Prof. Dr. Hacı DURAN

Akademisyen

duranhaci@gmail.com

Tüketim Kültürünün Ailesi

Bu yazı aile yapısında meydana gelen bozulma ve çözülme konusunu tartışmaktadır. Bu çözülmenin arkasındaki sosyal, siyasal ve kültürel mekanizmaları gündeme taşımaktadır. Görüldüğü kadarıyla aile yapısındaki bozulma ve çözülme önemli bir sorun olduğu halde, sorun olarak görülmüyor. Yani asıl yıkımın, yıkım olarak görülmemesi gibi bir yanılgı ve inkârla karşı karşıya bulunmaktayız. Çağdaş toplumlarda insanlar için en önemli değer, ekonomik refah, zenginlik, geçinebilme, kazanabilme ve eğlenmedir. Bu değerlere sahip olmak için ne yapılması gerektiği meselesi ülkelere, toplumlara, gelişme aşamalarına ve kültürel duruma göre değişmektedir.

Türkiye’de yapılan kamuoyu araştırmalarında ve çeşitli bilimsel çalışmalarda söz konusu varlıklara ve değerlere sahip olmanın yolunun güçlü devlet ve iktidar yapılarına bağlı olduğuna dair yaygın bir inanç vardır. Bu inanç devleti ve devlet iktidarını Hobbes’un dediği gibi, her yerde hazır, nazır ve etkin bir ejderhaya dönüştürmektedir. Bu ejderhaya aidiyet; bir itikadi mesele olarak kabul edildiği için vatandaşlar gündelik sorumluluklarının çoğunu da devlete yüklemektedir. Böylece başlarına gelen felaketleri ve acıları çoğu kere fark etmiyorlar, fark ettiklerinde ise sorumluluğu ve çözümü teşhis edemiyorlar.

Bu yazıda, ailenin insan için taşıdığı değerin kökeni açıklanmaktadır. Aile konusunda inşa edilen yanıltıcı teorilerin eleştirisi yapılmaktadır. Siyasi kurumların mutlak egemenliğinin aileye olan olumsuz etkisi tartışılmaktadır. İletişim teknolojilerinin sanal iletişim ortamları aracılığıyla inşa ettiği ve fark edilmeyen bilinç eksikliğinin aile üzerindeki etkisi gösterilmeye çalışılmaktadır.

İnsanın Doğduğu Yer Olarak Aile

Aile, insan türünün biyolojik, sosyal ve kültürel olarak inşasını sağlayan en önemli sosyal kurumdur. Ailenin insan türü için mübrem bir sosyal kurum olduğu, hem dini olarak kesindir, hem de tabii olarak fiiliyata ve hayatın gerçeklerine göre zorunludur. Allah evlenmeyi ve aile kurmayı emr ediyor. Bu emir aile kurmanın nassa göre farzı kifaye olduğuna delalet eder. Resulu Ekremin evlenmesi, güzel ve düzenli bir aile hayatı kurmuş olması da sünnete göre aile kurmanın delilidir. İslam ümmetinin başlangıçtan günümüze kadar ki uygulaması da ailenin hayatın tabii bir kurumu olduğuna tanıklık etmektedir.

Aile evrenseldir, süreklidir, zorunludur ve Sunnetullah’ın insan yaşamı ve türü için tecelli etmiş olan biçimlerinden birisidir. Aile insan türünün tabii özelliği olduğu için, Allahu Teala aile ile ilgili emirlerde sadece müslümanları değil, bütün insanları muhatab almaktadır. Ankebut(29) ve Ahkaf(15) ayetlerde, “Biz insana anne ve babasına iyi  ve güzel davranmasını vasiyet ettik” denmektedir. Bu ayeti kerimeler, ailevi sorumlulukların rabbani vasiyetin bir gereği olarak yerine getirilmesi gerektiğin belirtmektedir. Fiiliyatta da insanın tarihinin bütün dönemlerinde insanların anne ve babalarına bakması ve onlara iyi davranması bir kural olarak benimsenmiştir.

Buradaki vasiyet ifadesi, insanın ebeveynlik sorumluluklarının ilahi kaynaklı olduğunu belirtmektedir. Muhatap sadece mü’minler ve müslümanlar değildir; insan türünün tümüdür. Cenabı Hak’ın arıya vahy etmesi ve arının bu vahye istinaden arılık davranışlarını öğrenmesi bu duruma örnek gösterilebilir.  Yani bir arı nasıl ki hemcinsine ait davranışı ilahi vahiyle olduğu gibi tekrarlayarak öğreniyorsa, insan da ailevi sorumluluklara dair temel yükümlülükleri, ilahi vasiyetle öğrenmiştir. Bundan dolayı aile kurma ve ailevi sorumluluklar bütün toplumlarda tarihin her döneminde benzer şekilde gerçekleşmektedir. Yani, arının kendi türüne ait içgüdüsel davranışları olduğu gibi kendiliğinden öğrenip tekrarlaması nasıl ki vahyin bir tecellisi ise, insanın da kendi türünün devamı hakkındaki evlilik ve ailevi sorumlulukları yerine getirmesi de ilahi vasiyetle olmaktadır.

