İbâdet[1] dili meselesi, cılız olsa bile günümüzde tartışmalara sebebiyet vermektedir. Bunun sebebini şöyle yorumlamak mümkündür: Müslüman Türk halkının tamamına yakın ekseriyeti, namazda okunacak âyetlerin mutlaka Kur’ân diliyle yapılması gerektiğine âdetâ îman etmiştir. İbâdet dilinin Türkçe olması gerektiği düşüncesinin kesin ve sert bir dille yapılmasının büyük tepkilerle karşılanması ihtimal dâhilindedir. Bu sebeple değişikliğin yapılmasını isteyenler, bunun kısa zamanda yapılmasını mümkün görmüyorlar. Şimdilik meseleyi, zemin yoklamak ve kamuoyu oluşturmak şekliyle gündemde tutuyorlar. Ancak isteklerinden vazgeçmek niyetinde olmadıkları da hissediliyor.
Kendilerine şöyle bir soru sorulabilir: ‘İstekleriniz kabul edilirse yâni namazda Kur’ân âyetlerinin Türkçe okunabileceği hususu, hükme bağlanırsa, siz namaz kılacak mısınız?’ Cevabınız ‘evet’ ise, buyurunuz, siz öyle kılınız. Kimse sizin, namazınızı nasıl kıldığınıza karışmaz. Peki siz, hangi hak ve salâhiyetle ekseriyetin namazını nasıl kıldığını sorguluyor ve nasıl kılacağına karar veriyor ve dayatıyorsunuz?
’İlahiyatçı akademisyen’ sıfatına sâhip az sayıdaki şahıslar, namaz kılarken, besmele[2] ve Fâtiha suresi dâhil, zamm-ı sûrenin[3], namaz kılanın kendi ana dilinde okunabileceğini ifâde etmektedirler. Bu ifâdelerini de İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin[4] bir beyânına istinat ettirmektedirler.
‘İbâdet’ kelimesi, insanın Allah (cc)’a karşı olan durumunu en iyi şekilde ifâde eden kelimelerimizden biridir. Bir tarafta yaratıcı olarak Allah, öbür taraft
İbâdet; kulun Cenab-ı Allah’a karşı sevgi, saygı ve bağlılığını gösteren, O’nun rızâsını kazanmak niyetiyle ortaya konulan duygu, düşünce ve davranış biçimleri için kullanılan geniş kapsamlı bir kelimedir. İbâdette belli davranış şekilleri vardır. Bu şekillere uyulmaksızın yapılan hareketler ibâdet sayılmaz. Bir fiilin ibâdet sayılması için; kişide îman[5], niyet ve ihlâs[6] olması ve ibâdetin İslâm’a uygun olması ve Allah rızâsını kazanmak maksadıyla yapılmış olması gerekir. Allah rızâsını kazanmak düşüncesi olmayan hareketler, ibâdet sayılmaz.
Bu bölümde ele alınacak mevzu, ibâdet teriminin içerisinde en önemli yeri işgal eden namaz sırasında kullanılacak dildir.
Namaz dışındaki dua[7], zikir[8], tesbih[9], tehlil[10], tekbir[11] ve benzeri bütün ibâdetleri insanlar, ana dilleriyle yapabilirler. Bunda tereddüt yoktur.
Namaz ibâdetinde kullanılacak dilin, Kur’ân-ı Kerîm’in indirildiği dil olan Arapça mı olacağı, yoksa ibâdet eden kişinin kendi ana dili mi olacağı hususu, ülkemizde zaman zaman tartışılmaktadır.
Namazda okunacak sûre ve âyetleri Arapça kırâat etmenin[12] şart olmadığını iddia edenler: ‘Dinimizde zorluk yoktur. Allah kimseye gücünün yetmediğini yüklemez. Kimseyi Arapça öğrenmek mecburiyeti ile karşı karşıya getiremeyiz. İslâmiyet’in şartı temizlik ve güzel ahlâktır, dil değildir. O halde isteyen istediği dille ibâdet de eder, namaz da kılar’ diyorlar. İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin bu mevzuda icâzet[13] verdiğini ileri sürüyorlar.
