Atilla ÇİLİNGİR

Yazar

Vatan Kavramı ve Milli Değerlerimizin Analizi

( Değerli okur;

Bu yazı dizisini kaleme almamın yegâne amacı: Büyük Türk Ulusunun canından da aziz bellediği vatan kavramının ve milli değerlerimizin kısa bir analizini sizlerle paylaşmaktır. Özellikle genç nesillerimiz için güzel Türkçemizin de ne kadar önemli olduğunu hatırlatarak; sadece bulunduğumuz coğrafyada değil, dünyanın neresinde olursa olsun Türk Ulusunun bir ferdi olmanın gururunu taşıyan herkesin bu duygu ve düşüncelerime katılacağına olan inancım tamdır.)

Ay Yıldızlı Al Bayrağımız altında yaşamaktan onur duyan, Büyük Türk Milletin ayrılmaz bir parçası olmanın gururunu taşıyan her yurttaş için ‘vatan, millet, devlet, bayrak’ kavramları kutsalımız, vazgeçilmezimizdir.

Kaldı ki atalarımız ardımızda kalan o dört bin yıllık muhteşem tarihimizi, bu dört önemli kavram üzerine inşa etmişlerdir.

Ben, devletimizin yüksek menfaatleri için 1974 yılında ata yadigârı Kıbrıs adasında savaşmış bir Muharip Gaziyim.

Ülkemizin kuruluş felsefesi olan Atatürk ilke ve devrimlerini benimsemiş, Atatürk milliyetçiliğine inanan bir yazar olarak;  Bu yazı dizisini hazırlamamın tek bir amacı vardır.

O da;

 Ülkemizin aydınlık yarınlarına ancak modern ilmin çağdaş uygulamalarıyla ulaşılabileceğini hatırlatmaktır.

Günümüz Türkiye’sinde; bizi birbirimize bağlayan milli değerlerimizin, bu değerler yumağı ile oluşan vatan kavramının kimilerince görmezden gelindiği, kimilerince küresel dünya şartlarında artık ‘’dünya vatandaşlığı’’ kavramı geçerlidir algısının yaratılmaya çalışıldığı bir süreç yaşanırken;

 Bizler için vazgeçilmez bu değerler manzumesine değinmek, Büyük Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bu son vatan topraklarımızda kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, ancak onun göstermiş olduğu ilkeler doğrultusunda çağdaş yarınlara ulaşabileceğine dikkat çekmek benim için önemli bir vatan görevidir.

Türk Milleti:

 Asırlar boyunca devlet kurduğu, yaşam sürdüğü her coğrafyada; ‘’Önce Vatan’’ kavramını canından da aziz bilmiş. Vatan tehlikeye düştüğünde; hiç tereddüt etmeden canını da, malını da bu uğurda feda etmiştir.

Bunun içindir ki, ‘’ÖNCE VATAN’’ isimli kitabımı; tarihi niteliklerimizi unutanlara, unutturmaya çalışanlara cevap olması için kaleme aldım.

 ‘Milenyumlu Yılların’ başlamasıyla birlikte, ülkemiz üzerindeki emellerinden hiçbir zaman vazgeçmeyen emperyalizmin acımasız yüzü bu defa bir toz bulutu gibi vatan topraklarımıza çökmüştür.

Bu süreç ne yazık ki, bizi biz yapan ‘vatan, millet, devlet, bayrak’ kavramları üzerinde onların amaçlarına uygun birtakım aşınmalar yaratmış, yaratmaya da devam etmektedir.

Özellikle AB’ye üyelik sürecinin başlamasıyla birlikte, bizler için çok hassas olan bu kavramlar; küreselleşen dünya standartlarıyla uyuşmuyor safsatasıyla, gelişen/modernleşen Türkiye söylemleriyle içi boşaltılmaya çalışılmıştır!

Öyle bir an gelmiş ki, milliyetçilik ayaklar altına alınırken, okullarımızda her sabah okutulan ‘andımız’ kaldırılmış. Türk kelimesini kullanmak dahi yadırganır, cumhuriyet dönemine dayanan simge olmuş kurumlarımızın önündeki T.C. kısaltması dahi kullanılmaz olmuştur.

