C. Yakup ŞİMŞEK

Eğitimci, redaktör

C.Yakup_Simsek@hotmail.com

Selâmün Aleyküm Dersen Arap Olursun - 1

Selâmün aleyküm! 

Tanıdıklarımdan biriyle geçenlerde karşılaştık, adam bana üst perdeden "Selâm!" diye seslendi. 

(Yoo, tam olarak benim yazdığım gibi değildi: "Lsesini ince değil kalın telâffuz etti... Sanki "se-lâm" değil "sa-lam" diyordu...) 

Yanına yaklaştım, biraz takılmak istedim:
Âbi,” dedim. “Neden ‘Selâmün aleyküm’ demiyorsun da yalnızca ‘Selâm’ diyorsun?” 

Mühendislik yapan ve benden on yaş büyük olan bu beyefendi gururlu biriydi.

Etli ve geniş yüzü birdenbire gerildi, hafifçe karardı; burun delikleri hareketlendi, kaşlarının arasında ince bir çizgi belirdi: 

“Olmaz!..” dedi. "Selâmün aleyküm Arapça, ben Arapça selâm vermem!..” 

Adamın bu bahânesi bana tuhaf geldi:

“Yaa, öyle mi?” dedim. "Selâmün aleyküm Arapçaysa ‘Selâm’ da Arapça; onu da kullanma o zaman...” 


***

Ben kötü bir şey dememiştim ama mühendis bey biraz daha bozuldu. 

Nefesini tuttu, bir yumruk indirmişim gibi başı geriye savruldu. 

Derhâl bana sunturlu bir cevap vermek üzere ağzını açtı fakat o anda söylenebilecek iyi bir şey bulamadı. 

Birkaç sâniye aralık kalan ve seğiren dudakları arasından kirli sarı, iri dişleri göründü. Kaşlarının arasında beliren endişeli çizgi derinleşti. 

Beyin damarlarına kan gidişi yavaşlamış gibiydi. 

Dikkatini başka yöne çekecek herhangi bir şey bulabilseydi şu an kafasında apansız hissettiği boşluktan daha iyi olurdu belki. 

Sonunda bir kaşı kalktı, derin bir nefes alırken omuzları kalkıp indi. Aklına parlak bir fikir gelmiş olmalıydı. Yüzüne bir psikoloğun mecbûrî gülüşünü yerleştirip önce arkadaşıma, sonra bana baktı. Ardından nakavt edici müthiş yumruğunu suratımın ortasına indirircesine ve tok sesiyle kahkaha atarcasına haykırdı: 

“O zaman, merhaba!..” 

*** 

Kafasında böylesine dümdüz bir mantık ve “fikrî atık” taşıyan bu adam, besbelli ki "Öz Türkçe Safları"ndan biriydi. 

Türkiye'de bunlardan milyonlarca var... 

Meselâ şimdi 10. Cumhurreîsi Ahmet Necdet Sezer'i hatırladım. Bu beyefendi de resmî konuşma ve beyanlarında becerdiği kadar "öz Türkçe" kelimeler kullanırdı: erek, gönenç, erinç, istenç, olanak, yönetsel, yönetişim, bağlaşık, oydaşmak, savaşım, koşut...  

Fakat ne gariptir ki bu zâtın annesinin adı Hatice, babasının adı Ahmet Hamdi, kendi adı Ahmet Necdet, hanımı Semra... Hepsi Arapça... 

"Ne yapsın adam, bu isimleri kendi mi koydu?" diyebilirsiniz. 

Buyrun o hâlde, çocuklarının isimlerine bakın: 
Levent: Farsça, 
Ebru: Farsça, 
Zeynep: Arapça... 
Kısaca, hem "öz Türkçeci" ol hem de çocuklarına Arapça-Farsça isimler koy... 

Haa, bizim mühendisin ismi de Mustafa, oğlunun adı Ekrem; nasıl, iyi mi? 

Bu ne perhiz bu ne lâhana turşusu? 

*** 

Ana dili Arapça olan ve son zamanlarda bir Turkcell reklâmında oynayan küçük kız bana bunları hatırlattı. Bu sevimli kız "Türkçeyle Arapça arasında 6500 müşterek kelime" den dilimizde en meşhur olanlarını kullanarak konuşuyor ve sanki Türkçe konuşuyormuş gibi söyledikleri anlaşılıyor. 

