Abdülkadir SEZGİN

Akademisyen, yazar

Mevlana’nın Hakka Vuslat(Şeb-i Arus) Gecesi

1207 yılında Belh şehrinde doğan Hz. Mevlana 17 Aralık 1273 yılında Konya ‘da Hakk’a yürüdü.

Büyük bir âlim” ve ermiş bir sûfi olan Hz. Mevlana ölümü anlatırken “Yüce Sevgiliye kavuşma” veya  gençlerin evlenip kavuşacakları kutlu düğün gecesine benzetmiş. Bu sebeple de O’nun vefat günü “Şeb-i Arus” olarak adlandırılmıştır. Babası Sultan-ül-Ülema diye bilinen   Bahaeddin Veled annesi Mümine Hatun ‘dur.

Bahaeddin Veled ailesi ile birlikte Belh ‘den ayrıldıktan sonra Bağdat ‘a buradan da Hac için Mekke ‘ye gitmiş ve daha sonra Anadolu Selçuklularının en ihtişamlı dönemlerinde Anadolu ‘ya gelmiştir. Zaman XIII. yüzyılın ilk çeyreğinin son yıllarıdır.

Malatya, Erzincan, Akşehir yoluyla bugünkü Karaman’a geldi. 1225 yılında oğlu Hz. Mevlana ‘yı Gevher Hatun ‘la evlendirdi.

Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad ‘ın daveti üzerine 1228 yılında Hz.Mevlana ile birlikte Konya ‘ya geldi.

Bahaeddin Veled 1231 yılında vefat etti.

Hz.Mevlana ertesi yıl babasının müritlerinden olan Muhakkık-i Tirmizi ‘ye 9 yıl süreyle müritlik etti. (1232-1241) Bazı kaynaklarda Hz.Mevlana ‘nın öğrenimini ilerletmek için Şam ‘a gittiğini söylenir.

Muhakkık-i Tirmizi ‘nin ölümünden sonra Hz.Mevlana medreselerde bir süre ders vermiştir. Verdiği dersler Selçuklu Sultanı ve vezirleri tarafından da takip edilmiştir.

1244 ‘de Şems-i Tebrizi ile tanışmasıyla Hz.Mevlana ‘nın hayatı değişmiş ve sahip olduğu ilmin yanında, O ‘nu bir gönül adamı yapmıştır. Şems-i Tebrizi ile yaptığı sohbetler nedeniyle çevresindekileri ihmal eden Hz.Mevlana, müritlerinin ve halkın tepkisiyle karşılaştı.

Şems-i Tebrizi bunun sonucunda 1246 yılında Şam ‘a gitti. Ancak Hz.Mevlana ‘nın ısrarlı davetleri üzerine 9 ay sonra Konya ‘ya döndü.

Şems-i Tebrizi devam eden tepkiler neticesinde 1247 yılında esrarengiz bir şekilde ortadan kayboldu. Kayboluşuyla ilgili olarak Şems-i Tebrizi ‘nin öldürüldüğü ve ayrıca Hz.Mevlana ‘nın üzülmesine dayanamadığı için gizlice Şam ‘a gittiği yolunda görüşler vardır.

Bu olaydan sonra Mevlana kendini tamamen şiire, semaya ve çevresindekileri manevi yönden olgunlaştırmaya verdi.

Selahaddin Zerkubi ve Hüsameddin Çelebi ‘yi kendisine yakın arkadaş seçti. Özellikle Mesnevi’nin ilk onsekiz beyti dışında kalan kısımları ile bazı eserlerinin aynı zamanda dervişi de olan öğrencileri tarafından, o söylerken kaleme alındığı söylenir.

MEVLEVİLİK NEDİR?

Bektaşilik ve Nakşilik gibi Türk kökenli bir tarikat olan Mevlevilik’in, Mevlana Celaleddin Rumi tarafından kurulduğu kabul edilir.