En nihayetinde bu vatan;

Onur ve gurur timsalimiz şanlı bayrağımızı gönderinden indirme-yakma cüretinde bulunabilecek kadar hain ama nüfus cüzdanında T.C vatandaşı kimlik numarası yazan kimi alçaklara dahi tanıklık etmiştir.

Bu arada bizi millet yapan en önemli niteliğimiz olan ana dilimiz güzel Türkçemizin o zengin anlam derinlikleri olan kelimeleri, cümleleri yerini; giderek yozlaşan, yabancı kelimelerin istilasına uğramış bir Türkçeye bırakmış.

Günlük konuşma lisanımızda, anlamını yitirmiş, devşirilmiş pek çok kelimelerin yer almasının yanı sıra, yazım lisanımızda da ne yazık ki, dil bilgimizin neredeyse yok olduğu benzer bir süreç yaşanmaktadır… 

Milliyetçilik,  her yurttaş için yurtseverlik olmalıdır. Ne Amerika, ne Rusya, ne de Avrupa Birliği ama her şeyden önce bizler için güzel ülkemiz Türkiye’miz, bu aziz vatanın milli ve ulvi değerleri gelmelidir.

Devletimizin kurucusu Büyük Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün fikirleri, devrimleri ve Türk Milletinin yapısal özelliği ile ilgili tarihe not düştüğü gerçekler, çağdaş yarınlarımızın yol göstereni olmalıdır.

Özellikle kritik bir sürecin yaşandığı ülkemizde, yaşam coğrafyamızda; bir ve beraber olabilmemizin ne kadar önemli olduğunu unutmadan;

Toplumdan ümmete, ümmet olmaktan millet olmaya giden bu kutlu yolda Türk Milletine unutturulmaya çalışılan o çok özel niteliklerimizi bir kez daha hatırlamamız gerekir.

Büyük Türk Ulusu:

Bu çok uzun tarih macerası içerisinde, yaşamını sürdürebilen iki ya da üç halktan birisidir. Türk Milletinin yaşam mücadelesi boyunca hiç vazgeçmediği, her zeminde, her şartta öne çıkardığı kavramların en önemlisidir.

Bulunduğumuz coğrafyada, Büyük Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının liderliğinde kurulan bu devlet bizim son vatanımızdır.

Böylesine büyük bir milletin çocuklarının, torunlarının bugününe baktığımızda bizi büyük bir ulus yapan, bizi birbirimize bağlayan, birlik ve beraberliğimizi pekiştiren o dört önemli kavramın; (vatan, millet, devlet, bayrak) manası aşındırılmış, içi boş, toplumu sürü haline getirmeye çalışan akıl almaz senaryolarla yok edilmesi hedeflenmiştir.

Bu milletimize kurulmuş en büyük tuzaktır.  Çünkü bu tuzağın en çarpıcı yanı; ‘’önce ben, önce param’’ diyenlerin çoğaltılmasıdır. Böylesi bir tercih, Türk milletinin yapısal niteliklerine de asla uygun değildir, olamaz da.

Türklerin binlerce yıl önce tarih sahnesine çıkmasıyla başlayan, ardımızda kalan ‘o muhteşem tarihimizin’ harcında:

‘Millet sevgisi, devlete sadakat, bayrağımıza olan düşkünlüğümüz ama en önemlisi vatan sevdası vardır. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, devletimizin temeli de, bu niteliklerimiz üzerine atılmıştır.

Ata yadigârı gelenek ve göreneklerimiz, bize has insani özelliklerimiz; bu yaşlı dünyaya hediye ettiğimiz, pek çok millete örnek olacak niteliklerimizin öne çıkanlarından sadece birkaçıdır.

Bu önemli değerlerimizin yanı sıra; gerektiğinde vatan uğruna seve seve ölüme gitmek, şehit ya da gazi olmak Türk Milletinin tarih sayfalarına kanlarıyla yazdığı en önemli özelliğimizdir.

15 Temmuz 2016’da, o salya sümüklü meczubun yönettiği FETÖ hainlerinin milletimizi sırtından bıçaklayarak, ülkemizi ele geçirmek adına kalkıştıkları darbe teşebbüsüne ‘Şehitlik, Gazilik’ mertebesine erişen binlerce yurttaşımız; ‘’Önce Vatan’’ diyerek dur demiştir.

