İçinde yaşadığımız çağ, gününü kurtarmaya çalışanların yaşama hakkına sahip olacağı zaman olmaktan çoktan çıkmıştır. Gününü kurtarmaya çalışanlar, uzun vadeli plan yapan, elli yıllık, yüz yıllık, bin yıllık senaryo yazan güçlülerin oyuncağı ve sömürgeleri haline gelmişlerdir.
Zayıf milletlere ekonomilerindeki pazar gözüyle baktığı zannedilen güçlülerin nihai hedeflerinin, zayıfları parçalayarak, insan kaynaklarını, topraklarının, yerüstü ve yeraltı servetlerinin üzerine oturma, varlıklarını eritip yok etme maksadı güttükleri görülmektedir.
Zafiyet psikolojisi içinde yaşayan, hayatiyetlerini devam ettirmek için başkalarının politikalarına monte olmaya çalışan milletler, kısa süre içinde, sadece hayatlarını değil, hayatlarıyla birlikte şeref ve haysiyetlerini de kaybedeceklerdir.
Belli zaman aralıklarıyla kesip attığımız tırnaklarımız kadar bile değer vermediğimiz; devamlı yabancı ve yerli düşman tasallutuna açık dilimiz, geleneğimiz, dinimiz, tarihimiz, kültürümüz topraklarımız, top yekün maddî ve manevî değerlerimizdeki yeni anlayışlar ve oluşumlar, her geçen gün milli bünyeye zarar vermekte; milli kültürümüz, güçlü, hakim yabancı kültürlerin rengini ve şeklini almaktadır. Millet millet olmaktan çıkarılmakta, milletin üst benliğini meydana getiren milli değerler de başkalaşım geçirmektedir.
Bu günlerin hesabını dünden yapan hakim güçlü kültürlerin, çağın iletişim araçlarından hızlı ve azami şekilde faydalanmaları, ajan ve taşeron sivil toplum kuruluşlarını, vakıflarını, din adamlarını, misyonerlerini, ajan-misyonerlerini, siyasi, ekonomik ve askeri birimleriyle koordine halde çalıştırmaları, hızlı ara senaryolar yazarak bir önceki senaryolarının düşünülmesine, anlaşılmasına fırsat bırakmadan senaryolarını siyasi, askeri ve ekonomik güçlerine dayanarak dayatıp peş peşe uygulamaya koymaları, koydurmaları, güçsüz milletleri tepki gösteremeyecek derecede zaafa uğratmaktadır.
Eğitimlerindeki kilise hakimiyetini % 85’ler-87’ler seviyesinden aşağı düşürmeyen; laikliğe % 13-15 oranında alan bırakan, nüfus müdürlüklerine ilaveten kiliselerinde vatandaşları ile ilgili her türlü detayı içeren nüfus idareleri çalıştıran; topraklarının % 40’a yakını kiliseye ait olan, kiliselerinde çocukları için kreşler-kutsal ahırlar kuran; eğitim görevlilerinin üçte birini kilise elemanlarından tayin eden, ateist parlamenterlerine AB parlamentosunda okullardaki Hıristiyanlık eğitiminin çoğaltılmasını ve hızlandırılmasını teklif ettiren, İncil’e yemin ederek göreve başlattıran güçlü hakim kültürlerin siyasi ve sivil toplum kuruluşları, ezmek, sömürmek istedikleri ülkelerde milli tepkileri zayıflatmak için hümanizmi, demokrasi ve laikliği öne çıkararak emellerine daha çabuk ulaşabileceklerinin hesabını yapmaktadırlar. Demokratik, laik ve hümanist bir ortamda milli ve mânevî değerlerden yoksun, ruh zenginliği ve iç disiplin kazanamamış, paradan ve hayvani ihtiyaçlardan başka hedefi olmayan nesilleri diledikleri gibi kullanabilmeyi amaçlamaktadırlar.
Yeryüzünde, uzunca süre hakim olan medeniyetler kuran milletler, kaybettikleri medeniyetleri ile beraber güç zaafına da uğrayacaklarından milli kültürlerini, milli değerlerini, şereflerini ve milli varlıklarını da kaybetmenin eşiğine gelirler. Türk milleti olarak biz de medeniyetimizle birlikte gücümüzü kaybedip, eşikte yaşayan milletlerdeniz. Dünyaya hakim olduğumuz dönemlerdeki gücümüze, ancak kendi kaynaklarımızdan beslenen kendi medeniyetimizi kurarak kavuşabiliriz. Batı medeniyetine gireceğiz diye diye geçmiş medeniyetimizin değerlerinden vazgeçersek, ebediyen kendimize ait bir medeniyet kuramayacağımız gibi, adımıza ve dinimize tahammül edemeyen batı emperyalizminin uşağı ve sömürgesi olmak mecburiyetinde kalırız, yeni bir medeniyet kuracak değerlerin hayalini bile kurmaktan mahrum oluruz.
