Devletler; monarşi, meşrutiyet, oligarşi ve cumhuriyet adı verilen sistemlerle yönetilirler.
Monarşi sisteminde, devletin yönetiminde bütün yetki; kral, şah, pâdişah, hükümdar, imparator adı ile anılan bir kişinin uhdesindedir. Devletin yönetimi ekseriya, babadan evlada geçer veya hânedân üyeleri tarafından kendi aralarından seçilir.
Meşrutiyet sisteminde; devlet bir kişinin yönetimi altında olmakla birlikte, hükümdarın veya bir başbakanın başkanlığı altında halk tarafından seçilmiş bir meclis vardır. Kanunlar bu meclis tarafından yapılır, hükümdarın tasdikinden sonra yürürlüğe konulur.
Oligarşi sisteminde devlet, az sayıdan oluşan bir heyet tarafından yönetilir.
Cumhuriyet yönetiminde hâkimiyet, milletin oylarıyla seçilen meclise aittir. Meclis tarafından veya doğrudan halk tarafından seçilen Cumhurbaşkanı devletin temsilcisi ve silahlı kuvvetlerin başkumandanıdır. Meclis üyeleri arasından seçilen veya belli sayıda olmak üzere meclis dışından vazifelendirilen bakanlar tarafından yönetilir.
Cumhuriyet, hâkimiyetin bir tek kişinin şahsında toplanmasını engelleyen bir yönetim sistemidir. Kelimenin sözlük anlamı ‘halka mahsus idâre, halk idâresi’ olmakla birlikte tatbikattaki şekiller çok büyük farklılıklar gösterebilir. Bu farklılıklar sebebiyle Cumhuriyet ile demokrasi kelimeleri aynı mânâda değildir. Sovyetler Birliği, cumhuriyet olmakla birlikte demokrasi yoktu. İngiltere krallık sistemiyle idâre edilmekle birlikte, demokrasinin beşiği olarak bilinir. Ayırt edici husus, sistemin tek partili veya çok partili olmasında ve yönetimde söz sâhibi olan kişilerin halkın serbest oyu ile seçilmesinde ve sonraki seçimde, seçmenin oy çokluğu ile değiştirilebilmesindedir. Cumhuriyet rejiminde başkanlık, yarı başkanlık, cumhurbaşkanı ile başbakanın aynı ve farklı kişiler olduğu değişik sistemler vardır.
Antidemokratik cumhuriyetlerde seçimler göstermelik olarak yapılır. Adâlet mekanizması, başkandan veya cumhurbaşkanından gelecek tâlimatla çalıştırılır. Göstermelik mâhiyetteki hâkimler ve savcılar kurulu, tepe yöneticisinin insiyatifindedir. Yargıtay, danıştay ve sayıştay gibi denetim organları doğrudan değilse bile dolaylı yoldan başkan veya cumhurbaşkanına bağlıdır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin 1924 Anayasası’nda ‘Türkiye Cumhuriyeti, ülkesiyle ve milletiyle bölünmez bir bütündür’ ifâdesi, anayasa değişikliklerine rağmen hep yürürlükte kalmıştır. Bu sebeple, teknik mânâda cumhuriyet, bir hükümet biçimidir.
Cumhuriyet bir biçimi, demokrasi ise muhtevâyı ifâde eder. 1982 Anayasası’nda; ‘Türkiye Devleti bir cumhuriyettir’ ifadesiyle yetinilmemiş, ‘cumhuriyetin nitelikleri’ başlığı altında, Türkiye Cumhuriyeti ‘... demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir’ denilerek, cumhuriyetin muhtevâsı da belirtilmiştir. Çünkü İngiltere’deki gibi, monarşik bir yönetimin demokratik olabilmesine karşılık, cumhuriyet yönetimi de antidemokratik olabilir.
Osmanlı Cihan Devleti; 23 Aralık 1876’da başlayıp ‘93 Harbi’ olarak da anılan 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı sebebiyle 14 Şubat 1878 târihinde sona erdirilen Birinci ve 24 Temmuz 1908 târihinde başlayıp, Osmanlı Devleti’nin târih sahnesinden çekilmesi ile 05 Kasım 1922 târihinde kendiliğinden sona eren İkinci Meşrutiyet dönemleri hariç, Monarşi ile fakat âdil bir sistemle yönetildi.