Karşı görüşte olanlar ise; ‘Kur’ân-ı Kerîm, yalnız Türkçeye değil, hiçbir dile hakkıyla çevrilemez. Eski tefsirlerin ışığı altında verilen mânâlara da tercüme değil, ‘meal’[14] demek uygundur. Kur’ânın yalnız mânâsını ifâde eden sözleri, Kur’ân hükmünde tutmak, namazda okumak câiz[15] olmaz. Hiçbir tercüme, aslının yerini tutamaz.’ Diyorlar.
Ebû Hanîfe’nin Görüşü:
İslâm âlimlerinin ekseriyeti bu görüştedir. Ebû Hanîfe Hazretleri’ne ait olduğu belirtilen icâzet sözleri de doğrudur. Ancak eksik nakledilmekte, gerekçesi belirtilmemektedir.
İbâdet, kulları Allah’a yaklaştırır. Allah’a yaklaşmanın yolları ‘sayısız’ denilebilecek kadar çoktur. İnsan Allah’a şöyle veya böyle yaklaşır. İbâdet yoluyla yaklaşacaksa ki en kestirme yol budur, belli şartlar içerisinde yapılmalıdır. Yalnızca şekle riâyetle ibâdet edilmiş olmaz. Fakat şekilsiz ibâdet de olmaz. Bu şekillerden birisi de namazda Kur’ân’dan sûreler okumaktır. Yâni en azından hadisleri de dikkate aldığımız zaman bir Fatiha suresi okunmalıdır. Ve bu okunan ‘Kur’ân’ olmalıdır. Buradan hareketle ‘mealler Kur’ân mıdır?’ sorusunu sorabiliriz.
Cevap: Değildir. Zaten adı üstünde: ‘meal’dir. Kur’ân’ın bir başka dille kısa açıklamasıdır. Kesinlikle Kur’ân değildir.
Bu konuda imamımız Ebû Hanîfe’nin görüşü kullanılıyor. Özellikle ‘Namazdaki Kur’ân âyetleri, namaz kılanın kendi diliyle okunabilir, okunmalıdır’ diyenler, Ebû Hanîfe’nin görüşüne dayandıklarını iddia ediyorlar. Evet! İmam-ı Âzam’ın bu mesele ile alâkalı görüşü var.
İmam’ı Âzam Ebû Hanîfe; Irak’ta, Kûfe muhitinde yaşadı. O dönemde orası, Acemlerin yâni İranlıların bölgesidir. Farsça konuşuluyor. İslâm, durgun bir suya taş atılır da dalga dalga etrafa yayılır ya… öyle yayılıyor. Tabii bunun yayılabilmesi için engellerin olmaması lâzım. İslâm Mekke’de doğmuş, Medine’de gelişmiş Hicaz’a yayılmış. Hicaz’ın dışına taşmaya başlayınca orada dil engeliyle karşılaşıyor.
Peygamberimizin ilk muhatapları Araplar oldu. Arapların tamamı Kur’ân’ın dilini biliyor. Kur’ân dili, bir miktar farklı olmakla birlikte, Araplar için okumak, anlamak, Kur’ân dilini telaffuz etmek onlar için zor olmuyor. Fakat İranlılar Arapça bilmiyorlar. Kur’ân’ı anlayamıyorlar. ‘Acaba bu durum, İslâm’ın yayılmasına bir engel teşkil eder mi?’ Diye bir soru oluşuyor. Ve İmamız Ebû Hanîfe sırf böyle bir engelin oluşmaması için Fâtiha sûresinin Farsça tercümesinin okunması durumunda da namazın kılınabileceğini söylüyor. Böylece İslâmiyet’in yayılmasının önünde herhangi bir engelin bulunması ihtimalini bertaraf ediyor. Yumuşak yaklaşımının sebebi budur. Bu yaklaşım tatbike konulmadığı takdirde, İslâm, o sınırda kalacak veya kalabileceği endişesi söz konusudur. İlla ‘Farsça okusunlar’ demiyor; ‘Fâtiha Sûresini Arapça okuyamayanlar, Farsça meâlini okurlarsa, namazları sahih[16] olur.’ Diyor.