Bu Rabbani buyruk, ebeveyne karşı olan sorumluluğun Sunnetullah gereği yerine getirildiği anlamına gelmektedir. Böyle olduğu için, bütün toplumlarda tabii olarak aile kurumu, bu kurumun iletişim ağları ve bu ağların öngördüğü davranışlar din, etnik aidiyet, kültür ve dönem farkı olmaksızın,  karşımıza çıkmaktadır. Yani tarihte ailesiz olarak varlığını devam ettiren bir halk yoktur. Bütün toplumlarda mutlaka aileyi görmekteyiz. Bu durum hayatın başından günümüze kadar böyle olmuştur.

Aile kurulma biçimi ve varlığını sürdürme şekilleri bakımından insani bir fiilin ve davranışın ürünü olmakla birlikte, değeri bakımından kutsidir, ilahi bir kıymeti haizdir. İnsan davranışının mukaddes alanla birleştiği bir kurumdur. Yani dağları nasıl ki Cenabı Hak, dünyayı tutan direkler olarak yarattıysa, aileyi de insan türünün biyolojik çoğalması, insan gibi davranmayı öğrenmesi, aile çevrisindeki sosyal ağlarla ilgili aktörlük görevlerini yapması ve ilahi mesaja muhatap olması için zorunlu ve gerekli kılmıştır. Aile toplumun ve bundan dolayı insan türünün direğidir.

Ailenin Tanımının Pozitivist İnşası

Yukarıda verdiğim aile ile ilgili temel bilgi, modern bilim teorileri tarafından dikkate alınmaz. Modern pozitivist sosyal bilimciler, ailenin kurulmasının tedrici olduğunu, tekâmül/evrim ile kemale erdiğini, başlangıçta insanların temel ailevi bilgi ve becerilerden yoksun olduğunu vb. yetersizlikleri göz önünde bulundurarak ailenin sonradan kurulduğunu, başlangıçta insan türünün ailesiz bir dönem geçirdiğini var sayarlar. Hiçbir zaman ispatlanamayacak olan bu geçmişe ait uydurulmuş öngörüler, maalesef birçok kimse tarafında doğru kabul edildi. Ders kitaplarına da o şekilde yerleştirildi.

Bu mantığa göre, aile hakkında yapılan incelemeler ve araştırmalar, ailenin, ekonomik, psikolojik, kültürel ve siyasi hırslar ya da amaçlar için keşf edildiğini, benimsendiğini ve bir alışkanlık şeklinde sürekli tekrarlandığını göz önünde bulundurur. Beşeri kurgulara göre, aile yapay bir kurumdur. Bu ön görüye göre, insanların ekonomik ve siyasi ihtiyaçlarına bağlı olarak aile yapılarının da değiştiği var sayılır. Bu varsayımlardan dolayı, geniş aile, geleneksel aile, soy aile, asabe aile, çok eşli, tek eşli, baba erkil veya ana erkil aile gibi çok farklı aile türlerinin var olduğu düşünülüyor.

Aile; üyelerini oluşturan kişiler, görevleri ve değeri bakımından da farklı şekillerde tanımlanmıştır. Bu tanımlar yukarıda söylediğim gibi, modern beşeri ideolojilere göre yapılmaktadır. Bu tanımların içerikleri ve aileye yükledikleri anlamlar başka bir tartışmanın konusudur.

Ama aileyi anlamak için bu tanımların kabaca özelliklerini açıklamak gerekir. Geniş aile ve çekirdek aile ayrımı, asabe aile, soy aile, zadruga, totem aile gibi ayrımlar, aileyi üyelerinin sayısı, aile üyeleri arasındaki ağların etkisi ve genişliği, ailede bulunan otorite kaynakları bakımından aileyi ele alan ve tanımlayan yaklaşımlardır.

Bu tanımlamaların içeriğine bakıldığında aslında birçok çekirdek ailenin birleşmesinden meydana gelen daha geniş bir aile ilişkisinden bahs edildiği anlaşılmaktadır. Yani soy aile birçok çekirdek ailenin birleşmesinden meydana gelir. Veya geniş aile, birkaç tane çekirdek ailenin, ekonomik ve sosyal olarak ortaklaşa hareket etmelerinden meydana gelir.  Hepsinde anne, baba ve çocuklardan meydana gelen temel bir aile birimi vardır. Sorun bu çekirdek ailenin, diğer ailelerden ne kadar bağımsız davranabildiği ile alakalıdır.

