İslâmiyet’te tartışılmayan, açıklığa kavuşturulmamış, kesin hükme bağlanmamış hiçbir mesele yoktur. Ancak bâzı meselelerde binlerce âlimin, bazı meselelerde ise onlarca âlimin ittifakı vardır. Toplumun dikkatini çekmek, adından bahsettirmek isteyen şöhret olma meraklıları, reklam maksadıyla azınlığın ittifak ettiği tezleri ön plana çıkarırlar. Bu sebeple tartışmalar uzar gider…
İslâmiyet’e ayak uyduramayan bâzı insanlar da İslâmiyet’i kendilerine uydurmaya çalışır, işin kolay yolunu tercih ederler. Sarıldıkları hüküm: ‘Kolaylaştırınız! Zorlaştırmayınız!’ Hadisidir.
Bu hadis, aşağıda özetlenen şekilde yaşanan bir görevlendirme sırasında söylenmiştir:
Sahâbeden Muaz bin Cebel, Yemen’e vâli olarak tâyin edilir. Muaz bin Cebel, Efendimizden bazı tavsiyelerde bulunmasını istedi. Efendimiz buyurdular:
-Her ne halde ve nerede olursan ol, Allah'tan kork! -Günahın arkasından hemen iyilik ve hayır yetiştir ki, onu yok etsin! -İnsanlara, güzel ahlâk ile muâmelede bulun!
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Muaz ile beraberinde gönderdiği Ebû Mûsa el-Eşarî'yi uğurlarken de son tavsiyesi şu oldu:
‘Kolaylaştırınız! Zorlaştırmayınız! Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz! Birbirinizle anlaşın, iyi geçinin, ihtilâfa düşmeyin!’
Apaçık anlaşılıyor: Bu hadis, Kur’ân hükümleriyle alakalı değildir. Zira Kur’an hükümlerini Peygamberimiz Efendimiz dâhi değiştiremez. Söylenen söz, şahıslar arasındaki ilişkilerle sınırlıdır.
Şimdi, İslam âlimlerinin ibâdet dili ile alakalı görüşlerine bakalım:
Elmalılı Hamdi Yazır’ın Görüşleri:
Arapça olarak indirilmiş olan ilâhi bir Kitab’ın bir başka dile yapılacak tercümesinin ibâdetlerde okunabilmesi için, bu tercümenin bizzat Allah tarafından yapılması gerekmektedir. Ancak o takdirde bu tercüme ile önceki indirilen mukaddes metin birbirine eşit olabilir. Çünkü her ikisi de aynı kaynaktan gelmektedir. Eğer tercüme bu şekilde olsa, hem ibâdetlerde hem de diğer okunması gereken yerlerde okunabilir. Hiçbir fark ortaya çıkmaz. Aksi halde, yâni bir insanın yapacağı eksik-gedik bir tercümeyi İlâhî bir Kelam’ın yerine okuyamayız. Bu görüşü te’yid eden Merhum Elmalılı Hamdi Yazır bu mevzuyla alâkalı olarak şunları yazıyor:
‘Kur'ân- Kerim’e ‘Kur'ân’ isminin verilmesi, özellikle nazmından dolayıdır. Çünkü önce okunan bizzat mânâ değildir, mânâsını en güzel bir şekilde anlatan nazmıdır ve bundan dolayıdır ki Kur'ân Arapça'dır. ‘Biz O’nu Arapça bir Kur'ân olarak indirdik.’ (Yusuf, 12/2) buyurulmuştur. Şu Arapça'dır, şu Türkçe'dir denildiği zaman lafızlar[1] kasdedilir. Çünkü mânânın belli bir dile ait olması şartı yoktur. Mânâsı itibariyle Kur'ân daha çok ‘furkan, hüdâ, nur, ruh’ gibi diğer isimlerle anılmış ve bu isimler, Arapça olmakla nitelendirilmemiştir.