Bu son vatan parçamız; sevginin, saygının, yardımlaşmanın/paylaşmanın, arkadaşlığın, dostluğun, hoşgörünün milletimizin tüm katmanlarında yaygınlaşmasıyla sonsuza değin yaşayacaktır.

Kavramsal olarak ‘vatan’ kelimesinin çok çarpıcı, çok özel, çok güzel tarifleri yapılmıştır. Ben bu kavramsal anlatımlara; yaşadığım gerçekleri de dikkate alarak, benim yorumumla bir yenisini eklemek istiyorum: 

‘’Vatan;

Türk Milletinin yaşam hamurudur. Bu hamur Türk Milletinin namusudur, şerefidir, onurudur. Türk Milletine atalarından emanet, burçlarında ay yıldızlı bayrakların dalgalandığı gururudur. Gelecek nesillerimizin istikbali, yaşam geleceklerinin ele geçirilemeyen, geçirilemeyecek son kalesidir. Türk Milleti için vatan söz konusu olduğunda; ona olan bağlılık her şeyden önde gelir.

O nedenledir ki,

Vatan; Kimi zaman canımıza can katan, Kimi zamansa uğruna can verdiğimiz topraktır.

Yaşadığımız bu son vatan topraklarımız; ülkemizin jeostratejik ve jeopolitik konumu nedeniyle tarihin her döneminde tehdit altında olmuş, türlü tehlikelerle karşı karşıya kalmıştır. Tarih sayfalarımız, bu tehditlerin, bu tehlikelerin örnekleriyle doludur.

ABD’nin son dönemde bölgemizde GBOP (Genişletilmiş Büyük Orta Doğu Projesi) kapsamında Ortadoğu’da başlattığı:

Bölgenin enerji kaynaklarını kullanmaya, kendi stratejik menfaatlerini savunması için yeni bir uydu devlet kurulmasına (sözde Kürt devleti) yönelik, 2010 yılında Tunus’tan başlayan/başlatılan ‘Arap Baharıyla’ devşirilen, emperyalizme biat eden yönetimlerin iş başına gelmesiyle, bu tehdit daha da belirgin bir hale gelmiştir.

Ülkemizin son on beş yılında içeride ve dış ilişkilerinde yaşananlara bakıldığında;  PKK, DEAŞ VE FETÖ terör örgütlerinin vatanımıza vermiş olduğu zarar, bu örgütlerin iç ve dış destekçilerinin yaptıkları, dış ilişkilerimizde özellikle ekonomik yönden AB ile Ortadoğu’nun yeniden yapılandırıldığı bu önemli süreçte ABD ile yaşadığımız güncel olumsuzluklar değerlendirildiğinde;

‘’Stratejik derinlikten’’, ‘derin bir yalnızlığın’ yaşandığı bir süreçle karşı, karşıya olduğumuz görülecektir!

Özellikle böylesine özel bir coğrafyada yaşayan devletimizin milli menfaatlerini bir başımıza çözmemiz, günümüz dünyasının jeostratejisi dikkate alındığında pek mümkün görülmemektedir.  Bu nedenle; Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘’Yurtta Sulh Cihanda Sulh’’ söylemiyle hayata geçirmiş olduğu bölgesel uygulamaları, bugünlere değin özellikle dış ilişkilerimizde ülkemizin barışa odaklı tercihini gösteren en önemli niteliğimiz olmuştur.

Pek tabiidir ki, ülkemizin toprak bütünlüğünü, milletimizin milli menfaatlerini tehdit söz konusu olduğunda; devletimiz bu sürece müdahale etmelidir.

Günümüz olayları değerlendirildiğinde; devletimizin tüm tehdit ve tehlikeleri defedecek güçte ve kararlılıkta olduğu da görülecektir.

Yakın tarihimize bakıldığında; 1974 yılında Kıbrıs konusunda tarih sayfalarına şanla, zaferle yazılan o süreç; milletimizin, devletimizin milli davası söz konusu olduğunda nasıl davrandığını/davranacağını gösteren tarihsel bir gerçektir.

