Prof. Dr. Hasan ONAT

Akademisyen

Türkiye'de Din Anlayışı - 10

Oysa, Alevilik gibi, Türkiye’nin milli birlik-bütünlüğü açısından hayatî önem taşıyan, ülke gündeminde sürekli baş sıralarda yer bulan bir meselenin, bilimsel nitelikli doğru bilgi olmadan tartışılması, konuşulması, öyle zannediyoruz ki, faydadan çok zarar getirmektedir. Bir tartışmanın yararlı olabilmesi için, önce kullanılan kavramların ve tanımların belirgin hale getirilmesine; daha sonra da, en azından tartışmayı yürütmeye yetecek kadar ilmî içerikli bilgiye ihtiyaç vardır. Bilimsel nitelikli bilgi olmaksızın yapılan tartışmaların, problemlerin çözümüne yönelik ciddi katkı sağlayabileceğini söyleyebilmek, doğrusu pek mümkün değildir. Alevilik olgusu hakkında gerekli olan bilimsel bilgi, öncelikle Aleviliğin mevcut durumunun tespitine ve doğuş sürecinin aydınlatılmasına yönelik olmalıdır. Ayrıca, Alevilikle ilgili ana kavramların, Alevilik olgusunun tarihî seyrine paralel olarak kazandığı ve yitirdiği içerikler de dikkate alınarak, bilimsel yöntemlerle ve doğru olarak tespit edilmesine ihtiyaç vardır. Doğru bilgi, sağlıklı bir tartışma zemininde, yapıcı ve doğruyu arayan, iyi niyetli insanlar sayesinde, sorunların kalıcı bir biçimde çözümlenmesini sağlayabilir. Doğru, hoşumuza gitmese de, işimize gelmese de doğrudur. Doğruları gizleyerek, gerçeklerden kaçarak bir yere varmak imkânsızdır. Biraz dikkat edecek olursak, başımızı ağrıtan sorunların önemli bir kısmının, doğru ve sağlam bilgi eksikliğinden kaynaklanmış olduğunu hemen fark edebiliriz. Alevilik olgusu hakkındaki bilgi boşluğu,-Alevi olsun olmasın-,gerçekleri görebilen, aklı başında olan her insanın açıkça dile getirdiği bir husustur. Alevilik hakkında yüzlerce kitap neşredilmiş olmasına rağmen, bunların büyük çoğunluğunun ilmî nitelikten yoksun olduğunu görebilmek için, kitapların sayfalarına şöyle bir göz atmak yeterlidir. Kitapların ve yazılıp çizilenlerin önemli bir kısmı, bilgi boşluğundan ve kaostan yararlanmak isteyen bazı kimselerin, kendi ideolojileri doğrultusunda, yeni yapılanmalar peşinde koştuklarını düşündürmektedir.