‘El-Kitab’ ve ‘Kitab-ı mübîn ’ isimleri de hem nazım, hem mânâ açısından verilen isimlerdir. Çünkü bir âyette: ‘Bu, Arapça bir Kur'ân olmak üzere âyetleri açıklanmış bir kitaptır.’ (Fussılet, 41/3) buyurulmuştur. Bunda ek olarak bir de yazılması hususuna işâret vardır. Bu yönden Kur'ân'ın yazısının da bir özelliği gözetilegelmiştir. Sonra Kur'ân'ın bir ismi de ‘Hüküm’ dür. Bu da hem nazım, hem mânâ açısındandır. Onun için ‘Ra'd’ Sûresinde ‘Arapça hükümler ‘ (Ra'd, 13/37) buyurulmuştur. Çünkü Kur'ân'dan hükümler çıkarmada nazmının da mânâsı gibi özel bir önemi vardır. Bilhassa Kur'ân, hüküm, kitap isimlerinde Arapça kelimesi ile açıkça nitelendirilmesi bu üç isimde nazmın önemini isbat eder. Kur'ân'ın Arapça olarak indirildiği açık nassla[2] belirtildiği için ‘tenzîl’ (indirilmiş) isminin de hem mânâ, hem nazım açısından kasdedildiğinde şüphe kalmaz. ‘Zikir’[3] de böyledir. Bütün bu isimlerin içinde ise en üstünü özel adı olan Kur'ân ismidir ki, kırâet[4] ve tilâvet[5] de bunun kendine mahsus kurallarıyla okunmasıdır. ‘Kur'ân, okunandır’ denilmesi de bunun içindir ve bu Arapça'dır.
Şüphesiz Arapça olan da nazımdır. İşte bu Arapça nazmın başka bir dilde benzerini yapmak mümkün olsaydı Kur'ân terceme edilebilmiş olurdu. Yalnız o terceme Arapça olmayacağı için Kur'ân olmaz da Kur'ân'ın tercemesi olurdu.
* * *
Ne kadar yüksek olursa olsun, edebî şahsiyet kazanmış herhangi bir şahsın ifâde üslubu, yazıla yazıla az çok taklid edilebilir ve benzeri yazılabilir. Fakat Kur'ân'ın inmesi anından itibâren bütün Arap edebiyatçıları ve belâgat[6] ustaları Kur'ân belâgatını kendi dillerine örnek edinmiş, bu sâyede Arap dili ve edebiyatı açısından yükselmiş oldukları halde Kur'ân nazmını taklid etmeye ve benzerini yazmaya yanaşabilen kimse ortaya çıkmamıştır. O halde kendi dilinde bile taklidini yapmak ve benzerini yazmak mümkün olmamış olan Kur'ân'ın nazım ve üslubunu diğer bir dilde taklid etmek ve benzerini ortaya koymak elbette mümkün olamaz. Mümkün olamayınca da aynen terceme edilemeyeceği gibi benzetmek suretiyle hiç terceme edilemez. Çünkü benzetme yapılmadığı takdirde ilmî değeri değiştirilmiş, bozulmuş ve Kur'ân'da olmayan şeyler Kur'ân'a katılmış olur. Gerçi Kur'ân'da mânâsı bulunmayacak hiçbir kelime yoktur. Fakat mânâsı çok derin olan kelimeler bulunduğu gibi, bir kelime etrafında birçok mânâların toplandığı ve bâzı ifâdelerin -hepsi de doğru olmak üzere- birçok yönlerin, ihtimallerin yığıldığı (toplandığı) yerler de çoktur ki, bunlar yorum ve te'vile[7] bağlıdır. Ve bâzılarını doğrudan doğruya terceme etmek mümkün olsa bile hepsini bütün yönleriyle tercemeye sığdırmak mümkün olmaz. Bunları olduğu gibi almak veya edebî mânâsı fedâ edilerek te'vil ve tefsir[8] tarzında ifâde etmek lâzım gelir. Ve bu açıdan Kur'ân'ı anlamak için yalnız dili bilmek yetmez. Anlama, olayların sâhibinden rivâyet etmeye veya olayların gelişmesine bağlıdır. Onun için bâzen bir olay karşısında Kur'ân'ın âyetlerinden o vakte kadar hissetmediğiniz bir mânâ anlarsınız. Ve o anda o âyetin o olay için inmiş olduğunu sanırsınız ki bu da Kur'ân'ın hayret verici yönlerinden biridir. Tercemesi bunları tam olarak içine alamayacağından o mânâ yitip gidecektir. Bu cümleden olmak üzere Âl-i İmrân Sûresi'nin baş tarafında geleceği şekilde âyetlerin bir kısmı ‘muhkem’[9], bir kısmı da ‘müteşâbih’dir[10]. Bâzen bir âyette hem muhkem, hem de müteşâbih yönlerin bir arada olduğu da görülür. Müteşâbih âyetler ise ‘Allah'tan başka kimse onun te'vilini bilmez.’ (Âl-i İmran, 3/7) âyet-i kerimesi gereğince tam olarak bilinemez. Bu açıdan bunlar, terceme edilemeyeceği gibi, tefsir ve te'vil de edilemezler. Bundan dolayı bunlar için bir meal de gösterilemez. Olsa olsa aynı lafızların olduğu gibi korunmasıyla duyulabildiği kadar kapalı bir anlama işâret olunabilir ki, bu nokta çok tehlikelidir. Onun için meal olarak ifâde etmemiz bile sakıncasızdır denilemez.