Aileyi kendisini yöneten güç ve otoriteler bakımından tasnif edenler de oluyor. Bunlar da aileyi ataerkil ve anaerkil olarak tasnif ediyorlar. Bir de aileyi oluşum veya evlilik şekli bakımından tasnif ettikleri oluyor. Bu tasniflerde, siyasi evlilik, görücü usulü, berdel ve aşk evliliği gibi adlandırmaları gözlemlemekteyiz. Bazen de tek eşli ve çok eşli evlilik ve aile gibi tasnifler yapılmaktadır.

Yukarıda örnek olsun diye tasnif biçimlerini verdiğim aile ve evlilik türlerinin sayıları bakış açısına göre zaman zaman daha da farklı olabilmektedir. Günümüz modern sonrası toplumlarda çok daha ilginç isimlendirmeler yapılarak yeni aile tiplerinin ortaya çıktığı iddia edilmektedir. Tek ebeveynli aile, hemcins aile gibi yeni uyduruk isimlendirmelerle karşılaşmaktayız.

Bu kadar çok aile tipinin var olduğunun söylenmiş ve yazılmış olması bizi yanıltmasın. Bütün toplumlarda, tarihin başından günümüze kadar, farklı aile tiplerinin var olmasına rağmen aile olarak varlığını muhafaza eden ve her kültürde aile dendiğinde öncelikle akla gelen ve anlaşılan aile tipi, çekirdek ailedir. Diğer aile tiplerinin tümü, bu ailenin yetkilerini, sorumluluklarını, etkisini, kurulma biçimini farklı şekillerde sınırlandıran uygulamalardır, sapmalardır. Mesela bütün geniş aileler birçok çekirdek ailenin siyasi ve ekonomik olarak birleşmesinden meydana gelmiştir.

Ailenin Özellikleri ve Tanımı

Aileyi bu tebliğde; özellikleri, görevleri ve üyeleri bakımından tanımlayacağız. Bu bakış açısına göre, aile; aralarında, hissi, hukuki ve irsi bağların ve bağlılıkların bulunduğu törensel faaliyetlerle kurulan; anne, baba ve çocuklardan meydana gelen tabii bir sosyal kurumdur.

Ailenin bu tanımı hayatın başından günümüze kadar, ne kadar farklı toplum, medeniyet ve kültür gelip geçtiyse, hepsinin temel aile yapısı gözü önünde bulundurularak yapılmıştır. Bunun gibi, insanların dini inançları değişse de temel aile yapısı yine aynı kalmaktadır. Ve yukarıda verdiğim tanım, farklı dinlere mensup toplumların aile yapılarını da kısmi farklılıklara rağmen kapsamaktadır. Tanımda verilen unsurlardan üç tanesi ailenin temelini oluşturur. Bunlar şunlardır: Hukuki bağ, duygu bağı, kan bağı. Bu unsurlara göre birbirleriyle etkileşimde bulunan insanlara ise, anne, baba, karı, koca, kardeş, bacı, ağabey, büyük anne, büyük baba, ve torun denir. Şimdi ailenin bu özelliklerini ve temel unsurlarını kısaca açıklayalım.

Duygu Bağı

Duygu ve hissi bağ, sadece aile üyeleri arasında bulunan özel bir bağlılık türüdür. Üyelerin, sevgileri, şefkatleri, aşkları, fiziki yakınlıkları çok özeldir. Aile üyeleri arasında bir fedakârlık vardır, ama diğer fedakârlıklara benzemez. Bu fedakârlık kişilerin kendilerini bir ilişkiye ve etkileşime adamaları ile gerçekleşir. Bu durum, ilişkiye ve bağlılığa adanmışlık duygusu olarak da düşünülebilir. Kişisel ve ahlaki adanmışlık ile desteklenir. Vefa, sadakat, güven, samimiyet, gönüllülük, sevgi, hürmet, şefkat ve paylaşma gibi değerlerle sürekli biçimde desteklenen bir bağdır.

Duygu bağı aile üyeleri tarafından, doğuştan itibaren karşılıklı temasla, dokunmayla, konuşmayla, yardımlaşmayla, hayatı paylaşmayla, öğrenme ve öğretimle gerçekleşir. Anne ve baba veya eşler bu duygusal bağlılığın kurucu aktörleridir. Ebeveynlerin birbirlerine eş olma sıfatıyla malum değerleri eve yerleştirmeleri başlı başına önemli bir hamledir. Kardeşlerin birbirlerine olan bağlılıkları, ebeveynleriyle olan etkileşimleri samimiyet, sevgi, şefkat ve vefa üzerine kurludur. Sürekli tekrarlanarak kalıcılaşır ve pekişir. Bu bağ, aynı fiziki mekanı yani evi paylaşmayla desteklenir. Birlikte çalışma, öğrenme, yemek yeme ve oynama gibi faaliyetler duygusal bağlılığı sürekli pekiştirir, kalıcılaştırır. Böylece aile üyelerinin birbirine olan sevgileri bereketlenir. Canlanır. Kendini yenileyerek nesilden nesile tevarüs eder.

