Oğuz ÇETİNOĞLU

Ekonomist, Araştırmacı-Yazar

ocetinoglu1@gmail.com

Mehmet Âkif Ersoy

İstiklâl Marşı şâirimiz  Mehmet Âkif Ersoy  27 Aralık 1936 târihinde  İstanbul, Beyoğlu’nda  vefât etti. Doğumu: İstanbul-Fatih, 1873. Kabri Edirnekapı Şehitliği’ndedir.

Önce Mülkiye Mektebi’ne girdi. Babası ölünce, ailesinin geçim sıkıntısına düşmesi sebebiyle parasız yatılı olduğu için Veteriner Fakültesi’ne kayıt oldu, orayı bitirdi. Şiirlerini 1908’den sonra yayınlamaya başladı.  Türk şiirinde; millî, dinî ve ahlâki çerçevede yeni bir çığır açtı.  Üniversitede edebiyat hocalığı yaparken sonradan adı  Sebillürreşad  olarak değiştirilen  Sırât-ı Müstakîm  Dergisi’nde başyazılar yazdı. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Burdur Milletvekili olarak katıldı.  1923’de İstanbul’a dönerek Sebillürreşad  Dergisi’ni bizzat yayınlamaya başladı. Bir sene Mısır’da yaşadı.  Çok mükemmel bir Kur’an-ı Kerim Meâli hazırlamıştı. Türkçe ibâdette kullanılır endişesiyle yayınlamadı. Vasiyeti üzerine yakıldı.  1935’te siroz hastalığına yakalandı. En büyük korkusu gurbette ölmekti. 1936’da Türkiye’ye döndü. Tedâviler sonuçsuz kaldı.

 Şiirlerini  Safahat  (1911)  isimli kitapta topladı. Nesir yazıları;   Süleymaniye Kürsüsünden  (1912), Halkın Sesleri  (1913),  Fatih Kürsüsünde  (1914)  ve Hâtırâlar  (1917)  isimli kitaplardadır.

Mehmet Âkif Ersoy’un şâirliğini tartışanlar vardır. Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker !  Mısralarıyla başlayan şiiri yazan bir insan, eğer şâir değilse, edebiyatta şiir  diye bir bölüm de yoktur. Zayıf bestesine rağmen İstiklâl Marşı, her mısraı ile bir şimşektir. Her kelimesi, vatan – millet sevgisini, zevk olarak yüreğinde hissedenlerin, yaşayanların tüylerini ayağa kaldırır.  İşte ancak bu duygulardan nasibini alamamış olanlar, O’nu şâir olarak kabul etmezler, edemezler. Hazmedemedikleri Âkif’in şâirliği değil,  sarsılmaz imânından gelen vatan – millet sevgisidir.

O, ömrünün son yıllarını Mısır’da geçirdi. Fakat iddia edildiği gibi; şapka giymemek için Türkiye’den uzaklaşmak…  amacıyla değil. Bu iddia da  asılsızdır, iftirâdır.  Abbas Halim Paşa, Safahat’ı okumuş ve etkilenmişti. Şâirini tanımak amacıyla O’nu Kahire’ye dâvet etti. Şâirimiz Orada, günlük meselelerden uzak bir ortamda,  yazmayı ömrü boyunca tasarladığı, Selâhaddin Eyyübi’nin hayatını anlatan piyesi kaleme alacaktı. Geçim zorluğundan uzak, rahat bir ortam bulabileceğini tahmin ediyordu. O’nun için dâveti kabul etti. Mısır hükümeti kendisine yüksek ücretli bir görev verdi: Kahire Üniversitesi’nde Türkçe ve Türk Edebiyatı profesörlüğü.

Mehmet Âkif Ersoy, yalnız söz meydanının değil, er meydanının da sayılı yiğitlerinden biri idi. Hayatında hiçbir yamukluğa, çarpıklığa  rastlayan olmamıştır. Mert, asil ve vakur bir insandı. Bütün bu hasletleri, engin bir tevâzu ile gizleyebilen çok az insan vardır.