Bazı araştırıcılar, açıkça, ”Aleviliğin başlı başına bir din” olduğunu şöyle ifade etmektedirler: ”Karşılaştırmalardan görüleceği üzere Alevilik, Müslümanlık değildir. Olması da mümkün değildir. Müslümanlığın bir mezhebi ya da kolu olsaydı, çoktan Müslümanlığın içerisinde eriyip gitmiş olacaktı. Alevilik, kendine has özellikleriyle, kendi başına bir inanç sistemidir. Başlı başına bir dindir”.(Şelva Dersim, Alevilik, Pir Dergisi, Yıl 1,Sayı 1 Aralık 1994,s.8). Bazıları, Aleviliğin kökeninde, Mazda İnancının ve Zerdüşt Öğretisinin bulunduğunu (Bk. E. Xemgin, Aleviliğin Kökenindeki Mazda İnancı ve Zerdüşt Öğretisi, İstanbul 1995), iddia edenler olduğu gibi,”Alevilik, T.C. gerçekliğinin karşıtıdır” diyerek meseleyi “Kürt Aleviler”le irtibatlandırıp şöyle devam edenler de vardır: ”Kemalizm, Aleviliğe özgürlük getirmemiştir. Alevilerin inançlarını ve Kürt Alevilerin kimliğini yasaklamıştır. Sünni devlet egemenliği yanında, kayıtsız şartsız Türk şoven-ırkçı egemenliğini eklemiştir. Bu açıdan Kemalizmin ve devletin Alevilere saldırısı, Osmanlı’dan daha güçlü ve köklüdür. Aleviliği ve Kürt Aleviliğini temsil edenler Koçgiri ve Dersim’de direnmişlerdir. Kemalizme karşı ilk çıkışı yapan Koçgiri Alevileridir ve Kürdistan’da Kemalizme en son teslim olan Dersim Alevileridir”(Ali Dersimli, Zülfikar, Sayı 1,Haziran 1994,s.9).”Anadolu Aleviliği”nin bir “masal” olduğunu söyleyip, Aleviliğin aslının Ca’ferilik olduğunu iddia eden, Alevileri Ca’ferileştirmek isteyenler vardır (Bk. Teoman Şahin, Alevilere Söylenen Yalanlar-Bektaşilik Soruşturması 1,Ankara 1995). Bu arada, Doğu Bloku çöktükten sonra işsiz ve malzemesiz kalan bazı eski tüfek Marksistlerin de, kendi ideolojileri doğrultusunda, Alevilikte ateist bir yapılanma için savaş verdikleri gözden kaçmamaktadır. Diğer taraftan, gerek Sünnî anlayışı benimseyen Aleviler arasında, gerekse Sünniliği İslâm’la özdeşleştiren kimseler arasında, Alevilerin Sünniliği kabul edip Müslüman olmaları gerektiğini söyleyenler de yok değildir. Bu tespitler, ”bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak isteyenlerin” ne kadar da çok olduğunu düşündürmektedir. Henüz Alevilik olgusunun hangi zeminde tartışılacağı bile açıklık kazanmış değildir. Bilgi boşluğu, tahmin edildiğinden çok daha fazla, çok daha ileri seviyededir. Oysa doğru bilgi olmadan fikir üretmek, çözüm üretmek mümkün değildir. Alevilik olgusunun bugünkü durumu ile ilgili, Prof. Dr. Orhan Türkdoğan tarafından gerçekleştirilen, ”Alevi-Bektaşî Kimliği” isimli,”sosyo-antropolojik” bir araştırmanın değerlendirme kısmında şu tespitlere yer verilmektedir: ”Alevi-sünni teolojisini temsil eden yetkililerin bir araya gelerek ilmî bir seminer veya toplantıda tartışmaları gerekmektedir. Çünkü, hemen her Alevi Ocakzadeleri; Allah, Kur’ân ve Peygamber üçlüsünde birleştiklerini bize kesinkes açıklamışlardır.