Şimdi insaf ile düşünelim. Bu şartlar altında ‘Kur'ân'ı terceme ettim veya ederim’ diyenler yalan söylemiş olmaz da ne olur? Doğrusu Kur'ân'ı ciddî bir şekilde anlamak, incelemek isteyenlerin O’nu usulüne uygun olarak Arapça yoluyla ve rivâyet tefsirlerinden anlamaya çalışmaları zarûridir. Kur'ân'ın falan tercemesinde şöyle denmiş diyerek ahkâm çıkarmamalı ve problem tartışmasına kalkışmamalıdır. Bunu, imanlı kimseler yapmaz, kendini bilen insaf sâhibi de yapmaz. Kur'ân'dan bahsetmek isteyenler, onu hiç olmazsa harekesiz[11] olarak yüzünden doğru olarak okuyabilmelidir. Bununla beraber öyle kimseler görüyoruz ki Kur'ân'ı harekesiz olarak okumak şöyle dursun, harekesiyle bile doğru dürüst okuyamadığı halde, O’nun hükümlerinde ve mânâlarında ictihad[12] etmeye kalkışıyor. Öylelerini görüyoruz ki Kur'ân'ı anlamıyor ve tefsirlere müfessirlerin[13] yorumları karışmıştır diye onlara da önem vermek istemiyor, eline geçirdiği tercemeleri okumakla Kur'ân'ı incelemiş olacağını iddia ediyor. Düşünmüyor ki okuduğu tercemeye âlim müfessirlerin yorumu değilse; câhil mütercimin görüşü, yorumu, hatâsı ve noksanı karışmıştır. Bâzılarını da duyuyoruz ki Kur'ân tercemesi demekle yetinmiyor ve ‘Türkçe Kur'ân’ demeye kadar ileri gidiyor.
Türkçe Kur'ân mı var be hey şaşkın?