CUMHURİYETE DOĞRU…
Birinci Dünya Savaşı’na Almanya’nın müttefiki olarak giren 622 yıllık Osmanlı Cihan Devleti, mağlup oldu. Rakip cephede yer alan ve ‘İtilaf Devletleri’ olarak anılan Fransa, İngiltere, Rusya, İtalya, Japonya ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Türkiye’yi paylaşmaya kalkıştılar. İngilizler ve Fransızlar İstanbul’u, Fransızlar Adana’yı, İngilizler Urfa, Maraş, Merzifon ve Samsun’u işgal ettiler. İtalyanlar Antalya, Muğla, Bodrum, Afyon, Akşehir ve Konya’da asker bulunduruyorlardı. Yunanistan ise İngilizlerin ve Fransızların tahrik ve desteği ile İzmir’e asker çıkardı.
Ayrıca Osmanlı Devleti himâyesi altında, ‘vatandaş’ hüviyeti ile asırlar boyunca huzur ve güven içerisinde yaşayan Ermeni ve Rum azınlıklar, açık ve gizli olarak teşkilatlandılar. Daha fazla hak elde etmek için işgal kuvvetleri ile işbirliği yaptılar. Rumlar Trabzon ve Samsun başta olmak üzere bütün Karadeniz bölgesinde, Ermeniler Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da faaliyet gösterdiler.
Mondros Mütârekesi, Birinci Dünya Savaşı bittikten ve Osmanlı Devleti, müttefiki Almanya ile birlikte mağlup ilân edildikten sonra 30 Ekim 1918’de imzalandı. Mütâreke, Türkiye aleyhine çok ağır şartlar ihtiva ediyordu. Ordu terhis edilecek, silahlar müttefiklere verilecekti. Anlaşmada hüküm olmamasına rağmen Anadolu topraklarının çok büyük bir bölümü işgal edildi.
Doğu Anadolu’da, Erzurum merkez olmak üzere vazife gören Kâzım Karabekir (1882-1948), kendisine has zekice taktiklerle askerini terhis etmedi, elindeki silahları ve cephâneyi vermedi. İstanbul’a çağrıldı ise de tekrar Doğu Anadolu’da görev talebinde bulundu ve talebini kabul ettirdi. Erzurum’a dönmeden önce; Mustafa Kemal Paşa (1881-1938), İsmet İnönü’ye (1884-1973) Millî Mücâdele’yi başlatma teklifinde bulundu.
13 Kasım 1918’de düşman askerleri İstanbul’a gelmeye başlamışlardı. İstanbul ve Boğazlar savaş gemileriyle abluka altına alındı. İzmir 15 Mayıs 1919 târihinde Yunanlılar tarafından işgal edildi. Mustafa Kemal Paşa, Ordu Müfettişi görevi ile 19 Mayıs 1919 Cuma günü Samsun’a hareket etti. 3 Temmuz 1919’da Erzurum’a geçti. Sultan Vahdettin Han (1861-1926), İngiliz işgal kuvvetlerinin baskıları neticesinde Mustafa Kemal Paşa’nın tevkif edilerek İstanbul’a gönderilmesini emretti. Mustafa Kemal Paşa, askerlikten istifa ettiğini bir telgrafla İstanbul’a bildirdi. Yâveri Albay Kâzım (Dirik) (1880-1941), ‘Paşam siz istifa ettiniz. Evrakları kime teslim edeyim’ diye sorunca Mustafa Kemal Paşa, üzüntü ile koltuğuna çöker gibi oturdu. Tam bu esnada, Kâzım Karabekir Paşa’nın bir müfreze askerle birlikte bulundukları binaya geldiğini haber verdiler. Tevkif için geldiğini zannedenler panik içerisindeydiler. Mustafa Kemal Paşa kendisini ayakta karşıladı. Karabekir Paşa, sert bir selâm vererek; ‘Ben ve kolordum emrinizdeyiz Paşam’ dedi. Başlatılan Kurtuluş Savaşı böylece düşünceden fiiliyata geçmiş oldu.