Bu nedenle İslâm’ın özünde, Alevî-Sünnî açısından bir sapma düşünülemez. Her Alevi Allah’a, Peygamber’e ve Kur’ân’a bağlı oldukları hususunda kararlıdırlar... Bu üç unsur, Alevî-Sünnî bütünleşmesinde temel taşı teşkil edebilir”.(Prof. Dr. O. Türkdoğan, Alevi-Bektaşi Kimliği, Timaş Yayınları, İst.1995,s.535). Bu tespitlerin anlam ve önemini ortaya koyabilmek için, önce, bu araştırmanın nasıl yapıldığına bakmak gerekmektedir. Prof. Dr. Orhan Türkdoğan,1993-1995 yılları arasında, Türkiye genelinde Alevî-Bektaşî nüfusun yoğun olduğu 15 il ve bu illere bağlı 45 ocak üzerinde, Antropolojinin en yeni yöntemlerini kullanarak bir saha araştırması yapmıştır. Esas olarak, kendilerini Alevî-Bektaşî diye tanıtan kimselerin Alevîliğe -Bektaşiliğe bakışları ortaya konulmak istenmiştir. İşte, yukarıdaki tespitler, bu araştırmanın sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu tespitlerden yola çıkarak, kendilerinin Alevî-Bektaşî olduğunu söyleyen kimseler arasında, İslâm’ın özüyle bağdaşmayan birtakım görüşlerin, düşüncelerin olmadığını iddia etmek elbette mümkün değildir. Nitekim, araştırıcı da bunun farkındadır: ”Bu gelenekli Aleviliğin iç yapısında; tarihî gerçeklere uymayan, İslâmî kültür kodlarıyla anlaşamayan bir takım bâtıl görüşler ve hurafeler de vardır”.(aynı eser,535).Bu tespitin, sadece Alevilik için değil, Sünnî anlayış biçimi için de geçerli olduğunu söylemek için fazla delile ihtiyaç yoktur. Din geleneklerle bütünleşip, gelenek din gibi algılanmaya başlanınca, hurafe ve batıl inançların yeşermesi için uygun bir zemin ortaya çıkmaktadır. Bu durumda, Alevî, Sünnî, Şiî, Haricî olmak fazla bir şey değiştirmemektedir. İşin ilginç yanı, Kur’ân, ”Ataların dini zihniyeti” adı altında, atadan, dededen kalma anlayış biçimlerinin, genel anlamda “geleneğin” dinleştirilmesini şiddetle eleştirmektedir. Müslümanlar, Kur’ân’ın açık uyarılarına rağmen, bugün Kur’ân’ın bu sert eleştirisinin muhatabı durumundadırlar. Alevî olduğunu söyleyen insanlarımız, açıkça Allah’a, Hz. Muhammed’in Peygamberliğine ve Kur’ân’a inandıklarını söylemektedirler. Bu, Alevilik olgusunun tartışılacağı zemin açısından oldukça önemlidir. Kendisini İslâm’ın dışında gören, açıkça Müslüman olmadığını söyleyen bireyler, elbette olacaktır. Hatta, bunların Alevî ya da Sünnî olmaları da gerekmez. Ancak, Aleviliği İslâm dışı görmek, ya da göstermeye çalışmak, hem mevcut realite ile bağdaşmaz; hem de, akla ve bilimsel anlayışa uygun değildir. Aleviliğin mevcut durumu ile ilgili tespitler, bu sonucu doğurmaktadır. Öte yandan, içinde bulunduğumuz koşullar, bizlere, İslâm’ı anlama ve iyi Müslüman olabilme hususunda, yeni fırsatlar hazırlamıştır. Her insanın, doğrudan Kur’ân’dan hareketle kendi din anlayışını kurma imkanı vardır. Müslümanların İslâm’ı anlayışı biçimlerinden ve tecrübelerinden ibaret olan mezhepler ve 14 asırlık birikim, bu konuda bize ışık tutabilir. Bizden önceki nesillerin bilgi birikiminden, tecrübesinden yararlanmanın yollarını bulabilirsek, onların düştükleri hatalara düşmeyiz; onların yanlışlarını tekrarlamaktan kurtulmuş oluruz. Bunun için de, adı ne olursa olsun, mezheplerin insan ürünü olduğunu unutmamak gerekmektedir. Mezheplerin, her ne şekilde olursa olsun, İslâm dini ile özdeşleştirilmesi, İslâm’ın insan fıtratına uygunluğunu zedeleyeceği gibi, İslâm’ın evrenselliği ilkesine de ters düşecektir.

Alevilik olgusu tartışılırken, mutlaka bilimsel nitelikli bilgilere dayalı olarak tartışmaların yürütülmesi lazımdır. Sağlıklı bilgi olmadan, yapıcı tartışmalardan söz edilemez. Aleviliğin mevcut durumu ile ilgili olarak yapılan, saha araştırması niteliğindeki araştırmalar, Aleviliği İslâm dışı görmenin, ya da göstermeye çalışmanın, Alevilik gerçeğiyle pek bağdaşmadığını gözler önüne sermiştir. Eğer, Alevilik olgusu dinî bir zeminde tartışılacaksa, öncelikle Aleviliğin kökeni, günümüze kadar ki tarihi seyri ve İslâm dini hakkında bilimsel nitelikli doğru bilgiye ihtiyaç vardır. İslâm, gizlisi, saklısı olmayan şeffaf bir dindir. Ana kaynağı Kur’ân, gözler önündedir. Vahyin dışındaki her türlü bilgi, her türlü dinî oluşum beşerî olup, her türlü tahlile ve tenkide sonuna kadar açık olmak durumundadır. Mezhepler, tarikat ve benzerleri de beşerî oluşumlardır; asla İslam dini ile özdeşleştirilemez. Öyleyse, bir kimsenin Müslüman olup olmaması, kendi özgür iradesi ile vereceği karara bağlıdır. İslâm’ın Tevhid, Nübüvvet ve Ahiret gibi temel inanç ilkelerine kendi özgür iradesi ile inanan ve Müslüman olduğunu söyleyen bir kimseye, hiç kimsenin sen hangi mezheptensin, sen nasıl Müslümansın gibi sorular sorma hakkı yoktur. Kur'ân, insanların ne Müslüman olma konusunda, ne de İslâm'ı yaşama konusunda zorlanamayacağını çok açık bir dille şöyle belirtmektedir: ”Dinde zorlama yoktur; artık hak ile bâtıl iyice ayrılmıştır. Putları inkar edip Allah’a inanan kimse, kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa sarılmıştır. Allah işitendir, bilendir” (Bakara, 256). VII. Yeni Bir Din Anlayışına Doğru 21. asır, insanlık açısından yepyeni bir asır olmaya aday görünmektedir. Din, bütün dünyada yeniden “yükselen değer” haline gelmiştir.