Halen güney sınırımızda oluşturulmaya çalışılan ‘’Kürt koridorunun’’ yaratmış olduğu kritik süreç; hiçbir yasallığı bulunmayan Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimin yapmış olduğu bağımsızlık referandumuyla Barzani yönetiminin tırmandırdığı krizin önlenebilmesi:

Milletçe bir ve beraber, devletimize sadakatle bağlı olmaktan, millet, bayrak sevgisinden; bu değerler manzumesine yeterince önem vermekten geçmektedir.  ‘’Önce Vatan’’ bu değerler manzumesini sarıp, sarmalayan en önemli kavramdır.

Unutmamız gereken önemli bir diğer husus ise; nasıl ki, ‘’dünya beşten büyüktür’’ deniyor ise; dünyanın bu en önemli bölgesindeki sorunları bir başına çözmemiz de mümkün değildir.

Tutarlı politikalarla, dost ülkelerle koordineli ama milli menfaatlerimizi gözeten dış politikaların uygulanabilmesi, ülkemiz açısından hayati öneme haizdir.

Sevr’de milletimizi esir edemeyen, bu gazi toprakları ele geçiremeyenler;

Yaklaşık bir asırdan bu yana, türlü yöntemlerle hala vatanımızı ele geçirebilmenin çeşitli uygulamalarını yapmanın peşindeler! Bu uygulamalar illa ki savaşarak ülkemizin ele geçirilmesi anlamına gelmemelidir!

Dünyayı tehdit eden terör belası, günümüzün en önemli silahıdır. Bu silah 1984 yılından beri ülkemize çevrilmiş, canımıza da, malımıza da kast etmiştir.

Pek çok yiğidimiz, bu alçaklıkları önlemek uğruna hayatlarını severek feda etmiş, gazi olmuştur. Ülkemizin ekonomisi, büyük bir enerjisi, bu belayı savuşturmak, önlemek adına kullanılmış, kullanılmaya devam etmektedir.

15 Temmuz 2016 yılında ülkemizi ele geçirmek amacıyla, yüzünü tüm alçaklığıyla gösteren FETÖ darbe teşebbüsü, bu hainliğin en çarpıcı uygulamasıdır.

Ülkemizin son beş yılında AB ülkeleriyle, ABD ile Ortadoğu’da gelişen olaylar nedeniyle yaşadığımız sorunlara,

Suriye’de gelişen süreç nedeniyle ülkemize sığınan milyonlarca göçmenin yurdumuzda yaratmış olduğu sıkıntılara,

Yine Suriye’de yaşanan savaş nedeniyle doğu komşumuz Rusya ile turizm ve dış ticaret, sosyal ve kültürel ilişkiler v.b hususlarda yaşanan olumsuzluklara bakıldığında:

Ülkemizin aydınlık, çağdaş yarınlarını gösteren yapısı böylesi bir görüntüyü hiç de hak etmemektedir.

Gelişen bu olaylar analiz edildiğinde, işte tam da bu noktada: Milletimizin ‘’manevi ve milli moral gücü’’ tehdit altında olduğu görülecektir.

Bu gücümüzün ne anlama geldiğini daha iyi bilen, anlayan emperyalist güçler ve onlarla bağlantılı hainler; aşağı yukarı yüz elli yıldır bu gücümüzü törpülemekte, aşındırmakta, yıpratmakta, yok edecek kıvama getirmenin peşindedirler. Bana göre en büyük tehdit ve tehlike de budur.

Ortadoğu’da bugün yaşananlar, geleceğimize tehdit eden önemli gelişmeleri ihtiva etmektedir. Ülkemizin güneyinde terör silahının kullanılması, desteklenmesiyle kurulmaya çalışılan adı konmamış ama hedefi belli yönetim/lerin oluşturulmasının,

Ülkemizin güneyinde açılmaya çalışılan Kürt koridorunun, Ortadoğu’nun parçalanarak paylaşılması hedeflerinin yanı sıra;

Bu süreç: Ülkemiz üzerinde Sevr hayallerinden vazgeçmeyen kimi ülkelerin iştahını kabartmış durumdadır!

Ancak büyük Türk Milleti olarak coğrafyamız, tarihi ve kültürel zenginliğimiz, milletimize has özel niteliklerimizle büyük bir ulusun temsilcileri olarak yaşadığımız coğrafyanın hala en güçlü ülkesiyiz.