Mevlana”nın oğlu Sultan Veled Çelebi’nin tarikat disiplin ve hiyerarşisi ile töre ve ayin kurallarını belirleyen kişi olarak kabul edilir.

Bu tarikata girenlere “Mevlevi”, toplantı ve ayinlerin yapıldığı yerlere de “Mevlevihane” denilirdi. Tarikatın başı, (Alevi) Kızılbaşlarda olduğu gibi “Çelebi” diye isimlendirilir, bunlar Mevlana”nın torunları arasından seçilirdi.

Hacıbektaş Dergahı’nda da olduğu gibi, Mevlevi tarikatına baş seçilen Çelebi, Konya’da bugün Mevlana”nın türbesi olarak bilinen “dergâh”ta otururdu

Her tarikatın birinci adamı ile önemli bölge temsilcileri, şeyhülilamlığın önerisi ile Padişah Fermanı (bu günkü karşılığı: Kararname) ile “Dergah Mütevellisi” olarak atanırlardı.

Osmanlı döneminde Şeyh, Pir, Veli gibi ruhani, tasavvufi veya dini unvan kimseye verilmezdi. Ancak, Mütevelli fiilen tarikat lideri ve dergâh yöneticisinin yapması gereken işleri yapar; dervişler de O’nu tarikat kurucusu olan “Pir”in Vekili olarak kabul ederlerdi.

Mevlevilik, “Osmanlı Devleti Aliyye”si zamanında devletin itibar ettiği, kurucusu Türk olan Üç tarikattan biridir. Bu tarikatlar: Bektaşilik, Mevlevilik, Nakşilik’dir.

Yaygın kanaata göre, Bektaşilik halkın ve askerin, Mevlevilik okumuş yazmış, yabancı dil bilen aydınların, Nakşilik de daha çok din hizmetlilerinin tarikatı olarak hizmet vermişti.

Mevlevilikte ve Bektaşilikte Sema–Semah ve Günümüz

Mevlevilik ve Alevilik veya Bektaşilik denince ilk akla gelen “sema’” ve “semah” olmaktadır. Bu kelimenin sonundaki harf “Ayn” harfidir. Kelimenin aslı lügatte işitmek manasındadır. Arap harfleriyle yazılırken “semah” kelimesi de “sema’” şeklinde yazılmasına rağmen, karışıklık olmasın ve Mevlevilerinki ile karıştırılmasın, diyerek “semah” şeklinde söylenirdi. Osmanlı alfabesinin de kalkması ile zaman içinde yazılım da “semah” haline dönmüştür.

Terim olarak, musiki nağmelerin dinlerken vecde gelip hareket etmek, kendinden geçip, kendi etrafında Allah’ı zikrederek dönmektir. Zikir bir ibadettir ve sadece Allah rızası için yapılır.

Hz. Mevlana zamanında, belli bir nizama bağlı kalmaksızın dini ve tasavvufi bir coşkunluk vesilesiyle icra edilen “sema’“, sonradan Sultan Veled ve Ulu Ârif Çelebi zamanından başlayarak Pir Âdil Çelebi zamanına kadar tam bir disiplin içine alınmış, sıkı bir nizama bağlanmış; icrası öğrenilir ve öğretilir durumdadır.

Böylece XV. yüzyılda son şeklini alan Sema’ Töreni’ne daha sonra sadece XVII. yüzyılda “Na’t- ı Şerif” eklendiği biliniyor.

Mevlevilik tarihi boyunca aydınların; entelektüellerin tarikatı olma özelliği sebebiyle bir şehirli tarikatıdır. Bu sebeple de “Mevlevihane” adı verilen Dergâhlarda yapılan zikre Mevlevi olan da olmayan da, meraklı olanlar da katılırdı.