Medeniyet ve medeni değerler birleşik kaplardaki sular gibidir. Hangi kap diğer kaplardaki suları çekmeye, almaya müsaitse, su o kapta toplanır. Medeniyet de, müsait ortamlarda, müsait rejimlerde, belli şartları haiz yetişmiş bir millet, hür ve idealist bir nesil içinde doğar ve gelişir.
Medeniyetin asli unsuru, metafizik düşünce içinde yoğrulan, ruhî kabiliyetleri gelişmiş, mânevî dünyası zengin, iç disiplini güçlü, ahlâkî bir zeminde yaşayan, iç barışın her türlü nimetlerinden faydalanan insan ve toplumdur. Ahlâkî zeminden uzaklaşmış, iç disiplinini ve ruh zenginliğini kaybetmiş devamlı kargaşa içinde boz bulanık bir ortamda hayvani zevkleri için yaşayan, yalnızca çevresindeki maddeyi gören ve ilgilenen, çevresinde olup bitenlere, hak ve hakikate, metafiziğe ilgide kör, sağır ve dilsiz kesilen milletlerin medeniyet kurması da, medeniyetlerini devam ettirmesi de mümkün değildir. Bu sebeple, emperyalist güçler, medeniyetlerden daha çok, medeniyeti doğuracak ortamları yıkarlar, medeniyeti yaratacak nesilleri bozarlar. Medeniyeti kuranlar, geliştirenler ve yaşatanlar, medeniyeti doğuracak, ayakta tutacak ortamlar ortadan kalkınca medeniyet de ortadan kalkar. Milli varlık için tehlike çanları çalmaya başlar.
İçimizdeki bir kısım dindar ellerle de çoğaltılan, adeta milletin beynini devre dışı bırakan çan uğultuları, içimizdeki bazı dindar kimseler, din adamları ve politikacılar eliyle milletin bu günkü geçici zaafını adeta istismar edercesine, başkalarının politikalarına monte politikanın doğurduğu bir hayat içinde yaşamamız gerektiği telkin ediliyor. İçerde milletin beynini devre dışı bırakan dışardan gelen çan uğultularını fazlalaştıran bu anlayış ve icraat sahabe döneminin münafıklarının anlayışıdır. Mensubu olduğumuz bu din yetim bir peygamberle çevresindeki sıtma artığı bir çocuk (Hz. Ali), beş köle, üç kadın, bir gümrük memuru ile filizini vermiş; kırk yılda hakimiyet sağladığı alan 7 milyon kilometre kareyi bulmuştur. İslâm, Rasulullah s.a.’in buyurduğu gibi garip, yoksul, kimsesiz yalın-yapıldak başlayarak hakimiyetini kurmuştur. Müslümanlar zaman zaman sarsılsa da, aziz peygamberinin ifade ettiği gibi, bir daha, bir daha, yeryüzünde hakimiyetini kurabilecek cevheri genlerinde muhafaza etmektedir. Bizdeki halk önderi müsveddeleri ve bir kısım aydın bozmaları, işte milletin muhafaza ettiği bu cevheri tahribe, yok etmeye çalışmaktadırlar.
Tarihin kaydettiği zaman içinde Türk milleti devletsiz yaşamamış; devletinin zaafa uğradığı günlerde, sabahtan akşama, akşamdan sabaha yeni güçlü devletler kurmuştur. Okuduğumuz tarihin son iki bin yılının bin yedi yüz yılında Türkler, Müslümanlar ve Müslüman Türkler hakim olmuştur. Hala her yıl Avrupa’nın muhtelif ülkelerinde çalınan korku çanları Müslüman Türk milletinin yeniden hakimiyet kurma cevherinin alameti, işareti değil midir? Geçmişte yeryüzünde birkaç tane hakimiyet tecrübesi olan bu milletin, yeniden hâkim olamayacağını, başkalarına monte olması gerektiğini yabancı uşaklarından ve onların taşeronlarından başka hangi akılsız-ahmak iddia edebilir? Geçmişte bu büyük milletin yıldırdığı toplumlar, bu gün “Ya hasta yatağından kalkarsa...”nın paranoyasını yaşamaktadırlar. Bu sebeple AB ye alma sulu memesi ile bu milletin vücut kimyasını, DNA sını kendi öz çocuklarına bozdurmaya çalışmaktadırlar. Vicdani red düzenlemesi ve uyum paketleri adı altında etnik azınlıklar yaratma gayretleri bunun gizlenemeyen belirtileridir. Bu millet, “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” diyerek devleti uğruna canını fedaya hazır asker bir millettir. Bu milleti parçalayarak, bu toprakları bölerek, ülkemizi çıfıt çarşısı haline getirmeye çalışanların niyetleri kursaklarında kalacaktır. Müminlerin birliklerini bozarak, hıyanet etmeyeceklerini imanlarını tehlikeye atmayacaklarını herkes bilmelidir.