Ebeveyn veya eşler arasındaki duygusal bağlılık her ne kadar günümüz liberal kültürlerinde cinselliğe ait bir sevgi ve aşkla başlar gibi görünüyorsa da aslında cinselliğe ait sevgi ve aşk o kadar da etkili değildir. Aynı eve sahip olmak, aynı çocukların ebeveyni olmak, ortak bir hayatı birlikte geliştirmek, vefa, sadakat ve fedakârlık ebeveynlerin birbirlerini saymalarını, sevmelerini ve kendilerini birbirlerine ait hissetmelerini sağlar.

Aile üyeleri arasındaki duygu veya gönülden bağlılığı, insanların aile dışı dostlukları ve bağlılıklarıyla mukayese ettiğimizde daha net görme imkânı vardır. Din kardeşliğinin gerektirdiği fedakârlık ile aile kardeşliğinin doğal olarak öngördüğü bağlılığı karşılaştırabiliriz. Cenabı Hak müminlerin ailevi sorumluluklar konusunda örfe göre davranmalarının zorunluluğunu belirtir. İtikadi bağlılıklarla birlikte ailevi bağlılıkların da yerine getirilmesi gerektiğini buyurur. Akran arkadaşlıklarında da vefa vardır. Sadakatin olması gerekir. Ama bunların hiçbirisi ailevi bağlılıklar seviyesinde sürekli ve kalıcı değildir.

Aile üyeleri arasındaki duygu bağı, üyelere aileye ilişkin bir aidiyet verir. Bu aidiyet kişileri yalnızlıktan kurtarır, onların kendilerini güvende hissetmelerine neden olur.  Bu aidiyet bir aile kimliğidir. Günümüzde aile aidiyetleri ve kimlikleri yok sayılıyor, ustaca yok edilmeye çalışılıyor.

Ama ideolojik, etnik ve coğrafik aidiyetler sanki birer gerçek kimlikmiş gibi dolaşımda tutuluyor. Bir taraftan aile bu propaganda ile tahrif edilmeye çalışılırken; öte taraftan çok saçma bir girişim olarak etnik ve ideolojik kimlikler uyduruluyor, dolaşımda tutuluyor, kitlelere benimsetiliyor. Bu durum insanların babalarını reddedip babalarının atası olduğu hayal edilen tarihi metaforlara tapınılarak günah çıkarmaya benzemektedir.

Hukuk Bağı

Hukuk bağı; evliliğin gerçekleşmesinin, ailenin kuruluşunun, çocukların doğumları ve velayetlerinin sosyal olarak kabul edilmesi, tanınması ve güvence altına alınması ile ilgili bir bağdır. Üretim, bölüşüm ve tüketim faaliyetlerinin müşterek bir mülkiyet kuralına göre düzenlenmesi, hukuk bağıyla sağlanır. Aile üyeleri ile aile üyesi olmayan insanlar arasında sosyal ve coğrafik bir sınırın kurulmasını sağlar. Bu sınır, ailenin kendisi ile aile dışı alan arasına konan bir sınırdır. Burada aile mahremiyetlerinin diğer insanların bilgisi ve gözetiminden korunması hukuki bir norm haline gelmektedir. Kamusal alan ile ailenin alanı ve bu alanların birbirlerinin yetkilerini kabul etmesi hukuk bağına göre düzenlenir.

Aile üyelerinin, birbirlerine karşı olan hakları ve yükümlülükleri de yine hukuk bağına göre şekillenmiştir. Kadının kocasına, kocanın karısına, ebeveynlerin çocuklarına ve çocukların ebeveynlerine karşı olan yükümlülükleri hukuki bağlarla düzenlenmiştir. Her ne kadar yukarıda belirtildiği gibi, psikolojik gönülden ve samimi bir tutumun ifadesi olan duygu bağı ile insanların ailelerine hizmet etmesi teşvik ediliyorsa da, bu sorumluluklar aynı zamanda hukuk bağı ile sosyal veya kamusal bir güvenceye de alınmaktadır.

Hukuk bağı günümüz toplumlarında resmi nikâh akitleriyle gerçekleşmektedir. Ama binlerce yıl önce ve modern pozitif hukuklar henüz tam yaygınlaşmadığı dönemlerde siyasi iktidarın resmi onayı ve gözetimi olmadan sadece düğün törenleriyle ailenin kuruluşu hukuki olarak gerçekleşiyordu.

Hukuk bağının kuruluşu, söz kesme, nişan yapma ve evlilik töreni düzenleme ile aşama aşama gerçekleşir. Önemli olan, dostların yakın çevrede bulunan insanların evlenen çiftlerin evli olduklarını bilmesi ve bu bilgiye göre onlara toplumda özel bir alan tahsis etmesidir.