Sadece şehirlerde bulunan Bektaşi Dergâhlarında yapılan tarikat toplantılarına Bektaşi olmayanların da gelmesi, izlemesi, dua ve zikre katılması mümkündü. Ancak Kızılbaş olarak  söylenen, günümüzde Alevi tabiriyle ifade edilenler köylerde, mezralarda yaşar; tarım hayvancılıkla meşgul olurlardı. Kısmen kapalı toplum sayılırdı. Köyde yapılan “ayin-i cem” toplantılarına zaten yabancı olmadığı için, “ikrar” vermemiş; (yola giriş merasimi yapılmamış) köylü de katılamazdı.

Günümüzde ise, özellikle “sema’” ve semazen enflasyonu yaşanmakta; tiyatronun ilk başladığı zamanlardaki gibi, semazen elbisesi bir “zenne” kıyafeti gibi giyilerek, bir ticaret ve menfaat elde etme aracına dönmüş görünüyor. Muhafazakar veya İslamcı ailelerin Sünnet veya evlenme düğünlerinde, “bir neyzen, bir veya birkaç semazen” getiriliyor ve halkı eğlendirmek için gösteri yapıyorlar.

İş, o kadar ayağa düşmüş görünüyor ki, büyükşehirlerde “cafe” veya benzer kelimelerle açılmış pek çok yerde bu soytarılıklar; Mevlevilik istismarı ile kazanç vasıtası olarak kullanılıyor.

Ne din ve kültür adamlarından ses var, ne de Mevlevi vakıf, dernek veya mensuplarından “tık” var.

Tasavvuf, din, mâneviyat, ilahi aşk zibil olarak sokaklara dökülmüş.

Diğer taraftan, ikrar vermemiş kendi köylüsünü bile “ibadet de, kabahat da gizli” diyerek, kendi akrabası olan köylüleri bile, erkân uygulanan “yol toplantısı”na almayan Aleviler, folklor gösterisi olarak Semah ekipleri kuruyorlar.

“Folklor Ekibi” şeklindeki yapılanmanın olmasının, tarihi ve kültürel bir değerin bütün topluma tanıtılması bakımından uygun/olabilir buluyorum.

Bu işte de ne kadar hassas davranılması gerektiğini söylemeye de ihtiyaç duymuyorum.

Bu noktada tarihi ve kültürel miras konusunda

Ölçülü ve dikkatli olduğunu bildiğim Sayın Kültür Bakanı’nı göreve davet ediyor, “sema’”ın zennelikten kurtarılması için tedbir almaya davet ediyorum.

 

Hıristiyanlık (İsa Mesih) ve Mevlana

 

Hıristiyan bir Cerrah şöyle anlatıyor:

Şeyh Sadreddin’in arkadaşlarından bir topluluk bana geldi. Yanımızda içtiler ve bana:

“İsa sizin zannettiğiniz gibi Allah mıdır?” dediler.

Ben de :

“Biz bir tanrı’nın var olduğunu biliyoruz. Fakat dinimizi korumak için bunu bilhassa gizliyor ve inkar ediyoruz, dedim.

Mevlana bunu işitince, “Tanrı’nın düşmanı yalan söylüyor, hâşâ!” Bu olamaz. Bu şeytanın şarabından sarhoş olup, yolunu şaşırmış ve Tanrı’nın kapısından kovulmuş olan bir düşüğün sözüdür. Yahudilerin oyun, düzen ve hilelerinden bucak bucak kaçmış, boyu iki arşından daha kısa, zayıf bir adam nasıl olur da bu yedi kat göğün koruyucusu olur?

Hem öyle ki bu göklerden her birinin kalınlığı, gidilecek olsa beşyüz yıl sürer ve bir gökle diğer göğün arasındaki uzunluk beş yüz yıl var. Her birinin kalınlığı beş yüz yıl ve birbirinden ötekine olan beş misli denizlerin tasarrufu onun elindedir.

Bu zayıf adam bunların nasıl darecisi olur ve bunu senin aklın nasıl alır?

Bundan başka, İsa’dan önce yerin göğün yaratıcısı kimdi?

