eder.
Halbuki Mevlâna, kendisinin Fars olduğunu iddia eden İranlılar anlasınlar diye Farsça yazdığı rubâisinde şöyle diyor: (Farsça metni okurken, telaffuz hatâsı olabilir endişesiyle Türkçe tercümesini okuyorum:
‘Farsça yazsam bile aslım Türk’tür.’
Fuzûlî, Irak’ın Kerbelâ bölgesinde doğdu, tahsilini Bağdat’ta tamamladı ve orada yerleşti. Hayatı boyunca Irak dışına çıkmadı. Divan edebiyatımızın en büyük şâirlerindendir. Türkçe, Farsça ve Arapça olmak üzere üç dilde Divan’ı vardır.
Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı?
Felekler yandı âhımdan murâdım şem'i yanmaz mı?
Bir başka şiirinde şöyle diyor:
Dest-bûsî arzûsıyla ölürsem dostlar Kûze eylen toprağım sunun anınla yâre su
(Dostlarım! Şâyet onun (sevgilinin) elini öpme arzusuyla ölürsem, toprağımdan testi yapın ve onunla yârime su verin.)
Bu mısraları yazanın Türk’ten başka bir millete mensup olması düşünülemez.
Bu bizim dilimizdir. Osmanlıcadır. Biraz dil zevki, birazcık Osmanlıca bilenler bu sözlerin mânâsını anlamakta zorlanmazlar.
Hodri meydan! Diyorum ki, Fûzûlî kıratında bir Fars şâiri, bulsunlar getirsinler, getirdikleri Fars şâir, bu kadar mükemmel bir Türkçe ile tek bir beyit yazsın, Fûzûli’yi onlara bağışlayalım. Eğer getiremezlerse, ki zâten getirmeleri asla ve kat’a mümkün değildir, bir daha asla ve kat’a, ‘Fûzûlî Fars’tır’ diye ‘bik bik’ ötmesinler.
Yavuz Sultan Selim Han;
‘Şirler pençe-i kahrımda olurken lerzan, Beni bir gözleri âhûye zebun etti felek’ diyor. Günümüz Türkçesinden hayli uzakta kalan bu beyit, Türkçe olarak:
‘Arslanlar bile gücümün korkusundan titrerken, felek beni bir ceylân gözlüye esir etti’ şeklinde çevrilebilir.
Yavuz pâdişahımız bu şiiri yazdı diye O’nu Türk saymayacak meczup bulunabilir mi?
Türk asıllı pek çok ilim adamı, edip ve şâir vardır ki, onlara Türklükten başka bir tâbiyet isnat edilemediği için milliyeti konusunda hiçbir bilgi verilmemesi tercih edilmektedir. Bunlardan bâzıları: Uluğ Bey, Kaşgarlı Mahmud, Yusuf Has Hâcib, Edip Ahmet Yüknekî ve Hoca Ahmed Yesevî ve Cengiz Dağcı’dır.
Halbuki batılı bütün yazarlar, mensup oldukları milletler ve yaşadığı ülkelerle birlikte anılır: Fransız heykeltıraş, İtalyan ressam, Alman sosyolog, Macar Türkolog gibi… Pek çok yazar için de; ‘İtalyan asıllı Alman yazar’ veya ‘Norveç asıllı Fransız şâir’ gibi teferruatlı açıklamalar verilir de, Türkler söz konusu olduğunda ‘Türk asıllı’ tâbiri hiç kullanılmaz.
Dünyaca tanınmış târihçimiz Prof. Dr. Halil İnalcık, uzun yıllar Amerika’da hocalık yaptığı için eserlerinin bir kısmını İngilizce yazdı diye, birkaç sene sonra, Türkçe yazdığı eserlerini yok farz edip ‘Amerikalı Profesör’ diyerek anabilirler. Hazırlıklı olmalıyız.
Batılı yazarlar; Hun, Göktürk ve Cengiz İmparatorluğu’ndan Osmanlı Cihan Devletine kadar târih sahnesinde yer alan bütün Türk devletlerinin hükümdarları, dâima küçültücü sıfatlarla anmışlardır. Analarının başka milletlere mensup olduğu öne sürülerek veya kan dökücü oldukları iddia edilerek, büyüklüklerine gölge düşürülmeye çalışılmıştır.