Evlenme akdinin sosyal olarak kabul edilmesinin göstergeleri  belirtildiği gibi aile kuruluşu sürecinde yapılan merasimlerdir, törenlerdir. Özetle hukuk bağı, evliliğin bütün toplumun bilgisi dâhilinde ve toplumun öngördüğü kurallara göre gerçekleşmesini bir düzene bağlar. Burada yazılı hukuki kuralların olup olmaması fazla bir şey değiştirmez. Hukuk bağına göre aile üyeleri birbirlerine mirasçı olur. Kendilerini aile üyesi olmayanlardan ayrı bir grup olarak görme hakkına sahip olmalarını sağlar.

Kan Bağı, Biyolojik Bağ

Toplumda çok sayıda ve farklı amaçlar için inşa edilmiş olan sosyal gruplar, cemaatler ve zümreler her zaman olmuştur. Ama bu gruplar veya takımlar, ya belli bir menfaati elde edip paylaşmak, ya bir inancı veya ideolojiyi daha etkili bir şekilde yaşamak ve yaşatmak veya kamusal ve insani amaçlı hizmetleri birlikte icra etmek üzere oluşturulmuş. Bu gruplar çoğunlukla geçici veya dönemsel olur. Grupların üyeleri çoğunlukla kendi seçimleriyle bu faaliyetlere katılıyorlar. Grup üyelerinin grupsal bağlılıkları, öğrenmeyle edinilen tutumlar çerçevesinde devam eder.

Aile böyle değildir. Aile kan bağı ile oluşan ve kan bağıyla varlığı pekişen bir sosyal gruptur. Aile geçici ve arızi bir durum veya grup değildir. Aynı kurallarla, aynı amaçlar doğrultusunda sürekli tekrarlanan bir sosyal kurumdur.

Özetle aile kuruluşundaki güçlü sosyal talep, beklenti ve törenlerdeki özellikleriyle önemli bir hukuki bağın kurulmasına ve bu bağın muhafaza edilmesine dayalı olarak kurulur. Bu bağ bütün toplumlarda her dönemde varlığını farklı şekillerde hissettirir. Kimi zaman dini nikâh, kimi zaman bir düğün, kimi zaman günümüzdeki gibi resmi nikâh ile aile kurulur. Bu bağ insanın tabiatı gereği, duygu, gönül, sevgi, şefkat, vefa ve sadakat gibi değerlerin devreye girip tarafları daha çok fedakârlık yapmaya yönlendirmesiyle desteklenir. Biyolojik kan bağıyla nesilden nesile aktarılır ve muhafaza edilir.

Aileyi Bozma Girişimleri

Aile belirtmiş olduğum tanımdaki temel özellikleri taşımakla birlikte, insanların aileye verdiği değer, önem, duydukları hürmet ve aileye yükledikleri sorumluluklar zaman zaman farklı olmuştur. Bu farklılıklar ailenin özgün ve İlahi tabiatını da bozmaktadır, bağlamından çıkarmaktadır.

Bu durum bir insana Allah tarafından verilen sahih mantığın, aklın, gönlün ve yeteneklerin, o insan tarafından ilahi göreve mütenasip düşmeyen amaçlar için kullanılmasına ve insanın şirke düşmesine benzemektedir. Dolayısıyla, gerçek ailenin yapısını bozma, onu etkisiz kılma aslında mukaddes olanı tahrip etmek demektir. Mukaddes olana saygı göstermemek anlamına gelmektedir. Onu inkâr etmektir. Bu dağların, okyanusların, çöllerin veya ırmakların gereksizliğini savunmak gibi bir duruma işaret etmektedir.

İnsan nasıl ki ilahi özünü inkâr edip, yapay bir mantıkla kendini topluma açıyorsa, aile konusunda da benzeri iğfalleri yani sapkın davranışları yapabilmektedir. Tarihte bunun örnekleri çoktur. İnsan tarihinin değişik dönemlerinde ailenin fıtri yapısını ve görevlerini bozan çeşitli uygulamalar olmuştur. Şimdi bunlardan bir kaç örnek verelim:

1-Putperestlik, atalara tapınma, siyasi liderlere krallara ubudiyet ve karizmatik otoritelere duyulan aşırı bağlılıkla ilgili inançları benimseyen kabilelerin ve milletlerin aile yapıları bozulmuştur. Bu inançları benimseyen cemaatlerde, çocuklar gerçek anne ve babaların evladı sayılmazdı. Krallar ilahi sıfatı olan güçlerden sayıldıkları için bütün kadınlar öncelikle kralın karısı olarak düşünülebiliyordu. Kadınlar kocalarına, kocalar karılarına ve çocuklar ebeveynlerine mirasçı olamazdı. Devletin kutsallığı, rahiplerin otoritesi ailenin bağımsız mahrem bir alan olarak kalmasını engellemiştir.