Bunun bir "reklâm" olduğu meselesini ve işin ticârî yönünü falan bir tarafa bırakalım. 

Fakat "Türkçeyle Arapça arasında 6500 müşterek kelime" olduğunu duyan binlerce vatandaşın sinirleri zıplamış gibi... 
Yolda yolakta, sosyal medya ve birçok internet sitesinde bu vatandaşlar "Araplar" derken sanki "çöl maymunları"ndan, hattâ "iğrenç böcekler"den bahsediyorlar. "Arapça" kelimesini de kusarcasına, öğürürcesine, balgam tükürürcesine telâffuz edip yazıyorlar. 

Hakaaretlerin en çirkini, gani gani... 

Küfürlerin en galizi, dizi dizi... 

*** 

Bunca nefret tohumu içimize nereden ve nasıl düştü? 

Bırakın başka milletlere mensup diğer insanları, herhangi bir hayvana, hattâ cansız bir nesneye karşı bile böylesine bir nefret duymak normal bir ruh hâli değil.

Yunus Emre asırlar öncesinden bu mevzûya muhteşem bir yekûn çekmiş gibi sesleniyor: 

"Cümle yaradılmışa bir göz ile bakmayan,

Halka müderris ise hakîkatde âsîdür..."

Nefret ve öfkesini yenemeyenler -hiç olmazsa- ettikleri küfürleri azaltabilseler...

*** 

Neyse, bizim Mühendis Mustafa Bey, gözlerini gözlerime dikerek "O zaman, merhaba!.." şeklinde verdiği selâmını biraz daha yüksek perdeden ve kalın sesiyle tekrarladı. Muhammed Ali'yi, hem de çenesini kırarak devirmiş bir Joe Frazier afra tafrasıyla bana tepeden bakmaya çalışıyordu. Ne çâre ki boyu benden bir karış kısaydı. 

Vallahi, benden duymuş olma: 'Merhaba' da Arapça!..” 

Adam bana attığı aparkatın keyfini çıkarayım derken sağ ve sol kulağına aynı anda birer kroşe yemiş gibi sersemledi.
Hem öfkeden hem şaşkınlıktan titreyen sesiyle kem küm eder gibi sordu: 

“Ee, o zaman ne diyim?..”
***

Mühendis beye acıdım. Sesimi yumuşattım.

E, netîcede bu Mustafa Bey, kullandığı kelimeler hakkında -Oğuz Atay’ın hayranlıkla anlattığı Prof. Mustafa İnan kadar- derin bilgi sâhibi olamayabilirdi.

Fakat yarım yamalak bildiği mevzûda böyle taassup derecesinde bir fikre saplanıp kalması kendisine yakışmıyordu.

Türkçe zâten en büyük darbeyi 80 yıldır bu taassuptan yiyor.     

Ona bir nasîhat gibi verdiğim cevâbı bütün "Öz Türkçe Safları"na söylemek isterdim: 

“İlle de ‘öz Türkçe’ konuşacağım diye kendinizi bu kadar  kasmayın. Babanız, dedeniz herkese ‘Selâmün aleyküm’ diye selâm veriyordu; siz de öyle verin. Milletimiz tarafından dilin tabiî seyri içinde (yâni bir cebir olmaksızın) benimsenip sevilen ve asırlardan beri kullanılan hiçbir kelimeye ‘yabancıgözüyle bakmayın. Türkçenin geçmişte saf (içine başka dilden hiçbir şey karışmamış, katışmamış) bir hâlde olduğunu veyâ gelecekte saf olabileceğini zannetmeyin... Bu kadar saf olmayın...” 

***

Mustafa Bey, o gün bugün bana selâm vermiyor. Ben birkaç kez "Selâmün aleyküm" diye selâm verdim, fakat kendisi almadı.

Daha da kötüsü, artık beni görmek bile istemiyor. 

Yâni, selâm verdik, borçlu çıktık...

Ne diyeyim, selâm olsun...

(NOT: Ahmet Necdet Sezer'le alâkalı sözlerimden dolayı, birtakım okuyuculardan bu beyefendinin şahsiyetine dâir medhiyeler gelirse “Kelalâka!” derim. Ben onun şahsiyeti hakkında bir şey demedim ki...)