Bu durum, “din” kavramının yeniden tanımlanmasını gerektirmektedir. Kurumlaşmış dinlerin bize sunmuş oldukları perspektif, artık yetmemektedir. İnsanlığın yeni bir bakış açısına ihtiyacı vardır. İslâm’ın son din olması, “kurumlaşmış dinlerin bize sunmuş oldukları perspektif”in yetmediği gerçeğini değiştirmemektedir. Müslümanların üretmiş oldukları kültürü koynunda saklayan on dört asırlık gelenek, bize, İslam’ın doğru anlaşılmasını sağlayacak tecrübe yerine, İslâm’ı anlamayı güçleştirecek “düşünce kalıpları” sunmaktadır. Yeni bir “İslam” anlayışına ihtiyaç vardır. Bu anlayış biçiminde Kur’ân, merkezde olmak durumundadır. Kur’ân’la ilgili her türlü yorum beşerîdir. Kur’ân’ın dışında her türlü bilgi beşerî bilgi olarak görülecektir. İslâm’ın, Hz. Muhammed’in sağlığındaki anlaşılma biçimi dahil, daha sonraki bütün anlaşılma biçimleri ve bunlarla ilgili tezahürler, beşerî tezahürlerdir. Din alanında yeniden yapılanma, dinin ontolojik anlamda aslî yerine oturması anlamına gelmektedir. Din insanlara temelde doğru düşünme imkanı sağlamak, "doğru olma"yı öğretmek, insanca yaşayabilmenin evrensel ilkelerini ve değerleri göstermek ve gerçekleşme imkanı sağlamak için vardır. Hiç kuşkusuz din, insanın olduğu her noktada etkindir. Bu her şeyin dinleştirilmesi olarak anlaşılmamalıdır. Din, ontolojik olarak sadece inanç, ibadet ve ahlakta vardır. Bunun dışındaki alanlarda dinin temel ilkeler kanalıyla etki gücünden söz edilebilir. Hukuk, siyaset, ekonomi ve benzeri alanları dinle özdeşleştirmek, din gibi algılamak, dinin fonksiyonelliğini yok etmek demektir. İslam dini "sosyal değişme" gerçeğinin farkındadır. Din ve anlayışı birbirinden farklıdır. Başta mezhepler olmak üzere, dinî nitelikli her türlü oluşum beşerî olup, dinin anlaşılma biçimleri ile ilgili tezahürlerden ibarettir. İnsan ürünü olan her şey, her türlü tahlil ve tenkide açık olmak durumundadır. Bu sebepten, adı ne olursa olsun, hiçbir mezhebin, tarikatın, cemaatin dinle özdeşleştirilmesi mümkün değildir. Mezhepler, dinin anlaşılma biçimindeki farklılaşmaların kurumlaşması sonucu ortaya çıkan beşerî oluşumlardır. Hiçbir mezhebin İslâm dini ile özdeşleştirilmesi mümkün değildir. Hiç bir mezhep, “hak” ya da “bâtıl” olarak damgalanamaz. Din alanında yeniden yapılanma, Kur'ân'ı merkeze alarak, Müslümanların on dört asırdır ürettiklerini eleştirel bir yaklaşımla yeniden okuyarak, insanlığın mevcut birikimini ve genel gidişini iyi değerlendirerek, mezhepler üstü bir çizgide gerçekleştirilmek durumundadır. Mezhepler üstü yaklaşım, Türkiye'nin birlik beraberliği açısından da elzemdir.