Bu ‘gazi topraklar’ adeta bir kan çanağı içinde bize vatan olmuştur. Bu son vatan parçamız, istiklalimiz uğruna nesillerce evladını seve seve feda eden atalarımızın emanetidir.

Büyük Türk ulusunun her ferdi dünya coğrafyasının neresinde yaşarsa yaşasın bunun bilincinde, anayurdumuz Türkiye’mizin ebediyete kadar yaşaması için elinden gelebilecek her şeyi yapmanın kararlılığındadır.

En nihayetinde yaşadığımız coğrafyada bir ve beraber olabilmemizin yurdumuz üzerinde esen tehlike rüzgârlarını, türlü tehditleri bertaraf edecek en önemli gücümüz olduğu değişmez bir gerçektir.

Ancak bu güç sözle, hamasetle değil çok çalışarak, milli varlıklarımızı har vurup savurmadan, kendi öz kaynaklarımızla üreterek ama her şeyden de önemlisi ilmin ve aklın ön planda olduğu, çağdaş eğitimle donanmış nesiller yetiştirerek olacaktır.

Büyük Atatürk’ün: ‘’Hayatta En Hakiki Mürşit (doğru yolu gösteren, kılavuz) İlimdir’’ sözü geleceğimizin teminatıdır. Milli ve ulvi değerlerimiz, birlik ve beraberliğimiz ise ülkemize yönelik tüm tehditleri bertaraf edecek en önemli güç kaynağımızdır.

Bu gücümüzün temsilcisi şanlı Türk Silahlı Kuvvetleri hala dünya silahlı kuvvetleri arasında silah, disiplin ve moral gücü ile temayüz etmiş, dünyanın en güçlü orduları arasındadır.

Çünkü Ordularımız bu gücü; Yüce Türk Milletinin öz varlığından, Mete Han’ın tahta çıkış tarihi olan M.Ö 209 yılından bugüne ardında bıraktığı o muhteşem tarihçesinden almaktadır.

Ama ne acıdır ki, böylesine güçlü bir ordu; alçak FETÖ hainlerinin her bir kuvvetin içine sızmasıyla yıllar öncesinden başlayan bu sancılı süreçte:

‘’Ergenekon, Balyoz’’ adıyla anılan, sahte belgelerle kurgulanmış bu kumpas davalarında; Türk ordusunun vatanına sadakatle bağlı pek çok yiğit komutanı haksız ve hukuksuz bir şekilde yıllarca ceza evinde tutulmuş, yargılanmış çoğu da ömür boyu hapis cezası almıştı.

Bu konuyla ilgili unutulmaması gereken en önemli husus; 12 Haziran 2007’de başlayan bu akıl tutulmalı süreçte, böylesine kurgulanmış bir senaryonun uygulanmasına neden müsaade edildiği, bu süreçte kimlerin, hangi makam sahiplerinin rol aldığıdır…

Bunun yanıtı henüz net bir şekilde verilmiş değildir! Ancak yıllar sonra da olsa tarihin unutmaz hafızası bu gerçeği tekrar hatırlatacak; işte o zaman kimin hangi rolü oynadığı, bu dönemde siyaseten bulunanların kimler olduğu, oynadığı rol anlaşılmış olacaktır.

Çünkü bu sürecin siyaset tarafında içte ve dışta nelerin nasıl yaşandığı henüz net değildir. Zaten yargılama süreci de devam etmektedir.

Bu kumpas davalarına muhatap olan tüm komutanların suçsuzlukları ispatlanmış çoğuna maddi tazminatlar ödenmiştir.

Yıllar öncesinden planlandığı anlaşılan ‘Ergenekon ve Balyoz Kumpaslarını’ yöneten, yargılayanların tamamına yakını, alçak FETÖ örgütüne mensup oldukları, yardım ve yataklık ettikleri için şimdi de onlar yargıya hesap vermekte, az da olsa bir kısmı yurt dışında kaçak yaşamaktadır.

Sonuç olarak demem odur ki, ardımızda kalan bu kumpas döneminde; Türk Silahlı Kuvvetleri büyük bir sınav vermiş, içine sızmış hainlerin büyük bir kısmı temizlenmiş, bu akıl tutulmalı süreçten daha da güçlenerek çıkmıştır.