Sonra Hıristiyanın:

“- İsa’nın toprak olan kısmı toprağa, pâk olan kısmı  ile pâk olana gitti”, dediğini söylediler.

Mevlana buna cevap olarak dedi ki:

Eğer İsa’nın ruhu Tanrı ise, o halde ruhu nereye gitmiş olabilir? Ruh ancak aslına, yaradanına gider. Eğer İsa, asıl ve Yaratan ise, o halde O’nun gideceği yer neresidir?” 

Hıristiyan yine:

“ – Biz bu inancı babamızdan bulduk ve onu kendimize din edindik”, dedi.

Ben de O’na karşılık olarak dedim ki:

“ – Eğer babandan sana kalp para ve bozuk altın kalmış olsa, sen onu ayarı tam, saf ve temiz bir altınla değiştirmez misin, yoksa bu kalp altını babamdan aldı diye üstün mü tutarsın?

Babandan sana çolak bir miras kalsa ve sen bu çolak eli düzeltecek bir ilaç veya doktor bulsan, bunu kabul etmez misin?

Bu çolak el bana babamdan böyle kaldı, ben bunu bozmak, değiştirmek istemem mi dersin?

Sen babanın yaşayıp öldüğü bir yer ve yurtta  büyüyüp yetişsen, oranın suyu tuzlu olsa, sonra suyu tatlı, toprağı verimli, araya nakletme, daima onun tatlı suyunu içmek ve bütün hastalıklardan kurtulmak istemez misin?

Yoksa biz bu yer ve yurdu, bu hastalık yapan tuzlu suyu ile bulduk. Burada kalacağız, deyip oraya yapışır kalır mısın?

Asla bunu akıl ve duygu sahibi bir kimse söyleyemez.

Tanrı sana babanın aklından başka bir akıl, görüşünden başka bir görüş ve iyiyi kötüden ayırt etme kuvvetinden başka bir kuvvet vermiştir. Sen bunları işler, yokluğa sürükleyen değil, doğru yola götüren bir akla uy[1].)

Moğollar – Moğol İşgali ve Mevlana

 

“Moğollar bura geldiklerinde çırıl çıplaktılar. Binek hayvanları öküzdü. Silahları odundandı. Şimdi haşmet ve azamet sahibi oldular, krınları doydu. En güzel arap atları ve silahlar onların elinde bulunuyor.

Mevlana buyurdu ki, onların gönülleri kırık ve kuvvetleri yokken Tanrı yalvarmalarını kabul etti ve onlara yardım etti.

Şimdi ise, bu kadar muhteşem ve kuvvetli oldukları şu anda halkın fakirliği, zayıflığı vasıtasıyla Yüce Tanrı onları yok edecektir. O zaman hepsinin Tanrı’nın inayeti ve yardımı olduğunu, dünyayı bununla zaptettiklerini, yoksa başarılarının Tanrı’nın buyruğu ile yok eder.

Önce insanlardan uzak, fakir, çırçıplak ve acınacak bir halde çölde yaşarlarken, sadece onlardan bazıları ticaret yapmak için Harezm vilayetine geliyor, alışveriş ediyor, kendileri için elbiselik keten alıyorlardı. Harezm Şah bunu yasakladı ve tüccarları öldürmelerini emrediyordu. Onlardan haraç alıyor ve tüccarların oraya gitmesini önlüyordu.

Onlar, padişahlarının yanına dert yanmağa gittiler ve : “Mahvolduk” dediler. Padişahları on günlük izin istedi. Bir mağaranın kovuğuna gitti ve tam bir vecd içinde ibadet etti. Allah’a yalvardı.

Ulu Tanrı’dan:”Senin dileğini, yalvarışlarını kabul ettim. Dışarı çık, nereye çıktıklarından, karşılarında bulunanları yendiler ve bütün yer yüzünü kapladılar.

Biri, “(Moğollar)[2] kıyamete inanıyorlar ve elbette bir sorgu sual günü olacak diyorlar”, dedi.

