Kur’ân’da sıkça zikredilen ‘Anlayasınız diye sizin dilinizden indirdik’[1] mealinden hareketle, Türkçe ibâdeti savunanlar şöyle demektedirler: ‘Biz Arap olmadığımıza göre, kendi dilimize yapılacak bir tercümeyi ibâdetlerimizde okuyabilmeliyiz. Çünkü âyetlerde açıkça vurgulanan nokta; Allah’ın bizden Kur’ân’ı anlamamızı istediğidir. Bizim anlamamız için ise Kur’ân’ın Türkçe olması şarttır.’
Bahsi geçen ve diğer âyetler, ‘tebliğin’ dilinden bahsetmektedir. ‘ibâdetin’ dilinden değil. İkisi arasında fark vardır: Tebliğin dili, her milletin kendi dilidir; fakat ibâdetin dili, dinin indirildiği dildir.
‘Tebliğ’ yapan kişiler tebliğlerini muhataplarının dili ile yapacaklardır. Bu durum, hem İlâhî maksadın, hem de aklın gereğidir.
Mukaddes bir metni, o metnin indirildiği dilin dışındaki bir başka dile her kim çevirirse çevirsin, bu çevirinin Kur’ân’a bire bir eşit olamayacağı gayet açıktır. Ne kadar iyi tercüme edilirse edilsin, kim tercüme ederse etsin, bu tercüme Kur’ân’a eşit olamaz. Bu konuda bütün filologlar ve edipler aynı kanaati açıklamışlardır. Hatta bu kanaat, yalnız mukaddes metinler için değil, herhangi bir edebî metin için de böyledir. Bir dilde yazılan veya söylenen bir ifâdeyi, aynısıyla diğer bir dile aktarmak imkânsızdır. Bunun mânâsı, bir dile ait bir şey, ancak o dil ile aktarılınca aynısı ifâde edilmiş olur. Asıl metin başkadır, tercüme başkadır. Kur’ân-ı Kerîm ile meal aynı şeyler değildir. Meal ve tefsir, ancak namazda Kur’ân diliyle okunan âyetlerin ne mânâya geldiğini öğrenmek için faydalanılması gereken kaynaklardır.
Bir metnin aslı ve tercümesi arasındaki farkı; Hacettepe Üniversitesi’nde Fransızca Mütercim-Tercümanlık Anabilim Dalı Öğretim Görevlisi olarak çalıştıktan sonra yaş haddi sebebiyle emekli olan Yesevîzâde Şâkir Alparslan Yasa, şöyle açıklıyor:
‘İdeal tercüme, yâni aslının tıpatıp kopyası olan bir tercüme mümkün değildir. Metin objektif üslûptan uzaklaşıp sübjektif bir üslûba yöneldiği ve edebî bir hüviyet kazandığı nisbette, sahih tercümenin başlıca iki şartı olan olabildiğince aynı mânâ ve aynı tesiri vermek için mütercimin bir o kadar fazla serbest davranması, metin üzerinde bir o kadar fazla tasarrufta bulunması binâenaleyh ifâde şekilleri bakımından aslından bir o kadar farklı bir metin inşâ etmesi iktizâ etmektedir. Bunun mânâsı, tercüme metinde mütercimin payının o nisbette artması, metne o nisbette kendi damgasını basmasıdır. Tabiî, bu mâhiyetteki tercüme kayıp ve kazançları sâdece mütercimin şahsiyetinden ileri gelmez; bunda, her biri diğerinden müstakil iki kapalı dil sisteminin birinden diğerine geçiş sırasında tercüme eden dilin hususiyetleri ve o dili konuşan insanların kültür farklılığı da rol oynar. Bu çerçevede, tercüme bir edebî eser, sâdece müellifine değil, aynı zamanda, tercüme metnin inşâındaki katkısı oranında, mütercime de âiddir.
Bizâtihî Kur’ân-ı Kerîm dahî İlâhî Kelâmın[2] beşer diline (Arapçaya) -Bizzât Allâh-ü Teâlâ veyâ Vahiy meleği Cebrâil Aleyhisselâm tarafından yapılmış- bir tercümesi gibi düşünülebilir ve bu nokta-i nazardan o dahî, İlâhî Kelâmın ideal tercümesi telâkkî edilmeyebilir. Diğer tâbirle, İlâhî Kelâm beşer dilinin dar kalıplarına döküldüğü anda, bir dereceye kadar beşerîleşmiş demektir. Onun, bu vâkıaya rağmen, ilâhî vasfı hâiz olması, kaynağı ve teblîğin muhtevâsı, (mânâsı) îtibâriyledir.
Buna mebnî[3], Arapça olarak inzâl olmuş bulunan Kur’ân-ı Hakîm'in bir başka dile tercümesi, aslına muâdil olamaz, onun yerini tutamaz; olsa olsa, aslı hakkında bir fikir verebilir ve ayrıca bize onun -mânâ îtibâriyle- tebliğini nakledebilir; ki metnin mânâ itibariyle naklinde dahî noksanlıklar bahis mevzuu olabilir ve bunların şerh[4] veya tefsirle telâfi edilmesi iktizâ eder. Müfessir Muhammed Hamdi Yazır merhumun "meal" tâbirini, Kur’ân-ı Kerîm'in mânâ ve güzelliğinin bir başka dilde aslının ancak çok altında ifâde edilebilmesi şeklinde târif etmesi, bu sebepledir.[5]
(DEVAM EDECEK)