‘Kur’ân Arapçadır. Çünkü bu ‘Biz, muhakkak bu kitabı okuyup anlamanız için Arapça bir Kur’ân olarak indirdik’ (Yusuf, 12/2) nassıyla[14] açıkça belirtilmiştir. Düşünmeli ki Kur’ân’ı tefsir etmek üzere Peygamber’in buyurduğu hadislere bile Kur’ân denemez, denirse küfr olur. Hülâsa terceme, Kur'ân'dan mütercimin anlayabildiği kadar bâzı şeyleri anlatabilirse de gerçek anlamıyla anlatamaz. Anlattığı şeyler de Kur'ân hükmünde ve değerinde olamaz. Bununla beraber, şunu da unutmamak gerekir ki Kur'ân anlaşılmaz bir kitap değildir. Hattâ ‘Muhakkak biz, bu Kur'ân'ı düşünülüp ibret alınsın diye kolaylaştırdık. Hiç düşünen var mı?’ (Kamer, 54/17) Buyurulduğu üzere mânâsını en kolay ve açık bir şekilde anlatan ve zorlamasız, yapmacıksız, su gibi akan, nur gibi parlayan apaçık bir kitaptır. O, kendisini bütün insanlığa duyurma ve anlatmak için inmiş ve duyurmuştur. Ancak O’nun mânâları tam olarak anlaşılıp bilinemez. Bir mânâsı meydana çıkınca arkasında bir mânâ daha, arkasından bir mânâ daha yüz gösterir. Nûrunun açık parlaklığı içinde gizlilik ortaya çıkar. Mümine hitap ederken kâfire bir korkutma fırlatır, kâfiri korkuturken mümine bir müjde nüktesini uzatır. Halka hitap ederken ileri gelenleri düşündürür. Âlime söylerken câhile dinletir. Câhile söylerken âlime dokundurur. Geçmişten bahsederken geleceği gösterir. Bugünü tasvir ederken yarını anlatır. En basit gözlemlerden en yüksek gerçeklere götürür. Müminlere gaybı (geleceği) anlatırken, kâfirleri şimdiki zamandan usandırır. Ve bütün bunları duruma, makama, yere, zamana ve konuya göre en uygun, en güzel kelimelerle anlatır. Mesela taşın çatlayıp su çıkardığını anlatırken veyahut demekle yetinmez ve ‘lemâ yeşşakkaku’ diyerek çatlayışın, akışın bütün fısırtısını, şakırtısını, takırtısını duyurur. Böyle tabiî delâletlerle dağınık olan lafızları, hâssı[15], âmmı[16], müştereki, hakîkati, mecazı, sarihi, kinâyesi[17], zâhirî[18], nassı, müfesseri, muhkemi, hafisi[19], müşkili, mücmeli[20], müteşâbihi, ibâresi, işâreti, delâleti, iktizası, mutâbakatı, tazammunu[21], iltizamı gibi birçok yönüyle ayrı ayrı mânâları bir yere toplayıp anlatıverir. Sonra bunları, değişik değerlendirmelerle açıklar. ‘Bu Kur'ân, âyetlerinin hükmü bâki kılınmış ve sonra geniş olarak açıklanmış bir kitaptır.’ (Hûd 11/1). Sonra bunları anlayanların anlamayanlara açıklamasını da vazife kılmıştır. Bu açıklama vazifesi, tebliğ ve tefsir vazifesini teşkil eder. Güzel Arapça bilenler de bu tefsir ihtiyacından kurtulmuş olamazlar. Tefsir ihtiyacından müstağni[22] kalamadıklarından dolayıdır önce tefsir, Arapça bilenler için Arapça olarak yapılmıştır. Ve bu tebliğ ve tefsir vazifesini önce bütün usulü ile ihtiyaca göre Peygamber (sav) yapmış ve değişik dillere göre O’nu neşretmeyi ve herkesin istifâdesine sunmayı ümmetine emretmiştir.’[23]
Elmalılı Hamdi Yazır’ın ifâdelerinden tercümelerin asla Kur’ân sayılamayacağını ve onların Kur’ân’ın okunması gerektiği ibâdet esnâsında okunamayacağını anlamaktayız. Kur’ân’ın tercüme edilemez oluşundan yola çıkılarak, yapılacak eksik gedik bir tercümenin Kur’ân yerine kâim olarak ibâdet esnâsında okunması, Kur’ân’da zikredilen birçok âyete aykırı hareket etmektir. Ayrıca başta Müteşâbih âyetler olmak üzere, birçok Kur’ân âyetlerinin, değil tercümelerini yapmak, mânâlarını bile bizim bilmemizin mümkün olmadığı yine âyette bildirilmektedir. Bize, onlarla neyin kastedilmiş olduğuna iman edip, bunların Rabbimizden olduğunu kabul etmemiz emredilmektedir.
Kur’ân birçok âyette, kendisine benzer bir Kitab’ın getirilemeyeceğini, hatta bir suresinin bile benzerini yazmanın imkânsızlığını açıkça bildirmektedir.