Mevlana buyurdu:

Yalan söylüyorlar; kendilerini Müslümanlarla bir görmek istiyorlar. Yani biz de biliyor ve inanıyoruz, demek istiyorlar. Deveye, nereden geliyorsun diye sormuşlar, “Hamamdan geliyorum” demiş. Ökçenden belli, demişler.

Onlar kıyamet gününe inanıyorlarsa, bunun delili hani? Bu günahlar, zulümler, ve kötülükler üst üste birikmiş karlar gibi, kat kat yığılmıştır. Güneşin karları ve buzları erittiği gibi, günahları bırakıp Hakk’a dönme ve pişmanlık duyma güneşi, Tanrı korkusu ortaya çıkıp o dünyanın ahvali gerçekleştiği zaman, bu isyan karlarının hepsi erir. Bir kar veya buz bu şekilde bulunurken, “Ben güneşi gördüm, Temmuz güneşi üzerine ışıklarını saldı”, der ve hala kar, buz halinde olursa, akıllı bir insan buna inanır mı?

Temmuz güneşi parlasın da karı ve buzu yerinde bıraksın! Bu imkansız bir şeydir. Her ne kadar Ulu Tanrı, iyi ve kötü fiillerin cezası kıyamette verilecektir, diye vaat etse de, biz bunun örneklerini bu dünyada da, her an bir lahza görmekteyiz.

….

Biri: “-Ezeli hükümler ve Tanrı’nın takdir ettiği şeyler hiç değişir mi?” diye sordu.

Mevlana buyurdu ki:

– Tanrı ezelde: “Kötülüğe karşı kötülük, iyiliğe karşı iyilik olmalıdır”,  diye verdiği hüküm asla değişmez. Çünkü Ulu Tanrı “Hakîm”dir. Sen kötülük yap, iyilik bulursun, nasıl der?

Bir kimse buğday ekip, arpa biçemez ve arpa ekip buğday toplayamaz. Bu imkansızdır. Bütün Veliler ve Nebiler de, “iyiliğin karşılığı iyilik, kötülüğün karşılığı kötülüktür” demişlerdir.

Bir zerre kadar hayır işleyen kimse o hayrın mükafatını ve zerre kadar kötülük yapan kimse de o kötülüğün karşılığını cezasını görür”[3].

 

Hz. Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin Eserleri

– FİHİ MA FİH

– MECALİS-İ SEB’A

– DİVAN-I KEBİR

– MEKTUBAT

– MESNEVİ-İ ŞERİF

– MEVLEVİ EVRAD-I  ŞERİFİ

– MAKALAT

 

MESNEVİ DEN…

Mevklana’nın Hakk’a Yürüyüşünde Mesnevi’nin İlk On Sekiz Beytinin Şiirle Tercümesi[4]

 Dinle neyden duy neler söyler sana,

Derdi vardır, ayrılıklardan yana;

 

Kestiler sazlık içinden beni;

Dinler, ağlar: hem kadın, hem er beni.

 

Göğsü, göz göz ayrılık delsin de bir,

Sen o gün benden işit özlem nedir?

 

Her kim aslından uzak düşsün arar;

“Asla  dönmekçin bir uygun gün arar.

 

Dost’a kâh yoldaş olup, kâh düşmana,

İnlyip sesler duyurdum her yana

 

Dost olur –zannınca- her insan bana

Sırlarım, gel gör ki, meçhuldür ona.

 

Sırlarım olmaz iniltimden uzak,

Her göz etmez fark, işitmez her kulak.

 

Saklı olmaz bir birinden can ve ten

Cânı  görmek için izin yok bil ki sen’

 

Bir ateştir, yel değildir ney sesi;

Kim ateşsizdir; yok olsun böylesi.

 

Sevgiden ağlar, eğer ağlarsa ney,

Sevgiden çağlar, çağlarsa mey.