Çocuklar ibadet niyetiyle kurban ediliyordu. Hz. İbrahim’in İsmail’i kurban etmeyi vaad etmesi bu geleneğin bir eseriydi. Köle olarak kendisinden korkulan otoritelere  çocuk ikramı adeti vardı. Böyle bir halkta ailenin yukarıda belirtilen tanıma göre mahrem bir alan olmaktan çıkacağı açıktır. Tapınaklarda kadınların fahişe olarak kullanılması müşrik toplumlarda yaygındı. Hırıstiyanlıktaki rahibe geleneğinin paganistlikten kalma inançların, değişik bir versiyonu olduğu açıktır. Putperestlik, tanrı kral inancı ve ruhbanlık kültü, aileyi etkili oldukları toplumlarda bozmuştur. Ailenin sünnetullah gereği tabii görevlerini yerine getirmesini engellemiştir.

2-Kabilecilik ve asabiyet de aile yapısını ve insanların hürriyetini ciddi manada olumsuz etkilemiştir. Kabilecilik, kabileler arası kan davalarını ve çatışmaları körüklemiştir. Askeri güce ve savaşçılara ihtiyaç duyan kabileler, kız çocuklarını doğar doğmaz öldürmeyi bir adet haline getirmişlerdi. Bundan dolayı kadını sadece erkek doğurmak üzere besliyorlardı. Bu uygulama ise aile mefhumunu ciddi manada sarmış oluyordu. Hz. Ömer’in müslüman olmadan önce kız çocuğunu öldürmesi, böyle bir inançtan kaynaklanıyordu

3-Şehvet, haz ve doyumsuz eğlence arzusundan kaynaklanan ibahilik tarzı inançlar ve tutumlar da zaman zaman aile ve toplum hayatını ciddi manada sarmıştır. İran’da görülen Mazdeizm ve Lût kavminin yaşadıkları iffetsizce hayat bu durumun örneğidir. Günümüzde şehvet, aşırı tüketim ve doyumsuzluk aile hayatını sarsmaktadır. Aile dışı yaşam alanlarının inşa edilmesini cazip kılmaktadır.

Modern çağın başına kadar Aile belirtilen sebeplerden  dolayı bazı toplumlarda zamanla ciddi sarsıntılar geçirmiştir. Bu sarsıntılar ise o toplumların yıkılmasına ve yok olmasına neden olmuştur. Modern çağda ise, aileyi etkileyen faktörlerin şekli ve muhtevası değişmiştir. Şehirleşme, göç, sanayileşme, modern ideolojiler, yaşam biçimleri, laiklik ve bireycilik aile yapısında ciddi değişmeler ve sarsıntılar meydana getirmiştir. Özellikle aile üyelerinin farklı sektörlerde, işletmelerde, bürokratik ortamlarda çalışması, çocukların eğitiminin erken yaşlarda aileden alınıp okullara verilmesi gibi faktörler aileyi parçalamıştır. Evlilik yaşını geciktirmiştir. Boşanma oranlarını arttırmıştır. Çocuksuz aile duygusunu canlandırmıştır. İnsanların kendilerini aile ile tanımlamalarını ortadan kaldırmıştır.

Bu örnekler aile ile ilgili ayrıntılı incelemeleri gerektirmektedir. Ben konuşmamın kalan bölümünü Sosyal Medya’nın aileyi etkileme biçimleri üzerindeki etkisine ayıracağım.

Sosyal Medya

Sosyal medya, matbuat, basın yayın ve kitlesel yayın kavramlarına alternatif olarak geliştirilmiş bir terimdir.  Sosyal medya ile diğer medyaları birbirinden ayıran en önemli fark, sosyal medyanın çift taraflı veya diyalog şeklinde bir iletişim ve etkileşim ortamı içinde gerçekleşmiş olmasıdır.   Alıcılarla haber kaynakları karşılıklı olarak fikir bağlamında doğrudan doğruya birbirleriyle irtibata geçerler. Birçok kişi aynı anda bir konuda aralarındaki uzak mesafeye rağmen konuşabilir, haber paylaşabilir.

Geleneksel medyaların bir tane kaynağı vardır. Genellikle tekelleşmiş bir sektör şeklindedirler.  Belli bir düşünceye, iktisadi ve siyasi kazanca göre yayın yaparlar. Gazeteler, televizyonlar, radyo yayınları vb. yayın kuruluşları geleneksel medyanın örnekleridir. Geleneksel medyalarda, medya oluşturucu ekipler var, haber kaynakları var, fikir ve düşünce oluşturup yazan ve yayınlayan elemanlar var. Bunların tümünü de ortak amaçlar doğrultusunda koordine eden patronlar vardır.

Geleneksel medyalarda medya kaynakları aktiftir, alıcıları ve izleyicileri ise pasiftir, edilgendir. Geleneksel medyaların, okuru ve dinleyicisi olur. Sosyal medyada durum farklı en üst haber kaynağı bile, izleyicileriyle, takipçileriyle doğrudan iletişime geçebilmektedir.

Geleneksel medyanın coğrafik olarak belli bir merkezi vardır. Yayınlar belli zaman aralıklarıyla yapılır ve tekrarlanır. Sosyal medya çok merkezli, daha doğrusu merkezsiz bir yayın alanıdır. Yayınlar belli aralıklar ve belli merkezlerden değil, istenilen her yerde ve istenilen her zamanda sunulabilir.