Şu gerçeği de sade vatandaşından ülkemizi yöneten en yüksek makam sahibine kadar herkes bilmelidir:

Türk Silahlı Kuvvetleri; milletimizin bağrından çıkan, savaş meydanlarının yiğit askeri ‘’Mehmetçiği’’ yetiştiren, hiçbir zaman değişmeyecek peygamber ocağı vasfıyla; hala Türk Milletinin göz bebeği olup, vatanımızın korunup kollanması yönünde görevinin başında ve dimdik ayaktadır.

Özellikle sınırlarımızın dibinde savaş çığlıklarının atıldığı bu kritik süreçte ordularımızın moralini güçlendirmek, onlara her konuda destek olmak, her makam sahibi ve her Türk vatandaşı için milli görevdir.

İki yıl önce 15 Temmuz’da yaşanan darbe teşebbüsü süreci:

Alçak FETÖ hainleri; o salya sümüklü meczuptan aldıkları talimat doğrultusunda, 15 Temmuz 2016 tarihinde milletimizi sırtından bıçaklamıştır.

Ancak Türk Milleti bu alçaklığa canı ve kanı pahasına geçit vermemiş, o gece ülkemiz genelinde büyük bir kahramanlık destanı yazılmıştır. Bu destanın yazılmasında en büyük pay tabii ki, Türk Milletine aittir.

Ama o gece kışlalarında kalıp, bu hain kalkışmaya katılmayan, tam tersine birliklerine, uçaklarına, donanmanın büyük bir kısmına emir konuta eden, devletine sadakatle bağlı komutanların, subay ve astsubayların, erbaş ve erlerimizin büyük bir katkısı olduğunu da unutmamak gerekir.

Bu gerçek; yaşanan bu önemli süreçte, disiplin ve moral gücü açısından önemli bir kaynak oluşturmuştur.

Paralel devlet yapılanması diye adlandırılan bu teslimiyet döneminden sonra; ülkemizi yönetenlerin son iki yıllık uygulamalarının sonuçlarını görüyoruz, milletçe yaşıyoruz.

Ben siyasetçi değilim, konuya siyaseten değil ama vatanına sevdalı bir Muharip Gazi, gündemi yakından takip eden bir yazar olarak baktığımda; milletimize has o özel yapısında gedikler açıldığı, giderek kutuplaşan bir yapıya dönüştüğümüz, inançlar üzerinden birlik ve beraberliğimizin aşındırılmaya çalışıldığını göz ardı etmememiz gerekir.

Çünkü neredeyse bir asırlık bir süreci geride bırakan devletimizin bu vatan topraklarımızda kıvançta ve tasada bir ve beraber olan bizlerin; sınırlarımızın dibinde yaşanan önemli süreçte ‘ben’ değil, ‘biz’ olarak yolumuza devam etmemiz gerekliliği bence en önemli konudur.

Son yıllarda ülke genelinde kaybolan sevgi ve saygı ortamının yeniden inşası, bunun başarılabilmesi için siyaset platformunda görev alan siyasilerimizin kullanmış oldukları hitap dilinin de sevgi ve saygıyla bezeli olması vatandaşlarımız üzerinde olumlu ve önemli bir etki yapacak; ülke yönetimine iyi bir katkı sağlayacaktır.

Artık ülkemizin içeride ve dışarıda, nefret dilini değil sevgi ve saygı dilini kullanma zamanı gelmişte geçmektedir. Özellikle ülkemiz kritik bir dönem yaşarken, böylesine olumlu bir tercih bize milletçe önemli bir güç, dışarıda da itibar kazandıracaktır.

Çünkü sevgi ve saygının aşamayacağı hiçbir engel yoktur. Yeter ki yolumuza çıkan tüm engelleri aşmakta hırsımızı değil, aklımızı kullanalım. Hamasi söylemler yerine, gerçeklere dayanan, hukukun üstünlüğüne vurgu yapan eylemler içinde olalım.

Paralel yapılanmanın fark edilmesiyle, devletimizi ele geçirmek adına hareket eden FETÖ’nün devletimizin tüm katmanlarından ayıklanmasının hala devam ettiği bu süreçte; bence öncelikle yapılması gereken hususlar bunlardır.