Bu arada, Yahudi asıllı Fransız yazar Leon Cahun gibi birkaç yazar, roman ve hikâyelerinde Türklerin asâlet, cesâret, hakkaniyet ve kahramanlıklarını cömertçe yazmıştır. Yine de Türklere; ‘kavgacı’, ‘görgüsüz ve kaba’ gibi sıfatlar yakıştırılmıştır.
Basra’da 767 yılında doğup aynı şehirde 869 yılında vefat eden Arap asıllı âlim el-Câhiz gibi sayı ibâriyle bir elin parmaklarını aşmayan yazarlar, Türklerden saygı ve övgü ile bahsetmişlerdir. Câhiz, Mekkeli Arap ile Medineli Arap arasında fark olmadığı gibi, Horasanlılarla Türkler arasında da fark bulunmadığını yazmıştır.
Ermeni iftiraları konusunda Türk tezinden yana tavır koyan Justin Mccarty ve Bernard Lewis gibi yazarları da anmak gerekir.
Türk oldukları halde; maalesef, kendilerine yakıştırılan aidiyeti benimseyen soydaşlarımız vardır.
Türk olduklarının farkında olmayanlar, Türklük dünyasının mühim bir problemidir.
Türk cumhuriyetlerinde yaşayan Türklere; Çarlık ve Sovyetler döneminde, bulundukları bölgeye göre millet ismi verilmiştir. Azerî, Özbek, Kazak, Kırgız… gibi.
Hatta Türkmenistan’daki soydaşlarımızın büyük bir bölümü, Türkmen ile Türk milletlerinin birbirinden ayrı olduğunu iddia ederler. Azerbaycan Türkleri ile Türkmenistan Türkleri Oğuz Boyuna mensuptur. Gelin görün ki Türkmenistan bürokratlarına göre iki ülkede, iki ayrı millet vardır: Azerîler ve Türkmenler. Oysa ki dünyada ‘Azerî’ diye bir ırk, kavim ve millet yoktur.
‘Azerî’ uydurma ismi, ‘Türk’ varlığını inkâr yoluyla unutturmak isteyen Kızıl Moskofların yatsı olmadan sönen yalanıdır.
Türkiye’den Azerbaycan’a giden bir Türk, üç gün içerisinde Azerbaycanlı kardeşlerimizle, bir hafta içinde de Özbekistanlı kardeşlerimizle de rahatça konuşup anlaşabilirler. Fakat aynı Azerbaycanlı ile Özbekistanlı, kendi aralarında Türkçe konuşarak anlaşamıyorlar.
Ruslar, ilkokuldan itibâren uyguladıkları yıkıcı eğitim politikaları vasıtasıyla böyle bir trajik başarı elde etmişlerdir.
Yine bu eğitim sistemi ile ‘Ben Türk değilim, Azerî’yim, Özbek’im, Kazak’ım…’ diyen insanların sayısı artmıştır. Durum böyledir diye, soydaşlarımızı suçlamaya hakkımız yok.
Atatürk, 29 Ekim 1933 târihinde irad ettiği nutkunda diyor ki:
‘Sovyetler Birliği günün birinde dağılabilir. Tıpkı Avusturya Macaristan İmparatorluğu gibi, tıpkı Osmanlı Devleti gibi… Bizim, bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, öz kardeşlerimiz vardır. Onlara sâhip çıkmaya hazır olmalıyız.
Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevî köprülerini sağlam tutarak! Dil bir köprüdür; inanç bir köprüdür; târih, bir köprüdür. Bu köprüleri sağlamlaştırmalıyız. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekir.’
Bu sözlerin söylenmesinden 58 yıl sonra Sovyetler Birliği dağıldı. Tacikistan’ı da dâhil edersek 6 adet Türk cumhuriyeti bağımsızlığına kavuştu. 1991’den günümüze 28 yıl geçti. Hâlâ Türk Birliği hayâli ile avunuyoruz. (DEVAM EDECEK)