Sosyal medyada durum farklıdır. Her kes haberci olabilir, muhabirlik yapar, haber hazırlar, fikir üretir ve bunu istediği gibi yayınlar. Her kes belli bir okur kitlesiyle veya izleyici takımıyla ortak gruplar kurabilir bunlarla belli bir düşünceyi tartışmaya açabilir ve neşreder.

Sosyal medyada neşredilen haberler, fikirler, görüşler ve görseller kurumsal olmaktan çok, kişiseldir. Sosyal medyada görsellerin ve metinlerin sunumlarının bir başlangıcı ve aktörü olmakla birlikte, sonuçları bitmeyen ve sürekli olarak yeniden üretilen veya çarpıtılabilen bir medyadır. Sosyal medyada etkileşim, iletişim ve haberleşme içinde olan kişiler ve gruplar eşit düzeyde aktiftir. Sunulan ve piyasaya arz edilen verilerin etki alanı tahmin edilmeyecek kadar geniştir.

Sosyal medya görünümü ve muhtevası bakımından kitleleri edilgin olmaktan çıkarmış olmakla birlikte, aynı zamanda kaynağı, kimliği ve amacı tam olarak belli olmayan haberleşme kaynaklarıyla da insanları karşı karşıya bırakır. Sosyal medyanın aktörleri maske takarak haber ve fikir sunabilirler. Bu durum bir saklambaç oyununa benzetilebilir. İlk etapta her şey şeffaf görünürken, gerçek hiç de öyle olmuyor. Gizli hesaplar üzerinden üretilen ve yayılan haberler ilgi uyandırabilmektedir. İnsanları yanıltmaktadır.

Sosyal Medyanın Ailesi ve Dijital Kimlikler

Sosyal medyanın aileyi etkileme şekli bizim tartışmamız açısından büyük önem arz etmektedir. İnsanlar sanal ortamda kim olduklarını tam olarak bilmedikleri insanlarla iletişime geçip, saatlerce bir oyun oynayabiliyor, tanımadıkları adamlarla tartışabiliyor, onlarla duygularını dijital olarak kavramsal düzeyde paylaşabiliyor.

İnsanlar sosyal medyadaki ortamlarda kim olduklarından emin olmadıkları insanlarla kurdukları sanal ve dijital sosyal ağlar yoluyla dijital kimlikler edinmekteler. Bu kimlikler ve aidiyetler üzerinden başka insanlarla ve gruplarla sanal tartışmalar yapıyorlar. Sanal ve dijital kimlikler ve sosyal ağlar ayrıntılı olarak incelenmesi gereken yeni sosyalleşme aktörleri gibi duruyor. Ama bunların insanları nasıl etkilediği ve bu etkinin sonuçlarının ne olacağı henüz tam olarak kestirilmiş değildir.

Sosyal medyanın sanal aile ağlarına benzer ağlar oluşturduğu söylenebilir. Bu ağlar bir çeşit ideolojik sosyal grup ağı işlevi görmektedir. Ama bunlar gerçek ağlar ve yüzleşmeler yoluyla olmuyor. Tamamen hayali ağlar ve maskeler adı altında gerçek ötesi bir kimlik algısı oluşturuyor.

Sosyal medyanın aile üzerindeki etkisini maddeleştirerek ele almak gerekirse şunlar söylenebilir:

İlkin sosyal medya bağımlılık yapmaktadır. Kumar, içki ve benzeri bağımlılıklar nasıl insanı kendi doğasına ve kültürüne yabancılaştırıyorsa sosyal medyadaki bağımlılık da benzeri bir etki bırakabilmektedir. Aile bireyleri, aynı yuvayı paylaştıkları eşleri, kardeşleri, çocukları ve ebeveynleri ile sohbet edip dertleşeceklerine, birbirlerine ihtiyaçlarını, ilgilerini ve sevgilerini anlatacaklarına, sosyal medyada hiçbir zaman kendileriyle yüzleşemeyecekleri, birlikte oturamayacakları kimselerle iletişime geçiyorlar. Yüzleşme olmadığı için tatmin edici bir iletişim de oluşmuyor. Ama merak canlı kalıyor.

Aile sadece hukuk ve kan bağları ve bu bağları bir mekânda birbiriyle örtüştüren bir kurum değildir. Üyeleri arasındaki ağları sinir ve kan dolaşım sistemi gibi canlı tutan, konuşma, dertleşme, söyleme, dinleme, hayatı paylaşma gibi etkinliklerle duygu ve gönül bağlarını canlandıran etkinliklerden de oluşmaktadır.

