Türkiye’de siyasetin ayrıştırıcı dili “korku” merkezlidir. Siyaset bir tür “tanrısal güç” vehmettirdiği için, korku ile bütünleşen güç, çözüm aracı olarak görülebilmektedir. Oysa, beşer planında gerçek güç özgürlükten, özgüvenden, dürüstlükten ve bilgiden gelir.
Türkiye’de din dili de “korku” ile bütünleşmiştir. Hz. Peygamber’in, “müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz; kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz” uyarısına rağmen, dini söylem biçiminde korku egemendir. İnsanlar, günah korkusu ve suçluluk duygusuyla ekran başında tutulmaya çalışılmaktadır. İslam korkuyu bütünüyle göz ardı etmez. Ancak, İslam’da esas olan Allah’ın rahmetinin her şeyi, her yeri kuşatıcı olmasıdır. Allah, “rahman”dır; merhamet O’nun en belirgin niteliğidir. Allah’ı doğru anlamak, ancak O’nun “özünde merhametli” olduğu gerçeğini algı biçiminin merkezine yerleştirmekle mümkün olabilir. Allah’ın sonsuz rahmeti, varlık sahnesine çıkan her şeyin var olmasını mümkün kılmıştır. Allah rahimdir; Allah’ın bütün işleri, yaratma ile ilgili her şey, O’nun sonsuz merhametini açığa çıkartır. Allah Hz. Muhammed’i “alemlere rahmet” olarak göndermiştir.
Dinin ve siyasetin korku merkezli dilini anlayabilmek için birazcık gerilere gitmek gerekmektedir. Bu toplum son iki asırdır korkularla yaşamaktadır. Bu korkular, özne bir milletin özgürlüğü ile, yaratıcılığını kaybetmesi ile ilgili korkulardır. Osmanlı’nın toprak kaybetmesi, bu korkunun en somut göstergesi olmuştur. Hala bir panik havasından kurtulamadık. Hala birbirimizle uğraşmaktan, birbirimizi suçlamaktan vaz geçemedik. Bu durum, “mağlup medeniyet travma”sına maruz kalan Türk Milleti’nin iki asırdır hala kendine gelemediğinin göstergesi sayılabilir. Bunun ilk tezahürlerini, mektepli-medreseli çekişmelerinde yakalamak mümkündür. Osmanlı’nın son dönemlerine damgasını vuran, Batıcı, Türkçü, İslamcı tartışmaları, dikkatle okunduğunda, bugün maalesef pek fazla bir mesafe katetmediğimizi düşündürecek kadar benzerlikler bulmak mümkündür. Çatışmanın en temel dinamiği, herkesin birbirini suçlamaya çalışmasıdır. Kimse, kimseyi anlamak istemiyor. Uzaktan bakıldığında, bir cinnet halinin yaşandığını düşünmemek pek mümkün değildir.
Oysa bu millet, yedi düvele karşı muazzam bir istiklal mücadelesi vermiştir. Bu vatan, bu milletin dişiyle, tırnağıyla, kanıyla, canıyla yeniden inşa edilen bir vatandır. Biz, mağlup medeniyet travmasının yasını Cumhuriyetle birlikte tutmuş olmalıydık. Ne var ki, ciddi bir akıl tutulmasının içine sürüklendik. Kendimizle, tarihimizle, devletimizle, değerlerimizle kavgalı hale geldik. Bu kavga, korku kültürü ile beslenerek bütün şiddeti ile varlığını sürdürmektedir. Korku merkezli din ve siyaset dili, olup biteni doğru anlama imkanını ortadan kaldırdığı gibi, yönümüzü daima geçmişe çevirmemize de sebep olmaktadır.
Tutunacak dal ararken, maziye yönelmek, tarihin bataklıklarında kaybolup gitmek demektir. Nitekim, İslam’ın dinamik boyutunu öne çıkartmak yerine, korkuyu kurumsallaştırarak içtihat kapısını kapattık. Dinin önceki asırlardaki anlaşılma biçimini bugüne taşımaya kalkıştık ve kendimizi maziye mahkum ettik. Sonunda, din alanında, günah korkusu ve dinden çıkma korkusu temel belirleyici haline geldi. Bir başka ifadeyle korku egemen bir din anlayışının içine sürüklendik. Din alanındaki korkunun hayatın tümünü etkisi altına alması ise anlaşılabilir bir durumdur. Bu yüzden, korkularımız içselleşmeye başladı. Oysa İslam, insanın korkularını güvene çevirmek için var olan bir dindir. İslam ve iman kavramları, insanın dünyasında yüksek güven bilincini inşa etmeye yöneliktir. Maalesef mevcut din anlayışımız, korkularımızı beslemektedir.
