Adı az bilinen hiciv şâiri Namdar Rahmi*:
‘Bir soğan soyulurken yaşarıyor da gözler,
Vatandaş soyulurken, aldırmıyor öküzler.’ Diyor.
Üstat Necip Fâzıl Kısakürek de bir yazısında: ‘Şuradan bir halı götürseler, kıyâmeti koparırız. Fakat ruhumuzu çalıyorlar da kimse sesini çıkartmıyor.’ Diye şikâyet ediyor.
Dilimiz, kültürel değerlerimizin temel taşıdır. Güzel Türkçemizden, bebe ağzındaki ana sütü kadar lezzetli ve güzel kelimelerimiz çalınıyor, kültürümüz alınıp götürülüyor, ilgisiziz.
Sözlü ve yazılı basın organlarında her gün, her saat güzel Türkçemiz katlediliyor. ‘Durun...’ diyen yok.
Târihin akışı içerisinde her dile, diğer dillerden bir takım kelimeler girmiş, yerleşmiştir. Bu yabancı kelimeler, girdikleri dillerin içerisinde bâzen harf değişiklikleri, bâzen de vurgulama farklılıklarıyla kullanılır. Zaman zaman da iki değişiklik bir arada gerçekleşir.
Türkçemizde bu tür kelimelerden bir hayli vardır.
Farsçadaki ‘merdüban’, bizde ‘merdiven’; ‘badam’, ‘bâdem’ olmuştur. Güzel gözler için sıfat olarak kullanılmış, ‘bâdem gözlü’ güzellere şiirler yazılmıştır.
Dilimizde Türkçe kelimeler vardır, Türkçeleşmiş kelimeler vardır. Türkçeleşen kelimelerde monoton bir sesten, ses zenginliğine akan bir mûsıkî hissedilir. Bu mûsıkî sesin, hürriyet içerisinde melodi hâline dönüşmesidir. Güfte ile bestenin kaynaşması gibi…
‘Ana'nın, ‘anne’ye; ‘ala’nın, ‘elâ’ya; ‘maral’ın; ‘merâl’e; ‘Cebe Ali’nin, ‘Cibâli'ye; ‘Salanikos’ un, ‘Selânik’e dönüşmesi hep Türk’ün dil zevki ile söyleyişinin mûsıkî hâline dönüşmesidir. Kaba söylenişler, Türk'ün zevk imbiğinden geçirilerek incelmiş, saflaşmış ve billurlaşmıştır.
Bir de nereden geldiği belli olmayan, kaba bir zevksizlikle uydurulmuş şu kelimelere bakınız: Sakınca, dörüt, yapıt, yaşantı, dingin, devingen...
Kelimeler, cisimlerin ve mânâların târifi değil, ismi olarak kullanılır. Buna rağmen, en gencinden en yaşlısına, câhilinden âlimine kadar Türk olan herkes, Türkçeye yerleşmiş kelimelerin çoğunun kökünden, ekinden ve söylenişinden bâzı ipuçlarına ulaşabilir. Hiçbir kaide tanımaksızın uydurulan kelimeler ise soğuk ve yabancıdır.
Özellikle tıp, müzik, iktisat ve haberleşme alanlarında ilmî ifâde kolaylıkları bakımından kullanmak mecburiyetinde kaldığımız pek çok kelime vardır. Bu kelimeleri kendi malımız gibi kullanmamıza rağmen anlamakta zorlanırız. Yeryüzünde katışıksız bir arı dil bulunmamasına rağmen, öz dilleri konusunda hassas milletler, yabancı kelimeleri kullanmaktan kaçınmaya ve o kelimelere karşılıklar bulmaya çalışırlar. Yabancı kelimenin mânâsını ve kapsamını ifâde edebilecek bir kelimeyi, kendi dillerinin kaideleri içinde üretmek, beğenilecek bir davranıştır. Bunu yaparken mutlaka belli kaidelere bağlı olmak şartı vardır. Kelime üretmek, yazarların değil, dil bilginlerinin işidir. Dil bilginleri, ürettikleri kelimeleri, millete teklif ederler. Millet benimserse, devletin resmî yayın organlarında ve ders kitaplarında kullanılır. En iyi seçiciler de şâirlerdir.
‘Mâyi mahrukat’ yerine ‘Akaryakıt’; ‘Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisliği’ yerine ‘Genel Kurmay Başkanlığı’ ve diğerleri böyle oluştu.