Sosyal medyaya kendilerini kaptıran aile üyeleri, yeterince kardeşleriyle, ebeveynleriyle, eşleriyle ve çocuklarıyla iletişime girmemiş oluyorlar. Bu durum aile üyeleri arasındaki sosyal ve özel ağların etkili bir şekilde işlemesine engel olmaktadır. Sosyal ağ işledikçe canlı kalır, genişler ve yeni isteklere veya beklentilere yol açar. Sosyal medya sanal bağımlılıklar oluşturarak, insanların duygularını dijital ağların kontrolüne veriyor. Böylece aile içindeki duygusal bütünlüğe karşı zaman içinde insanlar duyarsızlaşıyorlar. İnsanlar ebeveynlerine, eşlerine, kardeşlerine ve çocuklarına karşı yabancılaşmış oluyorlar. Bu yabancılaşma aileyi tahmin edileceği gibi, yıkar. Ailenin kurumsal olarak görevini yerine getirmesini engeller.

İlginin ve arzunun hiçbir zaman tam olarak tatmin olmayacağı bir iletişim ve haberleşme kavramı insanı gerçek dostlarına ve kendi yakınında bulunan kimselere karşı doğal olarak duyarsızlaştırır. Bu duyarsızlaşma zaman içinde aile üyelerinin birbirlerine karşı yabancılaşmalarına neden olmaktadır.

İkinci olarak geleneksel iletişim ve etkileşim biçimlerinde, ses tonları, yüz ifadeleri, karşılıklı dokunma, müsafaha yapma ve kucaklaşma gibi davranışlar da etkin bir şekilde kullanılır. Oysa sosyal medyalardaki iletişimlerde ve etkileşimlerde bunların hiçbiri gerçekleşmez. Yani tatminsiz ama sürekli devam eden bir iletişim ve etkileşim süreci, insanın ruhiyatını bozar.

Sosyal medyadaki iletişimin cazibesi, hormonlu tatlandırıcılar gibidir. İnsanların zevk ve haz alma duygularını aşırı düzeyde kışkırtır. Ama fiilen hiçbir maddi katkı sağlamaz ve besin desteği vermez. Hayali tatlandırıcılarla tatmin olmuş duygular, bu tatmini bir müddet sonra yetersiz görür. Böylece uyuşturucu bağımlılığına benzer bir fizyolojik tepki türü gelişir.

Sosyal medya bireyler üzerinde böyle bir etki bırakmaktadır. Burada sosyal medyanın içeriğinden bahsetmiyoruz. İçerik çok üst düzeyde ahlaki değerleri ve tartışmaları kapsayabilir. Mukaddes dini metinleri ihtiva edebilir. Çok faydalı ve gerekli eğitim programlarını içerebilir.  İçerik doyumsuzluktan kaynaklanan kışkırtılmış arzuları beklendiği gibi o kadar fazla etkilemiyor. Aynı düzeyde sosyal tatmin yoksunluğu ve eksikliğinin ortaya çıkardığı ruhiyat ve duygu bozukluğunu yaygınlaştırmaktadır.

Dokunmadan, sıcaklığını hissetmeden, beden dilini karşılıklı olarak devreye koymadan sürekli olarak tekrarlanan dijital sosyal etkileşimler, beklenenin tam tersi bir etki bırakabiliyorlar. Kışkırtılmış ve fiilen gerçekleşmeyen sosyalleşme güdüsü, insanı gerçek sosyal ortamdan uzaklaştırır. İzole eder. Yakın çevresinin kendisine karşı duyduğu sevgiyi, saygıyı, kızgınlığı veya her türlü olumlu ve olumsuz uyarıyı görmezlikten gelir. Çoğu kere bunları duymaz. Daha önce işkolik adamlarda görülen bu hastalıklı psikolojik durum şimdi sosyal medyadan dolayı, gittikçe yayılmaktadır. Bir çok kimseyi yaygınlaştırmaktadır.

Bu psikolojik bozulma doğal olarak aile üyelerini birbirine yabancılaştırmaktadır. Aynı evde, salonda ve ortamda farklı insanlarla sanal olarak yaşamaya başlamalarına neden olmaktadır.

Üçüncü olarak sosyal medyada insanlar gerçek fotoğraflarıyla, kimlikleriyle ve isimleriyle rol almıyorlar. Başka kimliklere bürünerek dijital ağları kurmaktalar. Bu ağlar üzerinde sanal duygusal kışkırtıcı hisleri paylaşmaktadırlar. İnsanların maske kullanarak bir fikri savunması, açıkça sahtekârlıktır, ahlaksızlıktır, kuralsızlıktır. Arzulanan her şeyi söylemektir.

Sosyal medyanın bu özelliği insanların kendi şehevi arzularını muhayyel aktörlere dönüştürüp, hayali olarak sanal düzeyde tatmin aramalarına neden olmaktadır. Dervişin fikri ne ise zikri de o olurmuş, darbı meseli hükmünce sanal çılgınlık bir müddet sonra fiili çılgınlıklara ve her türlü sapkın davranışı normal görmelerine neden olmaktadır.

Sonuç