Ölüm  öncesi günleri O’nun için; yazamadığı eserlerinin acısından çok, sevdiği inandığı ve bağlandığı Allah’ına kavuşma müjdesinin mutlulukları ile dolu idi. Bu duygularla yeni bir dünyaya kanat açtı, uçmağa vardı. Mekânı Cennet olsun ! 

Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını, /  Bana çok görme İlâhî! bir avuç toprağını.

HAKKINDA YAZILANLARDAN BİR BÖLÜM:

Âkif, şâir, vatanperver ve karakter adamı olmak bakımından mühimdir. Şairliğine kimse itiraz edemez. Onun oldukça bol manzum eserleri arasında öyle parçalar vardır ki Türk edebiyatı tarihinde ölmez mısralar arasına girmiştir.
Vatanperverliği, tam ve tezatsız bir vatanperverliktir. Âkif, sözle vatanperver olduğu halde fiille bunu tekzip edenlerden değildi. Vatan-perverâne şiirler yazdığı halde en sefil bir namert ve en rezil asker kaçağı hayatı yaşayanları bir balon gibi şişirmeye çalışanlar  henüz aramızda bulunduğu için Âkif'in vatan-perverliği  daha da yüksek bir değer kazanır.
Karakter adamı olmak bakımından ise Âkif eşsizdir. O, daima bulunduğu kabın şeklini alan bir mayi veya cıvık bir karışım değil; şeklini sıcakta, soğukta, borada, kasırgada muhafaza eden bir granit heykel heybetindedir.  

İslâmcı olmasını kusur diye öne sürüyorlar. İslâmcılık dünün en kuvvetli seciyesi ve en yüksek ülküsü idi. Bugünkü Türkçülük ne ise dünkü İslâmcılık da o idi. Esasen İslâmcılık Osmanlı Türklerinin millî mefkûresiydi. On dördüncü asırdan beri Türklerden başka hiçbir Müslüman millet, ne Araplar, ne Acemler, ne de Hintliler İslâmcılık mefküresi gütmüş değillerdir. Bir Osmanlı şairi olan Akif’te millî mefkûre kemaline ermiş, fakat yeni bir millî mefkûrenin doğuş zamanına rastladığı için geri ve aykırı görünmüştür.

Mazide yaşayanların fikir ve mefkûreleri bize aykırı gelse bile onları zaman ve mekan şartları içinde  mütalaa ettiğimiz zaman haklarını teslim etmemek küçüklüğüne düşmemeliyiz.

Çanakkale şehitleri için yazdığı şiir kâfidir. Başka söz istemez...

Âkif inandı, dönmedi ve öyle öldü.

HÜSEYİN NİHÂL ATSIZ  (Kızılelma. 1947, Sayı:9) (ORKUN . Kasım 1999 . 21. Sayı)

BİLGİLİK / MEHMET ÂKİF ERSOY’UN KALDIĞI TÂCEDDİN DERGÂHI:

Ankara’da Hamamönü mevkiinde inşa edilen dergâhın kurucusu Tâceddinzâde Mustafa Efendi hakkında kaynaklarda yeterli bilgi bulunmamaktadır. Aslen Ankaralı bir ailenin çocuğu olduğu biliniyor. Ailenin Bursa’ya gidip daha sonra tekrar Ankara’ya döndüğü rivayet edilir. Adı ve Ankaralı olduğuna dair bu rivayet onun, Bursa Kaplıca Medresesi müderrisi iken 1010 (1601) yılında Ankara’ya müftü tayin edilen ve 1609 yılında burada vefat eden Tezkireci Tâceddin Efendi’nin oğlu olabileceğini düşündürmektedir. Ailesinin Niksar-Samsun yöresinde beylik kuran Tâceddinoğulları ile ilgisinin bulunması da ihtimal dâhilindedir. Tâceddinzâde Mustafa Efendi adına ilk defa, 1664’de Ankara’da düzenlenen Aslanağa bin Muslu Vakfiesi’nin şahitler listesinin başında rastlanmaktadır. Tâceddinzâde’nin dergâhla birlikte bir de cami yaptırdığı anlaşılmaktadır. Bu bilgiden hareketle Tâceddin Camii ve Dergâhı’nın 17. yüzyılın ortalarında faaliyete başladığı söylenebilir,