FETÖ hainlerinin devletimize vermiş olduğu zarar, kaybedilen güç, yaşam standartlarımızın yükselmesi, ekonomik gelişimimiz, aydınlık ve çağdaş yarınlara ulaşmamız ancak ve ancak bir birimize hoş görüyle, sevgiyle, saygıyla yaklaşmamızla, bunlara ilaveten bağımsız yargının tarafsız kararlarını görerek, liyakatin tekrar baş tacı olduğu bir dönemin başlamasıyla yeniden kazanılacaktır.

Paralel Devlet Yapısı diye adlandırılan FETÖ hainlerinin; devletimize, milletimize, vatan topraklarına vermiş olduğu büyük zarar; hem milletimiz, hem de devletimizi yönetenler tarafından yeteri kadar görülmüş, dersler alınmış, bu zararın ortadan kaldırılabilmesi amacıyla yüce Türk Yargısı görevi başındadır.

Bu ihanetin siyasi gelişmeleri, bu kalkışmaya neden olan sebepler tabii ki önemlidir. Ancak yaşadığımız bu önemli sürecin değerlendirmesini, sebep ve sonuçlarını şu anda yaşanan yargı süreci belirleyecektir.

O nedenle adaletin tecellisini belirleyecek yegâne güç yargıdır. Yargının kararlarını bekleyip göreceğiz. Çünkü milletimizi sırtından hançerleyen, hançerlemek adına bu ihanet çetesine üye olan, destek veren her kim ise; bunun hesabını yüce Türk yargısı karşısında verecek, sonucu da adaletin şaşmaz terazisi belirleyecektir.

Şu hususun altını da çizmekte yarar vardır. Tarihe mal olmuş olayların bir diğer yargı makamı da o süreci yaşayanların vicdanıdır.

İnancım o dur ki; büyük Türk Milletinin vicdanı da bu ihanet yapısını yargılamaya devam etmektedir. Milletimizin vereceği o karar da önemlidir. Bu kararın yansıyacağı yer ise milli iradenin tecelli ettiği/edeceği yerdir.

Şu önemli Hususu da Özellikle Vurgulamak İsterim: Mazisi zaferlerle dolu Şanlı Türk Silahlı Kuvvetlerimiz;

Tarihin her döneminde vatan topraklarımızın, devletimizin koruma ve kollama görevini layıkıyla yerine getirmiştir. Bugün de aynı kararlılık ve güçle görevinin başında, verilen her görevi canları pahasına yerine getirmeye devam etmektedir.

Hiç kimse şöyle bir kanıya kapılmamalıdır. 15 Temmuz 2016 da yaşanan o alçak kalkışma sonucunda ordularımız güç kaybına uğradı!

Böyle bir durum asla mevcut değildir, olamazda. Ordularımızın morali de, isteği de, silah gücü de tamdır, eksiksizdir.

Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilemeye başladığı bu önemli dönemde ülkemizin üstlendiği rol; kim ne derse desin çok önemlidir.

Kaldı ki, Suriye iç savaşının genişlemesiyle birlikte sınır boylarımızın dibinde ve ötesinde görev alan Silahlı Kuvvetlerimizin ezici gücünün etkisi, caydırılıcılığı hala devam etmektedir.  Bölgedeki terör örgütlerine indirilen büyük darbe bunun en çarpıcı kanıtıdır.

Evet, günümüzün savaşları artık sanayi, ekonomi ve kültür zemininde verilmekte bu tür savaşın etkisini yaşanan coğrafyanın tüm insanları hissetmektedir.

Ama tüm modern silahları kullanan da insandır, onun zekâsı ve eğitim gücüdür. Türk Silahlı Kuvvetleri tüm personeliyle bu gücün en iyi temsilcisidir.

Savaşı yaşayan, bilen bir Muharip Gazi olarak; bu önemli konuyla ilgili söyleyebileceğim tek bir şey vardır; yüce Yaratan vatan topraklarımız da bir daha bize savaş denen o canavarın verdiği, vereceği felaketi yaşatmasın.