Karabekir Paşa, Doğu Anadolu’da hâkimiyeti tesis edince elindeki asker, silah ve cephâneyi Batı Cephesi’ne gönderdi. Birinci ve İkinci İnönü Savaşları, Dumlupınar ve Sakarya Meydan Savaşı zaferlerinden sonra 9 Eylül 1922’de Yunan askeri İzmir’den gemilere binerek Anadolu’yu, 6 Ekim 1923 târihinde de 5 yıl devam eden İstanbul işgalinden sonra Fransız ve İngiliz Askerleri İstanbul’u terk etti.
Kurtuluş Savaşı kazanılmıştı. Sıra yeni devletin kuruluşuna gelmişti. Mustafa Kemal Paşa, 28 Ekim 1923 günü berâberindekilere, ‘yarın Cumhuriyet’i ilân ediyoruz’ müjdesini verdi. 29 Ekim 1923 günü, Türkiye’nin her tarafında top atışlarıyla Cumhuriyet’in ilanı duyuruldu.
Paşaların İhtilafı:
Erzurum’da da top atışı yapılmıştı. Erzurum Valisi, Karabekir Paşa ile birlikteydi. Top atışlarının sebebi sorulunca, Vali Bey, ‘Cumhuriyet’in ilan edildiğini’ açıkladı. Karabekir Paşa bu defa, ‘atıştan evvel kendisine neden haber verilmediğini’ sordu. Sorusuna soru ile karşılık verildi: ‘Haber verilse idi top atılmaması emri mi verecektiniz?’ Karabekir Paşa, ‘Hayır. Fakat... biz bunu konuşmamıştık’ diyerek kararın alınmasının dışında kalmanın verdiği rahatsızlığı belirtti.
Karabekir, hem milletvekili hem de Ordu Müfettişi olmasına rağmen Cumhuriyetin ilanı hakkında kendisine bilgi verilmediği için üzgündür. Millî Mücâdele’nin diğer liderlerinden Ali Fuat (Cebesoy) Paşa (1882-1968), Refet (Bele) Paşa (1881-1963) ve Rauf Orbay) Bey (1880-1964) ise bu sırada İstanbul’dadırlar. Cumhuriyetin ilanını orada öğrendiler.
Cumhuriyet’in ilânından önce, 5 Ağustos 1923’de Türk Silahlı Kuvvetleri savunma açısından yeniden teşkilatlanmış, yüksek kumanda kademelerinde yeni tâyinler yapılmıştı. Yeni teşkilatlanma ile 3. Ordu Müfettişliği kurulmuş, Kara Kuvvetleri 9 Kolordu, 18 piyade tümeni, 3 süvari tümeni ve İzmir, Çatalca, Erzurum ve Kars müstahkem mevkiilerinden oluşturulmuştur.
Cumhuriyetin ilan edildiği târihte Kâzım Karabekir merkezi Ankara’da fakat görev yeri İstanbul’da olan 1. Ordu Müfettişidir. 2. Ordu Müfettişi bu göreve 21 Ekim 1923’de tâyin edilen Ali Fuat (Cebesoy) Paşa’dır. 3. Ordu Müfettişi Cevat (Çobanlı) Paşa (1870-1938) 21 Ekim 1923’de tâyin edilmiştir.
İddialara göre; Mustafa Kemal, Cumhuriyeti ilan ederken sâdece meclise emrivaki yapmakla kalmamış, Kumandanların görevlerine başlamalarından çok kısa bir süre sonra Cumhuriyetin ilân edilmesini sağlayarak, Kumandanların yeni görevlerinde başlarına geçtikleri güçler ile temasa geçip, muhtemel bir direniş göstermeleri imkânını ortadan kaldırmıştır.
Paşalar arasındaki ihtilaf, Şubat 1925’te başlayan Şeyh Sait (1865-1925) İsyanı ve 14 Haziran 1926 târihinde Mustafa Kemal Paşa’yı hedef alan İzmir Suikastı ile daha da derinleşti ise de cumhuriyet devam etti.