Şu nokta mühim: İslâm’ın olabildiğince yayılabilmesi için dil bir engel olmasın. Tabiî daha sonra oralar da Müslümanlaşıyor. İnsanlar namazda kendilerine yetecek kadar Kur’ân dilini konuşabiliyorlar. Fâtiha’yla bir İhlâs suresini ezberlemek körpe bir dimağ için ne kadar sürer? Kaç saat sürer veya kaç gün sürer? Dede torununa bir şekilde onları öğretiyor. Dolayısıyla bu bir problem olarak gözükmüyor. Problem de kalmayınca târihin sayfaları arasında Ebû Hanîfe’nin bu görüşü de unutuluyor.
Dünyanın herhangi bir bölgesinde, şehrinde köyünde, sûreleri kendi dilinden okuyarak namaz kılan Müslüman’ın bulunabileceği şüphelidir. Dünyada böyle bir tatbikatı resmen kabul eden tek bir Müslüman ülkesi yoktur. Hal böyle iken, unutulmuş olan bu kolaylığı, Ebû Hanîfe’nin ebedî âleme intikalinden 1250 yıl sonra gündeme getirip, tartışmaya açmanın hiçbir faydası olmadığı gibi, sayılamayacak kadar zararları vardır.
Kur’ân-ı Kerîm’in (sözde) tercümesini, Kur’ân hükmünde tutmanın ve namazda okumanın mümkün olmayacağı, umuma yakın âlimlerin, üzerinde ittifak ettiği bir hükümdür. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’in bir harfinin bile değiştirilmesi câiz değildir. Kelimeleri değiştirmek, herhangi bir kelimenin yerine başka bir dilden başka bir kelime koymak, kimsenin hakkı ve haddi değildir.
Namaz haricinde her milletin kendi diliyle dua etmesi câizdir. Vaaz ve nasihatin de ana diliyle yapılması gerekir. Namaz dışında din için yapılacak diğer bütün hizmetler de böyledir.
Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun 4.12.1997 gün ve 103 sayılı kararı da özetle şöyledir:
‘Kur’ândan kolayınıza geleni okuyun’ âyetinde olduğu gibi, Peygamber Efendimiz de namaz kılmayı târif ederken, ‘Kur’ândan hafızandakilerden kolayına geleni oku’ buyurmuştur. Bu itibarla namazda Kur’ân-ı Kerîm okumak; kitap[17], sünnet[18] ve icmâ[19] ile sâbit bir farzdır. Kur’ân, sâdece mânâ olarak değil, Resulûllah’ın kalbine sözleri ile indirilmiştir. Bu sözlerden başka lafızlarla ifâde edilen mânâ, Kur’ân değildir. Çünkü indirildiği sözlerin dışında, hatta Arapça bile olsa, başka sözlerle ifâde edilen mânâ, Kur’ân değildir. Kur’ân kavramında sâdece mânâ değil, değişmez bir parçası olarak O’nun sözleri de vardır. Bunun için tercümesine Kur’ân denilemeyeceği ve Kur’ân hükmünde olmadığı konusunda İslâm âlimleri görüş birliği içindedir.’
Sorulabilir: Henüz Müslüman olmuş ve namaz kılmak isteyen, henüz dua ve sûre ezberleyememiş olan kimse, namaz kılmak isterse ne yapacaktır?
Cevap: Namaz için gerekli olan herşeyi kâğıda bakarak okuyabilir. İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe hâriç, İmam-ı Muhammed’le İmam-ı Ebû Yusuf’a göre Kitab’a veya kâğıda bakarak okumak, Yahudilere ve Hıristiyanlara benzemek kastıyla olursa mekruh[20] olur, fakat onlara benzemek kastı olmadan okumak, mekruh olmaz.
