Eskiden sokakta bir şey yemek ayıp sayılırdı. Olur, imkânı olmayan biri görür de canı çekerse diye düşünülür, sokakta oynarken dahi bir poğaçayı ya da içine bir şeyler konmuş bir parça ekmeği dahi annelerimiz elimize vermezdi.
Gel içeride yemeğini ye, sonra çıkıp oynarsın, arkadaşlarına ayıp olmasın, denirdi.
Lokantaların camlarında içerisi görünmeyecek şekilde tel üzerine gerilmiş tül perde olurdu. Böylece içeride kim ne yemek yiyor görünmez, sokaktan geçenlerin canı çekmesin diye azami gayret gösterilirdi.
Ya da bir yere gittiğinizde, orayı eşinize dostunuza anlatırken, yeme içme konusuna girerseniz edeplice uyarılırdınız:
Yediğin içtiğin senin olsun, sen gördüklerini – gezdiklerini anlat diye…
Yemek yerken ekmek kırıntısı ya da eski adıyla ‘furda’ yere dökülmesin, sonra bereketi kaçar denirdi. Bu nedenle de sofra bezi veya peçete benzeri büyükçe bir örtü üzerinde yemekler yenilirdi ki, ekmek kırıntıları yere dökülmesin de, yiyeceklerimizin bereketi kaçmasın.
Yemeğe oturmadan mutlaka eller yıkanırdı ki, günlük iş gailesi içerisinde pis bir şeyleri tuttuysak yiyeceklerimize o ellerle dokunduğumuzda mikrop kapmayalım da hasta olmayalım denirdi. Bu arada bunun töresel ve dini olarak yemeğe oturmadan ve yemekten sonra da mutlaka ellerin yıkanacağı kuralı vardı. Vardı diyorum, çünkü artık yok…
Bunlar geçmişte kaldı.
Geçmiş dediğim de öyle Osmanlı – Selçuklu dönemi filan değil ha, 15 – 20 yıl kadar öncesinden bahsediyorum. Şu an yaşı 35 ve üzeri olanlar sanırım bu dediklerimi hatırlamışlardır…
Eskiden sokakta açıktan simit yemeği dahi ayıp gören ve 1 lira 25 kuruşluk simidi alamayan olabilir, canı çeker de ayıp olur diye düşünen milletin çocukları artık, yol kenarlarında kaldırım üzerine atılmış masalarda yanından gelip geçenlere aldırmadan kebaptır, köftedir lupur lupu mideye gönderiyor. Fakir fukaradan biri ya da bir dilenci yanına geldiğinde de önce azarlayıp, ardından garsonlar vasıtasıyla gereği yapılıyor…
Lokantaların yerini ‘Restoranlar’ alınca, camlar fora olduğu gibi, binaların dış cephesi ve vitrinleri de tok adamı bile acıktıracak enfes yemek fotoğraflarıyla donanıverdi…
Artık gezilen yerlerin fotoğraflarını facebuk’a, integram’a ve tviter’e atarken en önemli ayrıntı: Yenilen yöresel yemeklerin başında, fotoğraflar oluyor…
Görgüsüzlüğün bu kadarına pes dedirtircesine de; ‘Soframız hazır, buyurun’ diye de sanki 500 kilometre ötedeki ahbaplar gelebilecekmiş gibi bir de ukalalık yapılıyor.
Şimdi ayakta gezerken bir şey yemek artık ‘in’ olunca, mecburen sofra bezleri de ‘out’ oluyor. Bu arada ekmek kırıntısının bereketi, bunların sofradan özenle toplanıp kuşlara verilmesi filan da tarihteki yerini alıyor. Bereket mi?
O da neymiş, kaldı mı ki?
Artık yemekten önce eller yıkanmıyor, ama yemekten sonra ıslak mendille kibarca dudaklarda kalan yağlar temizleniyor. Bu da bir şeydir tabii. Avrupalıların tuvalet kültürü olmadığı için parfümü icat etmeleri gibi bir şey, ama olsun…
İş vatan millet, din iman, insan hakları eşitlik konularına gelince mangalda kül bırakmayan bir toplum için bu da bir şeydir.
Biz mi başkalaştık, yoksa her şeyi boş vere, boş vere bu hale mi geldik?
Hani eski bir şarkı derdi ya:
“Boş vere boş vere ne hale geldik?”
“Her yüze güleni biz dost bildik”
“Geçti aylar, geçti, geçti yıllar…”
“Neredeydik, nerelere geldik!”