Mümin önünü aydınlatan, yolunu açan Allah’ın kitabına ve Rasulü’nün sünnetine sahiptir. Önünde Allah’ın Rasulü’nün nezaretinde dolu dolu yaşanmış bir hayat; dolu dolu yaşayan bir toplum vardır. Bu toplum Allah’ın kitabında övülmüş bir toplumdur. Bu toplumun kenarda köşede kalmış, derecesi düşük en zavallı fertlerinin dereceleri, cemaat önderleri, cemaat şeyhleri saydığımız kimselerin kat kat fevkindedir. Bu sebeple Müslüman cemaatlerin hal ve tavırlarını, önder saydıkları ile aralarındaki münasebetleri yeniden gözden geçirmeleri, münasebetlerini Kur’an ve Sünnet ölçüleri içinde düzenlemeleri, önderlerinin kerametleri, menkıbeleri yerine Kur’an ve Sünneti öne almaları gerekir. Dinî alanda hiçbir kitap, Kur’an ve Sünnet’in yerini tutmaz, tutamaz.
Allah’ın Rasuluyle yol arkadaşlığının “ashab” kelimesiyle ifadesi, müslümanın birçok meselesine çözüm getirecek anahtar görevi yapacak bir anlama sahip olmasındandır. “Ashab” içeriğinde arkadaşlığı, dostluğu, himayeyi, eşit şartlar içinde birlikte yaşamayı, birlikte eğitimi ve sohbeti barındıran bir kelimedir. “Ashab” kelimesinin manaları içinde teklif tekellüf yoktur. Herkes, her zaman, her yerde birbirine yardım ve destek sağlamakla görevlidir. Sorumlulukları ve nimetleri paylaşımda herkes eşittir. Güven içinde veya endişeli yaşamada, kaza ve belaya katlanmada kimsenin kimseden farkı yoktur. Hz. Peygamber’in yerleştirdiği ashab anlayışı, İslâm’ın ilklerinin toplumunda, müslümandaki dinamizmi ayakta tutmuş; Müslümanın karşı konulmayan bir güce kavuşmasını sağlamıştır. Toplumda kamu görevi yüklenenlerin; hayatları, canları pahasına kamu adına mücadele edenlerin gözlerini arkalarında bıraktırmayacak bir güven ortamı doğurmuştur. Ashab, müesseseleri yerleşmiş organize bir toplumu ifade eden ümmetin küçük bir modelidir. Hz. Peygamber ashabıyla birlikte yaşadığı hayatıyla ümmetine ve bütün insanlığın tek evrensel Peygamberi olması dolayısıyla da, bütün insanlığa örnek bir model oluşturmuştur.
Allah Teâlâ’nın Cebrail ile kulu ve Rasülü Muhammed s.a.e vahyettiği; Rasulullah s.a.’in, İslâm’ın ilkelerine, ashabına tebliğ ettiği dinimizin kaynağı Allah’ın indirdiği Kur’an’ı ve Rasulü’nün Sünnetini bize ulaştıran, Allah’ın kitabında, övdüğü silsilenin ilk halkasını oluşturanları tanımak her Müslümanın görevidir. Onlar, daha sonraki Müslüman nesiller için İslâm’a kaynaklık etmişlerdir. İslâm’ın ilkleri, Allah’ın Rasulü’nün ashabı, Rasulllah s.a.’in yanında kıyamete kadar gelecek Müslümanlara süt annelik- kaynaklık edecek vasıfları kazanarak yetişmişlerdir. İmam Mâlik’in ifade ettiği gibi, ilk halkayı oluşturanlar dinimizi aldığımız yerlerdir.