Millî Mücâde’nin liderliği, Cumhurbaşkanlığı, Meclis Başkanlığı ve Başbakanlık konusunda hiç kimse, Mustafa Kemal Paşa’ya itiraz etmediği gibi rakip de olmadı. Millî Mücâdele’nin öncü liderler kadrosu olarak ‘ilk beşler’ adı ile anılan ekip, Anadolu’ya geçiş sırasıyla: Ali Fuat (Cebesoy), Kâzım Karabekir, Mustafa Kemal Paşa, Refet (Bele) Paşa ve Rauf (Orbay) Bey’dir. Hepsi, daha İstanbul’da iken Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğini kabul etmişlerdi.
Kuruluştan sonra tâkip edilecek politika, karar mekanizmasının nasıl çalışacağı gibi hususlar anlaşmazlıkların özünü teşkil ediyordu.
Anlaşmazlıklar sebebiyle adı ön plana çıkan kişi Karabekir Paşa olmuştur. O, nev’i şahsına münhasır bir şahsiyetti. Çok yönlü bir insandı. Okuyor, düşünüyor, tefekkür ediyor, çözümler üretiyor ve bütün bunları kitap hâlinde yayınlıyordu. 50’den fazla kitap yazmıştı. O dönemin paşaları içerisinde, kitap yazma konusunda açık ara ile önde idi. Atatürk’e zaman zaman itiraz etmiş, işlerin nasıl olması gerektiği hususunda düşüncelerini söylemekten çekinmemiş olmasına rağmen hiçbir zaman saygıda kusur etmemiştir. Bütün bunlara; Karabekir Paşa’nın zayıf bir zan üzerine idam talebiyle yargılanması uzun yıllar tâkip altında bulundurulması, evinin aranarak bütün belge ve notlarına el konulması suretiyle mağdur edilmiş olduğunu da eklemek gerekir. Kurmuş olduğu ve genel başkanlığını üstlendiği ‘Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’ isimli partisinin, hem de ‘devlet aleyhine zararlı faaliyetlere karışmış olmakla’ itham edilerek kapatılması da hatırlanmalıdır.
Onun, Atatürk hakkındaki tavrını ortaya koyan düşünce ve davranışını Gazeteci Mithat Sertoğlu’nun (1913-1995) yazısından okuyalım:
Atatürk’ün vefatı üzerine bir grup arkadaşla bir araya geldik ve Kâzım Karabekir Paşa’ya başsağlığı ziyâretine gitmeye karar verdik. Gruptaki en genç kişi bendim. Aramızdan birkaçı da Atatürk’ün vefatıyla birlikte artık hürriyetine kavuşmuş olmasına binaen Karabekir Paşa’ya ‘Gözün aydın’ demek düşüncesindeydi. Önce, başsağlığı dileklerimizi ilettik. Sonra aramızdan biri söz alıp, ‘Paşam! Artık hürsünüz. Bu bakımdan size göz aydınında bulunmak istiyorum’ deyince Kâzım Paşa hiddetle ayağa kalktı ve gözleri yaşlı bir şekilde şöyle dedi: ‘Beyler! Siz ne diyorsunuz? Beni yargılatıp 14 sene gözaltında tuttuktan sonra dahi aynı şartlar ortaya çıksa, yine Atatürk’ü lider seçerdim. Yine O’nun emrine girerdim. Aramızdaki bütün ihtilaflarda hep O haklı çıktı.’
Şüphesiz cereyan eden menfi hâdiselerden Kâzım Karabekir Paşa kadar değilse de Atatürk’ün de üzüntü duyduğu rahatlıkla söylenebilir.
Ve Mustafa kemal Paşa’nın Kâzım Karabekir hakkındaki düşünceleri:
22 Ocak 1921 târihinde TBMM’deki gizli oturumda Karabekir Paşa’yı ‘Komünistlikle’ suçlayan Erzurum milletvekili Hüseyin Avni (Ulaş) Bey’e (1887-1948) karşı şu sözlerle Karabekir Paşa’yı müdafaa etmiştir: ‘Kâzım Paşa’yı içinizde tanıyanlar ve tanımayanlar vardır. Karabekir Paşa gayet zekî, üstün ahlâklı, fevkalâde iyi huylu, namuskâr, tedbirli bir adamdır.’
27 Mayıs 1960 darbesi ve üç şehidimiz, 12 Mart 1971 muhtırası, 12 Eylül 1980 darbesi, 28 Şubat müdâhalesi ve 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsüne rağmen Cumhuriyetimiz devam ediyor.
Dünya durdukça devam edecek.