Şâfiî mezhebinde ise, Kitab’a veya yazılı kâğıda bakarak okumanın, zaten hiç mahzuru olmaz. Yeni Müslüman olanın veya hiç sûre bilmeyenin, hangi mezhepte olduğu da önemlidir. Kendi mezhebinde câiz olmayan şey, başka mezhepte câizse, o mezhebi taklit ederek namaz kılmakta mahzur olmaz.
(DEVAM EDECEK)
[1] İbâdet: Cenab-ı Allah’a karşı kulluk vazifesinin yerine getirilmesi. Allah’ın rızâsına uygun hareket etmek.
[2] Besmele: ‘Bismillahi’r-rahmani’r-rahim / Rahmân ve Rahim olan Allah’ın adıyla’ sözü. Rahmân: AllaHın dünya ile ilgili sıfatı. ‘Merhamet eden, acıyan, esirgieyen, koruyan, affeden, nîmet veren…’ demektir.
[3] Zamm-ı sûre: Namazda, ayakta iken, Fâtiha sûresinden sonra bir sûre veya üç âyet veya kısa bir sûre, uzun bir âyet okumak.
[4] İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe: Ehl-i sünnet mezheplerinin en büyüğü olan Hanefî mezhebinin kurucusu, en büyük imam. Afgan Türklerinden olması muhtemeldir. 699-767 yılları arasında yaşadı.
[5] Îman: Hz. Muhammed’in (sav), Cenab-ı Allah’tan vahip yoluyla aldığı ve ‘din’ olarak kabul eden hükümleri, kalp ile tasdik ve dil ile ikrar etmek. Bazı âlimler, kabul edilen hükümlere göre hareket etmenin gerekli olduğunu belirtmişlerdir.
[6] İhlâs: Her türlü dînî vazifelerin, halkın övme ve kınamasını, düşünmeksizin yalnızca Allah rızâsını kazanmak için îfa edilmesi.
[7] Dua: İnsanın bütün benliği ile Allah’a yönelerek maddî ve mânevî isteklerini O’na arz etmesi. Allah ile kul arasındaki diyalogdur.
[8] Zikir: Allah’ın yüceliğini dile getirmek ve mânevî olgunluğa ulaşmak maksadıyla söylenen sözler ve yapılan hareketler. Dil, kalp ve beden ile yapılır.
[9] Tesbih: ‘Sübhanallah / Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ederim…’ demek. Namaz kılmak mânâsına da gelir.
[10] Tehlil: ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ mânâsındaki ‘La ilâhe illaâllah’ cümlesini söylemektir.
[11] Tekbir: Allah’ı ululamak, tek oluşunu büyüklüğünü dil ve kalp ile kabul etmek.
[12] Kıraât etmek: Farz namazların ilk iki rekâtında, diğer namazların ise her rekâtında ayakta iken Kur’ân’dan bir miktar okumak demektir. Farzdır.
[13] İcâzet: İzin verilmesi, müsaade edilmesi.
[14] Meâl: Kur’an âyetlerini, her yönü ile aynen ifâde etme iddiası olmaksızın, başka bir dile aktarmak…
[15] Câiz: Dînî açıdan mükellefin yapıp yapmamakta serbest bırakıldığı fiiller. Yapılması veya yapılmaması sebebiyle cezâ gerektirmeyen hareketler.
[16] Sahih: Güvenilir, doğru…
[17] Kitap: Kur’ân-ı Kerim.
[18] Sünnet: Peygamber Efendimizin hareketleri… Sözleri ise ‘hadis’ olarak isimlendirilir.
[19] İcmâ: Hazret-i Peygamberin ebedî âleme intikalinden sonra meydana gelen hâdiseler hakkında müçtehitlerin ittifakı ile oluşan hükümler.
[20] Mekruh: Kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda yapılmaması istenilen fiil.