Süleyman PEKİN

Eğitimci

Oku’mak Yerine Okuntu Yapmak

Yavuz Sultan Selim Mısır’a gireli 500’ü 1 geçiyor. Herşey Ocak 1517’de başladı. Yavuz kazandı, Tomanbay kaybetti. Osmanlı yükseldi, Memluklu söndü. Halife öldü, yaşasın Yeni Halife!

Ol Memlûk Devleti ki 13.yy’ın yenilgi yüzü görmemiş Moğollar’ını üstüste yenme başarısı göstermiş Mücahit bir Türk teşkilatıydı. Eşarî şekilciliği 2 - 2,5 asırda bu dinamik kaynağı kuruttu.

Mısır’ın fethiyle Kahire’den İstanbul’a gelen 1-2 bin civarında Eşarî âlim sonraki asırlarda Osmanlı’yı da kuruttu ve aklını soldurdu. Belki de Mısır’ın zenginliğinin laneti ve Memlukluların uzun vadeli intikamıydı bu (!)

Ekim 1517’de Martin Luther diye biri Almanya’nın Wittenberg şehrinde Kilise zulmüne başkaldırdı. Tanrı’yla kul arasını girilmesini, Ruhban sınıfı diktatörlüğünü, Cennetten köşk satılmasını ve hatta müminlerin tekfir / aforoz edilmesini Protesto ederek 501 yıllık aklî bir gelenek başlattı.

Biz de 501 yıl içinde Hıristiyanlığın geride bıraktıklarını ala ala İslamiyet’i Hıristiyanize ettik. Aklı terkettik, nakle geçtik. Özü unuttuk, şekle baktık. Sorgulamayı attık, taklide tutunduk. Yaşayan ve insanlar gibi canlı bir Dini aldık, buzdolabındaki kalıplara koyduk. Günümüz İslam Dünyasının donukluğu bundandır.

Allah’ın “Oku” emrine, “Düşünün, Akledin” talimatına, “Yeryüzünü gezin, inceleyin” düsturuna, “Yaratıcı’nın kâinattaki âyetlerine / izlerine bakın” hükmüne uyan Avrupalılarsa bu 501 yıl içinde hem Dünyanın Efendileri oldular hem de bozulmuş Hıristiyanlığı İslamî prensiplerle tedavi ettiler.

Bizse “Oku”madık, Okuntu yaptık. Şamanlık ve Göktanrı Dini zamanında da yaptığımız gibi.. O zamanki ozanlar ve kamlar destanları ezberler ve bunları müzikal formda, şiirsel üslupla halka topluca arz ederlerdi. Şimdi de imamlar ve hafızlar Yasin-Tebareke-Mevlid ezberleyerek aynı ortamlarda aynı usullerle halka sunum yapıyorlar.

Ki burdan hâsıl olan sevabı 501 yıl boyunca istediğin gibi dağıt. Allah’ın bu okuntulara zaten kaç puan vereceğini de biliyoruz. İmtihan dünyası ama cevapları çalmışız. Ölünce bile nerden ne sorulacağını Rabb’e dikte etmişiz; “Men Rabbuke? Vemen dinuke? Vemen nebiyyuke?” gibi hep çalıştığımız yerden..

Câhilliğimizden kıl aldırmayız ve hatalarımızı asla sorgulamayız. Kandırıldığımızı bile başımıza iş gelmeden idrak edemeyiz. Müstakim ve mü’min değiliz. Hergün “İhdina’s-sırat’el-mustakîm / İstikamet yolunda aydınlat bizi” derken bile kıldan ince ve kılıçtan keskin bir köprüden gişesiz geçişimizi hayalleriz. Ebu Cehil gibiyiz; Allah’ı biliyor ama O’na güvenmiyoruz, paraya ve güce güveniyoruz.

Câhilliğimizi kabul etmediğimiz gibi eski köye yeni âdet getirenleri de sevmeyiz. 40 asırlık okuntu geleneğimizle mutluyuz; mutluluğumuzu bozanları yüzdesel kesretimizle bozarız. Hep kaybedeniz ama küçücük hesaplarımızı her yoldan kazanmaya bakarız. Ve sonra hüsran! “İnne’l-insâne lefî husr”

Ben miyim Müslümcü, Ümmet-i İslam mı; anlayamadım. “Dertler İnsanı”, “Mahzun Kul”, “Sefalet Aşkım Oldu”, “Kahretmişim Hayatıma”, “Gözümde Yaş, Bağrımda Taş”, “Küllü Harap”, “Ağır Yaralı”, “Yıkıla Yıkıla” ilh.

El fâtiha!