 

Evkâf-ı Hümâyun Nezâreti’nin 1853 yılına ait teftiş raporunda, ‘Tâceddinzâde Mustafa Efendi’nin Tekke Ahmed Mahallesi’nde Şeyh Paşa Zaviyesi yerinde yaptırdığı cami ve zaviye’ ifadesi yer almakta ve onun Aziz Mahmud Hüdâyî’nin halifeleri arasında bulunduğu kaydedilmektedir. Aynı ifadeye bir tevcih defterinde de rastlanmaktadır. Oldukça geç tarihli bu kayıtlar Tâceddinzâde’nin Aziz Mahmud Hüdâyî’nin halifesi, dolayısıyla Celvetî şeyhi olduğuna dair Ankara halkı arasındaki rivayetle örtüşmekteyse de Aziz Mahmud Hüdâyî’nin bilinen halifeleri içinde böyle bir isme tesadüf edilmemektedir. Fakat Aziz Mahmud Hüdâyî’nin Bursa’dan İstanbul’a gelip 1584 yılında Küçükayasofya Tekkesi’nde şeyhlik yaptığı ve burada 1628 yılında vefat ettiği bilindiğine göre Tâceddinzâde Mustafa Efendi’nin gençlik yıllarında ona yetişmesi ve kendisiden icazet almış olması kuvvetle muhtemeldir. Esasen halk arasındaki yaygın inanç da onun bir Celvetî şeyhi olduğu yönündedir.

Enver Behnan Şapolyo, Ankaralı Şemsîzâde Ahmed Efendi tarafından kendisine hediye edilen, Şeyh Derviş Muslu Ankaravî’nin 1147’de  derlediği mecmuada Tâceddinzâde’nin evrâdıyla dergâh şeyhlerinin bir listesinin, çeşitli menkıbelerin ve Tâceddinzâde’nin şiirlerinin yer aldığını belirtir. Sözü edilen mecmua bugün kayıptır. Çeşitli nüshaları bulunan evrâd metni Sadi Bayram, Kâmil Şahin koleksiyonundaki Tâceddinzâde’nin bazı şiirlerini ihtiva eden risale ise Mustafa Aşkar tarafından yayımlanmıştır. Tâceddinzâde Mustafa Efendi’nin ölüm tarihi bilinmemektedir. 1853 tarihli teftiş raporundan çocuğu olmadığı anlaşılan Mustafa Efendi’den sonra dergâhın şeyhlik görevi 1717’de Abdurrahman Efendi’nin türbedar tayin edilmesine kadar Gizil Şeyh Mehmed Efendi ve soyundan gelenlerce sürdürülmüştür.

Şeyh Abdurrahman Efendi’nin ardından bu görev babadan oğula intikal suretiyle Pîr Mehmed, Şeyh Osman ve Mustafa Efendi’ye, 1827’de Mustafa Efendi’nin kardeşi Osman Vâfî Efendi’ye, 1853’te Osman Vâfî’nin oğlu Mehmed Şerif Galib’e (ö. 1899) geçmiştir. Dergâhın son şeyhi Galib Efendi’nin oğlu Mustafa Tâceddin Efendi’dir (ö. 1937) Dergâhın Tâceddinzâde Mustafa Efendi’den sonra en kudretli şeyhi Osman Vâfî Efendi, ‘arzu edilmeyen hareketlere teşebbüs etmek’le suçlanarak Kayseri’ye sürgün edilmiş, üç buçuk ay sonra affedilip Ankara’ya dönmüştür. Onun şeyhlik döneminde mevcut yapıların tamiri, ek binaların inşası, dergâhın istikrarlı gelir kaynaklarına kavuşturulması konularında önemli gelişmeler olmuştur.