Ancak şunu da belirtmem gerekirse; bir gün olur da bu gazi topraklar savaş denen felaket ile karşı karşıya kalırsa; hiç şüphem yoktur ki; gücünü Yüce Türk ulusundan alan ordularımız, bu felaketi defedecek vatan topraklarımızı koruyacak güç ve kudrettedir. Bunun içinde her türlü modern donanımıyla ordularımız görevi başındadır, tetiktedir.

Vatan topraklarımızın ayrılmaz bir parçası olan Kıbrıs konusunda da bir iki cümle söylemek isterim:

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Devleti, kuruluş anayasasında da belirtildiği gibi; bağımsız ve egemen bir devlettir.

Ama önce K.K.T.C devletinin eski Dışişleri Bakanı Sn. Tahsin Ertuğruloğlu’nun;

“artık uluslararası tanınma için çalışmaya başlamanın zamanı geldi” sözlerini hatırlayacak olursak. Bu sözler:

Kıbrıs Milli Davamızın haklılığına inanmış, KKTC’nin bağımsız ve egemen bir devlet niteliğiyle yaşatılması için çalışan bir siyasetçinin önemli bir tespitidir.

Ayrıca en son müzakere sürecinin, her dönemde olduğu gibi Rum tarafının baltalamaları sebebiyle başarısızlıkla sonuçlandığı da unutulmamalıdır.

1968 yılından bugüne devam eden Kıbrıs Müzakerelerinde Rum-Yunan ikilisi hiçbir zaman adanın Yunanistan’a bağlanmasından (Enosis) vazgeçmemiştir; vazgeçmeyecektir de…

Rum – Yunan ittifakının Kıbrıs’ı bir Yunan adası yapma hedefi değişmemiştir. GKRY,  K.K.T.C ile gerçek bir federasyon çerçevesinde eşit kurucu ortak olarak, siyasî eşitlik temelinde, iki kesimli bir coğrafî zeminde yaşamayı hiçbir dönemde içine sindirememiştir.

Bu önemli gerçeğin yanı sıra;  BM Güvenlik Konseyi’nin tek yanlı tutumu, ABD’nin bu konuya şaşı bakışı, AB’nin maksatlı yanlış politikaları sonucunda; Kıbrıs sorununun adada kalıcı bir çözüme ulaşmasının mümkün olmadığı tüm çıplaklığı ile ortadadır.

BM Güvenlik Konseyinin:

1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasına aykırı olarak sadece Rumlardan oluşan bir kabineyi, “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin; Kıbrıs Türk halkını da temsil eden “hükûmeti” olduğunu varsayan 4 Mart 1964 tarihli 186 sayılı  kararı kabul ederek, Kıbrıs Türk halkını uluslararası plânda tecrit etmesini;

2004 yılında yine BM Genel Sekreterinin adada öngörülen çözüm için her iki tarafa da sunmuş olduğu adı ‘’Annan’’ ama içi Kıbrıs Türk Halkına kurulmuş tuzaklarla dolu bu plana dahi Türk tarafı ‘evet’, Rum tarafı ‘hayır’ demesine rağmen Rumların AB’ne haksız, hukuksuz bir şekilde üye yapılmasını da dikkate aldığımızda:

1963 yılından beri uluslararası tecrit şartları altında yaşamakta olan Kıbrıs Türk halkının (de-facto) milli iradesiyle kurmuş olduğu K.K.T.C’nin Türkiye’den başka devletler tarafından da diplomatik yoldan tanınması için girişimlerin başlatılmasını talep etmekten başka haklı bir çare kalmamıştır.

Esasen bu husus, KKTC ve Türkiye arasında istişare yoluyla belirlenecek, bu sürecin nasıl uygulanması gerektiğine yetkili makamlar karar verecektir.

K.K.T.C’nin özerk bir yapıyla Türkiye bağlanıp, bağlanmaması konusuna da değinecek olursak; böylesi bir karar için Kıbrıs Türk Halkının ne söyleyeceği, vereceği karar önemlidir.

Ancak KKTC ile Türkiye arasında Monaco veya Cebel-i Tarık örnekleri esas alınarak bir özerk yapının hayata geçirilmesi durumunda; böylesi bir gelişmenin, uluslararası camiada; Türkiye’nin KKTC’yi ilhak için attığı adımlar olarak değerlendirileceği de göz ardı edilmemelidir.