Kur’ân’ın bir benzerinin getirilemeyeceği, O’nun diğer bir dile de aynısıyla tercüme edilemeyeceğini de ayrıca ifâde eder. Yâni, Kur’ân’a ne indirildiği dilden ne de bir başka dilden eş ve benzer getirilemez. Bu âyetler, bu mânâda tercümeleri de içine almaktadır. Ancak, Kur’ân’ı bire bir eşitlikle çeviremeyeceğiz demek, -ibâdet haricinde- O’nu anlayabilmek için meal ve tefsir kitaplarına müracaat etmeyeceğiz demek değildir.
Meal ve tefsirleri, ‘kendi dilimizle ibâdet edeceğiz’ diyerek namazda okumaya kalkmamızın ne derece akıl dışı olduğu her türlü izahın dışındadır.
Namazın ‘dua’ olduğu, dolayısıyla duanın kendi dilimizle yapılabileceği iddia edilmektedir. Namaz, dua değildir. İkisi arasındaki en mühim farkı; ‘Namaz farzdır, dua farz değildir.’ İfâdesinde bulmak mümkündür.
Namaz, içerisine duayı da alan çok yönlü bir ibâdettir. Bu ibâdetin içine dâhil edilebilecek yüzlerce mânevî ve mistik hallerden ve hikmetlerden bahsedilebilir. Bu meyanda dua, namazın taşıdığı mânâlardan bir mânâ, ona dâhil olan hikmetlerden bir hikmettir. Fakat namaz asla sâdece bir dua değildir. Dua da asla namaz değildir.
Netice itibâriyle dua ana diliyle yapılabilir. Namaz ise ancak Kur’ân diliyle kılınabilir.
(DEVAM EDECEK)
[1] Lafız: Kelime, söz.
[2] Nass: Açık hüküm, kesin delil.
[3] Zikir: Allah’ın yüceliğini dile getirmek ve mânevî olgunluğa ulaşmak maksadıyla söylenen sözler ve yapılan hareketler. Dil, kalp ve beden ile yapılır.
[4] Kırâet: Farz namazların ilk iki rekâtında, diğer namazların ise her rekâtında ayakta iken Kur’ân’dan bir miktar okumak demektir. Farzdır.
[5] Tilâvet: Kur’aân-ı Kerim’i usulüne göre tecvit ile okumak. (Tecvit: Kur’ân-ı Kerim7i uygun telaffuzla, harflerinin söylenişine dikkat ederek okumak.)
[6] Belâgat: Söz ve yazıda düzgün, sanatlı ve tesirli ifâde, akıcı konuşma.
[7] Te’vil: Bir söz veya hareketi, görünen veya bilinen şeklin dışında yorumlamak.
[8] Tefsir: Açıklama, yorumlama
[9] Muhkem: Sağlam, kuvvetli. Hüküm ifâde eden Kur’ân âyeti.
[10] Müteşâbih: Kur’ân-ı Kerim’de mânâsı açık olmayan, Ancak Allah tarafından bilinen âyetler.
[11] Hareke: Arap, Fars ve Osmanlı yazısında kısa sesli harfleri ifâde etmek üzere kullanılan işaretler.
[12] İctihad: İslâm âlimlerinin şer’i çerçeve dâhilinde bir konuda fikir ortaya koymaları.
[13] Müfessir: Anlaşılması zor veya kısa bir metni veya meseleyi açıklayıp mânâsını anlaşılır hâle getiren, tefsir eden.
[14] Nass: Açık hüküm, kesin delil.
[15] Hâss: Hisseden, duyan.
[16] Âmm: Amme, umum, herkes, kamu,
[17] Kinâye: İmâlı, üstü kapalı.
[18] Zâhir: Görünen, meydanda olan.
[19] Hafi: Gizli, saklı.
[20] Mücmel: Kısa ve öz halde, kısaltılmış, özetlenmiş.
[21] Tazammun: İçine alma, bünyesinde bulundurma.
[22] Müstağni: İhtiyacı olmayan, tok gözlü kanaatkâr.
[23] Muhammed Hamdi Yazır: Hak Dini, Kur’ân Dili. C: 1, s: 22-27 Azim Dağıtım, İstanbul 2006