Korku, insanların dürüst olmasını güçleştirmektedir. Korkak insanlar, kendilerini sembollerle ifade etmeyi tercih ederler; çünkü semboller, korkuları da gizler. Korku, takiyyenin yaşam biçimi halini almasına yol açar.
Korku, aklın ve akılcılığın en büyük düşmanıdır; çünkü, korku akıldışı alanda serpilip gelişir. Korkak insanlar, korkularından kurtulmaktan da korktukları için, doğru bilgiden, gerçeklerle yüzleşmekten de korkarlar. Bu yüzden, bilgi ve belge yerine, zanla hareket ederler. Korkaklardan korkmak gerekir, çünkü, korkuyu içselleştiren kimseler, korku salarak korkularından kurtulmak isterlerken, başkalarının korkularını da ithal etmek zorunda kalırlar. Korkuyu yaşam biçimi haline getirmiş insanların davranışlarının rasyonel temelini bulmak pek mümkün olmaz. Halbuki korkularımızın çoğu öğrenilmiş korkulardır.
Çocukların sadece yalnız kalmaktan korktukları bilinmektedir. Bu durum, insanın varoluşsal tek korkusunun, ölüm korkusu olduğunu akla getirmektedir. Ölüm korkusunun dışındaki bütün korkuların öğrenilmiş korkular olduğunu söylemek pek yanlış olmasa gerektir. Öğrenilen korkular, korku egemen bir hayat tarzını beraberinde getirir. Bu tür algı biçiminin en belirgin özelliği, hayatın korku merkezli olarak okunması ve sürdürülmesidir. Korku ile ilgili algı ve iletişim daima “güç” üzerinden gerçekleşir. Cüceloğlu şöyle der: “Korku, kalıplayıcı yaklaşımın temelidir. Korku temel olduğu için bu dünya görüşüne ‘korku kültürü’ adını veriyorum. Böyle bir dünya görüşü içinde korkmak, itaat etmek, otoriteye karşı sesini çıkartmamak, söyleneni sorgusuz sualsiz yapmak meziyet olarak kabul edilir”. Korku kültürünün en kötü tarafı, korkunun içselleştirilmesidir. Korkak insanların ne yapacağı kestirilemez; öğrenilen korkular aklın sağlıklı işlemesini engeller.
Din dilinin ve siyaset dilinin korku merkezli olması, çok ciddi sorunları beraberinde getirmektedir. Her şeyden önce, din birleştiricilik vasfını kaybetmektedir. Siyasetin ürettiği birtakım olumsuzluklar, korku egemen din dili sayesinde toplumda kalıcı hale gelmeye başlamaktadır. Daha açık bir ifadeyle korku kültürü, hem dinin etkinliğini azaltmakta, hem de din istismarını kolaylaştırmaktadır.
Türkiye’nin geleceği açısından, din ve siyaset dilinin mutlaka korkudan ve şiddetten arındırılması gerekmektedir. Toplumu bir arada tutan temel kurucu değerlerin aşınmasına yol açan bu durum, aynı zamanda uzlaşı kültürünün yaratılmasına da engel olmaktadır. Toplumda adeta, korku üretim merkezlere oluşmuştur. Herkes, sanki sesini duyurabilmenin tek yolu bu imişcesine bağırarak konuşmaktadır. Bağırmak, başkalarını dinlemek gibi bir niyetin olmadığını gösterir. Bağıran insanların “anlaşılmak” gibi bir dertleri de yoktur… Aslında bağırmak, gizlenen çok yoğun bir korkunun varlığını açığa vurur.
Korkularımızın içinde boğulup kalmak istemiyorsak, korkularımızın çoğunun öğrenilmiş, sonradan üretilmiş korkular olduğunu bilip onlarla bir şekilde yüzleşmeliyiz. Korkularla yaşamak, insanın tabiatına uygun değildir. Korkunun yaşam biçimi haline gelmesi, insanca yaşamanın olmazsa olmazı olan adaletin ve yüksek güven kültürünün kök hücrelerinin kuruması demektir. Bunun yok oluş olduğunu herhalde söylemeye hacet yoktur.