Bayramlık yazımızı “Türk Milleti’nin kurbana bu kadar önem vermesinin altında demek ki başka şeyler var” diye bitirmiştik. Zira Kurban Geleneğimiz pek Kur’anî değil. Peki, ne kadar Turanî?
Biz Türkler İslam’dan önce göğe, Göktanrı’ya, atalara ve hepsinin birer ruhu olduğunu düşündüğümüz akarsu, orman, toprak gibi tabiat varlıklarına kurban kesmişiz. Yetmemiş, doğum - ölüm, düğün - dernek, ziyaret - ziyafet, bayram - seyran, anma - anlaşma ne varsa bereket niyazıyla topluma ikram etmişiz. Hatta bunun için oturma düzenleri belirlemişiz, kim hangi mevkide (orun) oturacak ve etin hangi tarafını (ülüş) yiyecek; kafa yormuşuz. Belki de bu yüzden sosyal ve siyasal organizasyonlarımızın hâlâ en büyük sorunu: Protokol (!)
Sakalardan Hunlara, Göktürklerden Kırgızlara, Karluklardan Başkurtlara dek; önemli bir kişi (han, bey, tigin) öldüğünde ya atı, ya eşi, ya da maiyyetindekilerden birkaçı kabirde yoldaşlık etsin diye kurban edilirdi. Muayyen mekânlarda, bazen belirli bazen de belirsiz zaman dilimlerinde bereket, evlilik, çocuk, yağmur gibi adaklar için kurban sunmak (sungu) âdetlerini İslam’dan sonra da sürdürdük.
Birçok tarihçi Türklerde kurbanın / sunağın kanlı ve kansız olabildiğinde hemfikir.. Ki bunlardan saçı (bazı nimetleri belli yerlere ve yönlere saçma), paçavra veya çaputla kutsal (idük) makamlara niyet izhar etme çoğumuza tanıdık gelecek. İlginçtir dinen Hıristiyan olan Gagavuzlarda bile kansız kurban olarak yüce ruhlara bağışlanarak başıboş salıverilen hayvanlara “Allahlık” deniliyor. Hatta en basitinden ateşe ‘yağ’ atılır. Zaten eski Türklerde kurbana da ‘yağış’ denilir. Yani yağ ve yağcılıkla alâkalı bir tarihsel arka planımız var:)
Neticede ister yüce varlıklara hayranlık ister gazabını hafifletme talebiyle olsun, ister günaha (yazuk) kefaret ister nimete teşekkür vasıtasıyla olsun Türklerde kurban ritüeli çok yaygın ve çok seremonik bir alışkanlıktır. Hatta “attan aygır, deveden buğra, koyundan koç” gibi şekil şartları destanlarımıza konu olan işbu içtimaî eylemlerle toplumsal dayanışma ve kuşaktan kuşağa kültürel aktarım sağlanmıştır.
Bizim kuşağımıza da geçen kurbanlıkların süslenmesi, kurbanın kanının çocukların alnına sürülmesi, koç boynuzunun yüksek bir yere asılması an’ane olarak kimi yerlerde sürmekte. Hâlen devlet büyükleri kurbanla karşılanmakta, işyeri açılışlarında kurban kesilmekte, yeni bir ev yada yeni bir araba alındığında nazara uğramasın diye en kısa yoldan kurbanla / kurban kanıyla korunmaya alınmakta.
Dünyaca meşhur futbol takımlarımız bile Sezon açılışlarında bu geleneği yaşatmaktan kendilerini alıkoyamazlar. Kır düğünleri ve Sünnet cemiyetleri için de hayvan kesip kavurma-pilav dağıtmak eskimeyen âdetlerimizdendir. Hatta eskiden konu-komşunun tencerelerle yemek götürdüğü cenaze sahiplerince konu-komşuya et ikramı sözkonusu şimdilerde..
Ve “Seni veren Allah’a kurban olurum, uğrunda ölürüm”, “Derdine, kederine; kurban olayım sana”, “Denizleri aşta gel, kurbanın olam”, “Kurban olayım yârim ağlayan gözlerine”, “Gel kurbanın olayım, yoluna revan olayım”, “Kurbanım gül yüzüne”, “Sultanım; kurbanım ben sana, hayranım”, “Kurban olam güzel yârim, böyle cansız durmasana”, “Zahide’m kurbanım, ne olacak halim”, “Kurban olam dillerine”, “Çapkın edasına kurban olduğum”, “Kurbanım sana kurban”, “Kurban Olim Erzurum”, “Kurban olsam sana yârim” gibi onlarca şarkıda - türküde yaşatırız kurbanı.
Türk Mitolojisinde, millî kültürümüzde büyük bir yeri ve önemi var kurbanın. Zaten iki yazıdır Kurban Geleneğimizin Kur’anî umdelerden çok Turanî kaidelere dayandığını tespitliyoruz. Zafer Ayı vesilesiyle “Rehber Kur’an, Hedef Turan” diyenler bir an önce Kuran’ı anlayarak okumaya başlarlarsa iyi olur; Turan zaten uzak hedef.
Ha, az kalsın unutuyordum; “Dün komşumuz açlıktan öldü, bugün cenazesinde kurban kestiler.” (Ali Şeriatî)