Teknolojinin gelişmesi ve icatlar, anlatım vasıtası olan kelimeleri yetersiz hâle getirdi. Yeni kelimelere ihtiyaç var. Teknolojik gelişmeyi sağlayan veya icadı gerçekleştirenler, buluşlarını isimlendiriyorlar. Biz de aynen kabulleniyoruz. Bir kısmımız o kelimeyi orijinal dilindeki şekliyle yazıyor. Oysa ki kaide; Türkçe okunuşu gibi yazmaktır. ‘Vücudun umûmî tıbbî kontrolü’ mânâsındaki kelimenin 'chek-up’ şeklinde yazılması yanlıştır. Doğrusu ‘çekap’ şeklinde yazıp - okumaktır. Bu kelimenin yerine, kısa bir süre içerisinde uygun bir karşılık bulununcaya kadar böyle devam edilebilirdi. Fakat o imkân artık kalmamıştır.
Destinasyon, enflasyon, konvansiyonel, sponsor, transformasyon gibi kelimelere de karşılıklar bulmalıydık. ‘Lansman’ kelimesinin yerine ‘tanıtım’ kelimesini tercih etmeliydik. ‘Performans Sanatları Merkezi’ yerine ‘Gösteri Sanatları Merkezi’ diyebilmeliydik. ‘Performans’ kelimesi dilimizden; ‘başarı’, ‘fiil’, ‘gösteri’, ‘iş’, ‘liyakat’, ‘verim’, ‘yüksek verim’ kelimelerini attı; dilimizi fakirleştirdi.
Televizyondan önce / sesli yayın âletlerini dinliyor, yazılı yayın organlarını okuyor, tiyatro ve sinemayı seyrediyorduk. Televizyonla birlikte ‘izlemek’ kelimesi, dilimize dâvetsiz misâfir gibi girdi ve yerleşti.
Televizyon, radyo gibi dinleme özelliği olmakla birlikte, tiyatro ve sinemada olduğu gibi, görme- seyretme tarafları ağır basan bir yayın vâsıtasıdır. Ancak ‘izlemek’ kelimesi; ‘tâkip etmek’, ‘Peşine düşmek’, ‘izinde gitmek’ gibi, daha ziyâde vücudun tamamı kullanılarak gerçekleştirilebilen bir harekettir. Televizyon ise, gözle ve kulakta faydalanılan bir âlettir. Burada, ‘izlemek’ kelimesine, bilinenin dışında yeni bir mânâ yüklenmiş oluyor. Kelimelere yeni mânâlar yüklenmesi, dilimizi kısırlaştırıyor, fakirleştiriliyor. Bilindiği gibi dilin zenginliği, aynı işi, aynı mânâyı, birden çok kelime ile ifâde edilmesi ile gelişir. Her bir kelimede aynı işin ve mânânın, derinliği, şiddeti, ağırlığı ve ehemmiyeti vurgulanmış oluyor.
Bâzı insanlar, televizyonu seyreder, dinlemez. Dinleyenler seyretmiyor olabilirler. Hepsini, başka mânâları da olan ‘izlemek’ kelimesiyle anlatmaya çalışmak, hem dilimizi fakirleştiriyor, hem anlaşmayı zorlaştırıyor.
Bazen de harf yetersizliğinden bazı kelimeleri yazamıyoruz.
Türkçe imlâ kaidelerinden inceltme işaretlerini kaldıranlar, yetersizliklere çâre bulmalılar.
Atmosferde bulunan su buharının donmasıyla meydana gelen ve hafif tânecikler hâlinde uçuşarak yağan beyaz renkli su kristallerinin adı olan ‘kar’ ile alışveriş işlerinden elde edilen kazanç mânâsındaki ‘kâr’ kelimelerinin aynı şekilde yazılması tavsiye ediliyor. Okuyanın cümlenin gelişinden hangisinin kast edildiğini anlayabileceği belirtiliyor. Haklı olabilirler.
Fakat…
Tavsiye edenler; ‘Ben kârımı işçilerimle paylaşmaktan huzur duyarım’ cümlesini ‘şapka’ denilen (^) işâretini kullanmadan yazabilirler mi?
*Namdar Rahmi (Karatay): Felsefeci ve hiciv şiirleri yazarıdır. 1896’da Kütahya’da doğdu. İlk ve ortaokulu Kütahya’da, Liseyi Niğde’de okudu. Kısa bir müddet öğretmenlik yaptıktan sonra Paris’e gitti. Sorbon Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden diploma aldıktan sonra Türkiye’ye döndü, lise ve eğitim enstitülerinde felsefe öğretmeni olarak çalıştı. Dergi ve gazete yayınladı. Geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye başlıklı şiiriyle tanındı. 1953 yılında İstanbul’da vefat etti.