Bugün Hacettepe Üniversitesi Kampusu sınırları içinde kalan ve selâmlık bölümü Mehmed Âkif Ersoy Müzesi olarak kullanılan Tâceddin Dergâhı’nın ilk durumu hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Sadece caminin ilk şeklinin toprak örtülü ve diğer aksamın ahşaptan olduğu kaydedilmekte, Abdülmecid döneminde onarımlar yapıldığını, bazı binaların yeniden inşa edildiğini düşündüren belgelere rastlanmaktadır. Bu belgelerde tamire muhtaç birimler sıralanırken cami, türbe, dergâh ve derviş odalarından bahsedilmektedir. Bu durumda yapıların bir külliye niteliği taşıdığı söylenebilir. Ankara İmar Meclisi’nin 6 Ağustos 1845 tarihli kararı ile bu karara gerekçe oluşturan teknik heyet raporundan dergâhın selâmlık binasının bulunmadığı ve inşasının gerekli olduğu anlaşılmaktadır. Aynı kararda bazı bölümlerin harap durumda bulunduğu ve bazı bölümlerin ek binalarla genişletilerek tamamlanması gerektiği, ancak bunların yapılabilmesi için vakıf gelirlerine sahip olmadığı belirtilmekte ve paranın başka kalemlerden karşılanması istenmektedir. Meclis kararı ve eklerinin sadârete arzından sonra söz konusu onarımların yapılması ve yeni inşa edilecek yapıların bir an önce bitirilmesi için keşif dosyaları Evkâf-ı Hümâyun Nezâreti’ne intikal ettirilmiştir. Dokuz yıl sonra bir şikâyet üzerine hazırlanan teftiş raporundan gereken onarımların gerçekleştirildiği, selâmlık binasının inşaatının tamamlandığı, mutfağın çalıştığı, gelirlerin tahsil edildiği, harcamaların yapıldığı, muhasebe kayıtlarının tutulduğu ve dergâhın hizmete açık olduğu anlaşılmaktadır. 1892’de cami, minare ve türbenin yıkılarak Sultanİkinci Abdülhamid Han’ın hazîne-i hâssadan tahsis ettiği 60.000 küsur kuruşla yeniden inşa edilmesi kararlaştırılmıştır. Türbenin giriş kapısı üzerindeki manzum kitabede caminin inşasının 1901) yılında tamamlandığı kaydedilmektedir. ‘Tâcdâr-ı tâcdâran Hazret-i Suttan Hamîd / Yaptı bu dergâh-ı Tâceddîh’i tahsîne seza / Söyledi Câhid kulu lafzan tamam târihini / Bin üç yüz on dokuzda oldu bu cami bina.’ 1925 tarihli imar planlarında caminin doğusunda görülen esas hazîre, diğer şeyhlere ait dışarıdaki türbe, derviş odaları, yemekhane ve mutfak, haremlik binaları, selâmlık binası bahçesindeki şadırvan bu tarihten sonraki imar değişiklikleri ve istimlâklerle ortadan kaldırılmış, Tâceddinzâde Mustafa Vakfı adına kayıtlı sadece cami ve hazîreye ait 1285 metrekarelik iki parsel kalmıştır.

Dikdörtgen planda inşa edilen caminin batı tarafında yer alan türbe ve doğudaki minare Ankara yöresine mahsus kırmızı andezit taşından inşa edilmiştir. Tâceddin Camii, Hacı Bayram Camii gibi zâviyeli mescidlerdendir. Bağdadî kubbeli türbeyi içine alacak şekilde 1970’lerde camiyi genişletmek amacıyla yapılan ilâveler 2008 yılındaki restorasyon sırasında kaldırılmıştır. Caminin giriş kapısının tam karşısında yer alan çeşme çekilen avlu duvarının dışında kalmıştır. Oluk arkalığına yerleştirilen, sert Ankara taşından beyaz mermer kitabeye göre çeşmeyi Serattarzâde’nin zevcesi Fatma Hanım 1897’de yaptırmıştır. Bugün suyu akmayan çeşme toprak altında kalma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Tâceddin Türbesi, eskiden olduğu gibi Ankara’da Hacı Bayrâm-ı Velî Türbesi’nden sonra en çok ziyaret edilen bir merkez durumundadır. Caminin dışında günümüze ulaşan tek yapı, Mehmed Âkif’ Ersoy’un 17 Şubat 1921’de içinde İstiklâl Marşı’nı yazdığı selâmlık binasıdır.

 Tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra bu bina ‘avlulu ahşap mektep’ olarak Ankara Vilâyeti İdâre-i Husûsiyyesi’ne devredilmiştir. Çeşitli sebeplerle hazine, belediyeler ve özel idarelerin mülkiyetine geçen vakıf gayrimenkullerinin yeniden Vakıflar İdaresi’ne dönmesini öngören kanun ve ilgili tüzük hükümleri uyarınca 485 metrekqrelik bir saha üzerinde yer alan selâmlık binasının tapusu 11 Kasım 1986 tarihinde Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne geçmiştir.

 Mehmed ÂkifErsoy, Nisan 1920’de Ankara’ya gelişinden itibaren yakın arkadaşları Hasan Basri (Çantay), Müftüzâde Abdülgafur (İştin) ve Mehmet Vehbi ile (Bolak) birlikte Mayıs 1921 tarihine kadar Tâceddin Dergâhı’nın selâmlık binasında kalmış, Safahat’ın altıncı kitabı Âsım’ı burada tamamlamış, İstiklâl Marşı’nı, Süleyman Nazif ve Bülbül başlıklı şiirlerini burada yazmıştır. Eşref Edip Fergan’ın; ‘Dergâh deyince dervişler, âyinler hatıra gelmesin. Eşraftan birinin âdeta selâmlık dairesi. Ufak bir köşk gibi muntazam yapılmış. İçi dışı boyalı. Döşenip dayanmış, güzel ve geniş bir bahçesi var. Türlü türlü meyveler. Önünde bir şadırvan, şırıl şırıl sular akıyor.’ Şeklindeki ifadeler ile yapılacak selâmlık binasını tarif eden Ankara İmar Meclisi’nin kararında geçen kayıtlar tamamen örtüşmektedir.

MEHMET ÂKİF ERSOY’UN EN ÖNEMLİ ESERİ

SAFAHAT

Milletimizin, dilimizin ve bağımsızlığımızın şâiri, Mehmet Âkif Ersoy tarafından yazılan Safahat yedi kitaptan oluşmaktadır. Önceleri ayrı ayrı basılan bu eserler Latin harfli baskılarda bir araya getirilmiş olup, on iki bin mısra'dan teşekkül etmiştir. Safahat dışında kalan şiirleri 1975'ten itibaren ek bölüm olarak Safahat'a alınmıştır.

1. Kitap: (Safahat) 1908-1910 yılları arasında yazılmış sosyal ve tarihî manzum hikâyeleri, manzum tasvirleri, istibdadı kötüleyen şiirleri içine almaktadır.

2. Kitap: (Süleymaniye Kürsüsünde) Türk bayrağı altında İslam birliğini telkin amacıyla yazılmış, Rusya Türklerinden Alimcan İbrahim Efendi'nin Sülaymaniye'de verdiği bir vaaz şeklinde düzenlenmiştir. Güzel tasvirler, manzum fıkralar, zamanın geriliğini anlatan parçalar vardır.

3. Kitap: (Hakkın Sesleri) Bazı âyet ve hadislerin manzum yorumlarıyla Türk  milletini, İslâm Birliği içinde iyimserliğe, kurtuluşa, yükselişe çağırır, yaraları tedaviye çalışır.

4. Kitap: (Fatih Kürsüsünde) İkinci kitapta adı geçen vaaz burada da daha olgun ve sistemli olarak marifet ve fazilet konularını işler.

5. Kitap: (Hatıralar) Şairin Birinci Dünya Savaşı yıllarında yaptığı Berlin, Mısır ve Necid seyahatlerinin ibretli hatıraları olarak batıyı ve bizi değerlendirmesi bakımından önemlidir.

6. Kitap: (Asım) Aruza ve Türkçe'ye hakimiyeti bakımından en güzel eseri sayılan bu kitapta memleketi kurtaracak gençliğin sembolü olarak marifet ve faziletle yüklü Âsım ve nesli için sohbet tarzında düşünceler dile getirilir.

7. Kitap: (Gölgeler) Kurtuluşu müjdeleyen şiirleri ile Mısır'da yazdığı dini-lirik, karamsar ve bezgin manzumelerden oluşmaktadır.