Hicran GÖZE

Avukat - Yazar

Türk İşçi de Olsa Ağadır

Bu sözün doğruluğunu işçi kardeşlerimizin, eşimi konferans vermek için ısrarla dâvet ettikleri Avrupa şehirlerinde ve Avustralya’da görecektim. Bize gösterdikleri misafirperverlik unutulur cinsten değildi. Hele Avustralya’daki… Öyle coşkun bir misafirperverlikti ki âdeta bunalmıştık. Otel onların lügatlerine girmeyen bir ayıptı.

Aslında tercihimiz otelde kalmaktan yanaydı. Ama bizi evlerinde öyle bir saygı ve hassasiyetle ağırlamışlardı ki o günleri hâlâ hasret ve sevgiyle hatırlarım. Hollanda’daki “Kınacı” ailesinin, Avustralya’daki Hamiyet kızımın, Neşe ve Cavit Ünsallar’ın o huzurlu ve rahat ettirici misafirperverliklerini unutmam imkânsızdır. Ve bütün Türk işçilerinin bizi ağırlamak için çırpınışlarını… Ergun Göze “Türk’ün sınıfı yoktur, Türk’ün işçi sınıfı hiç yoktur. Türk mesleği ne olursa olsun ağadır. İkram edeceği kahvesi, yedirecek yemeği vardır ve nerede olursa olsun Türklüğünü de unutmaz” derken ne kadar haklıydı. Doğduğu yerde değil doyduğu yerde yaşamaya mecbur olan bu kardeşlerimizin vatanlarındaki bütün meselelere duyarlılığı da şaşırtıcıydı. Avustralya’da bizi karşılayanlar arasında ufak tefek, iddiasız görünüşlü bir genci de hiç unutamadım. Ali ismindeki bu delikanlının Halterci Naim Süleymanoğlu’nu kaçırma planını büyük bir maharetle planlayan ve uygulayan kişi olduğunu öğrenince hayret etmiştim.
Çok acele bir kararla gitmeye karar verdiğim Avustralya hakkında, bir zamanlar seyrettiğim ama adını unuttuğum bir diziden edindiğim bilgiden başka bir şey bilmiyordum. Bildiğim kadarıyla Avustralya’daki beyaz adamın menşei İngilizlerin kadın erkek gönderdiği işe yaramaz hasta mahkûmlara dayanıyordu. Avustralya’nın keşfi bir yerde oranın yerlileri olan Aborjinlerin de sonu olmuştu. Avustralya’da bize anlatılanlar onların hırsızlığına dair ürkütücü hikâyelerdi. Ama biraz araştırdığımda hayatlarının bir korku filminden farksız olduğunu anlayacaktım. Medeniyetin temsilcisi olmakla övünen asil! İngiliz’in merhametsiz temsilcileri bu zavallı yerlilere Amerika’nın Kızılderililere yaptığının daha beterini lâyık görmüş, büyük bir katliamın neticesinde bir milyona yakın aborjin öldürülmüştü. Onları öldürenler İngiliz hükümetinin temsilcilerinden, aborjinleri öldürenlerin hiçbir ceza almayacağı teminatını almışlardı. Kızlarına, kadınlarına tecavüz ederek beyazlaşmış melez bir nesil oluşturma da onlara yapılan ayrı bir işkence türüydü. Bu insafsız denemeye rağmen istenildiği kadar beyaz olmayan melez çocuklar âilelerinden alınarak kamplara kapatılmaya başlanmıştı. Bu toprakların bir vakitler sahibi olan aborjinler artık fakirdiler, işsizdiler ve sağlıksızdılar… Bu şartların neticesi olarak da tabii hırsızdılar… Bâzı alışveriş merkezlerinde o mutlu günlerinden kalma becerileriyle yaptıkları eşyaları satanlar da vardı. Kısacası Avustralya denen kıta da Avrupa’nın ırkçılığından ve açgözlülüğünden nasibini almıştı. Aslında Batı dünyası soykırımda başı çekmekteydi ve soykırımın üstadıydı. Amerika yerlisi Kızılderililere yapılan soykırım, zencilere hayvan muamelesi yaparak, kırbaçlayarak çalıştırmak, Fransızların Cezayir soykırımı, İsveç’te ve Norveç’te Göçerlere, Laplara, Samiler’e ari ırk teorisiyle tatbik edilen soykırım, Danimarkalıların mülteci Alman’lara ve Grönland’daki Eskimo’lara lâyık gördükleri soykırım… Daha bitmedi. 1907’de Herrero soykırımı ve Almanların Yahudilere ve Çingenelere yaptığı soykırım, Batılı devletlerin yardımı ve desteğiyle Rum’ların Kıbrıs Türklerine yaptığı soykırım. Ya Komünist Rusya’nın ve Kızıl Çin’in vahşice, işkencelerle Türklere yaptığı soykırım… Ergun Göze bir fıkrasında Batı’yı ne güzel anlatır:
“AVRUPALILAR insan haklarına pek meraklıdır. Çünkü tarihleri, insanlık suçlarıyla doludur. Bu bakımdan insan hakları iddiası hem vicdanlarını rahatlatmak hem de yeni insanlık suçları işlemek imkânı veren bir bahanedir. Hayran olduğumuz Batı Medeniyeti’nin vardığı nokta en büyük insan hakkı olan hayat hakkını bütün insanlardan alacak güçte nükleer silâhlara ulaşmak olmuştur. Batı, 16. Yüzyıldan beri soyup soğana çevirdiği dünyayı yeniden soymaya hazırlanmaktadır. Belçika’nın Kongo’da elmasları yürütmekten başka ne işi vardı? Hollanda Endonezya’da ne geziyordu? İngiltere, zavallı bir deri bir kemik Hintli’nin ekmeğinin üstüne oturmadı mı? İnsan hakları ha!”
Batı’nın İnsan hakları merakının altında yatan gerçek sömürgecilikti. Batı Hıristiyanlığını bile göz diktiği verimli toprakları elde etmek için kullanmıştı. Kenya devlet başkanı Jomo Kenyatta’nın bu sözleri misyonerliğin arkasına saklanmış Batı aç gözlülüğünün esprili bir şekilde açıklanmasıdır. Tabii Misyonerliğin asıl gayesinin de: “Avrupalılar geldiklerinde onların ellerinde İncil, bizim ellerimizde ise topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatıp dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda bizim ellerimizde İncil, onların ellerinde ise topraklarımız vardı.” Günümüzde de Arap baharı diyerek ne hikmetse nerede PETROL varsa oraya demokrasi götürme merakı…
Ergun Göze’nin bu uzun Avustralya yolculuğunu göze alışının altında bir sebep daha vardı. Broken Hill’deki iki garip şehid’i ziyaret etmek… Dondurmacı Molla Abdullah ile kasap Gül Muhammed’i… Bu iki Afganlı Türk, İngilizlerin isteğiyle Çanakkale’ye gönderilmek üzere gönüllü toplandığını duyunca duvarlara bu hareketi protesto eden yazılar yazmışlar, bu karşı çıkışlarının işe yaramadığını görünce Çanakkale yolcusu Anzaklarla dolu trene Türk bayrağını astıkları dondurma arabasını siper ederek ateş açmışlardı. Avustralya ile Osmanlı arasındaki savaşı, Avustralyalıların da dediği gibi Avustralya’da başlatmışlardı. Halkın ve polisten meydana gelen kalabalığın peşlerine düşmesi neticesinde White Rocks (beyaz kayalar)denilen yerde, “Teslim olun” çağrılarını kabul etmeyerek polisin ve halkın yağdırdığı kurşunlarla şehit düşmüşlerdi. Bu kayalıkların adı bugün “Türk kayalıkları”ydı. Cesetleri bir çöp arabasıyla taşınan şehitlerin gömüldükleri yer ise meçhul olmakta devam etmekteydi. Eşim 1000 kilometreyi aşan bu yolculuğu göze aldığında bizi misafir edenler de şaşırmışlardı. Onların şaşkınlığının altında biraz da bu iki şehidi hatırlayamamış olmanın üzüntüsü de vardı. Ben ise hiç şaşırmamıştım onunla berâber çıktığım seyahatlerde hep Müslüman’ın ve Türk’ün peşinde olduğunu biliyordum, Kısa süren bir Malta gezisinde bile programda olmamasına rağmen rehberi ikna ederek oradaki Türk şehitliğini buldurmuş, ziyaret etmemizi sağlamamış mıydı? İsveç’te, Portekiz’de de değişen bir şey yoktu. Oralarda da gene Türk’ün fisebilillah avukatıydı. Hollanda’daki konferansın davetçisi İbrahim Görmez ve Müslüman olduktan sonra Reyhan adını alan eşi de unutulmazlarım arasındadır. İbrahim Görmez, benim “Eşiniz nasıl Müslüman oldu?” diye sormam üzerine “Ben onu değil o beni Müslüman etti” diye cevap vermişti. Mesneviden bile haberi olan bu genç hanım uzun tetkiklerden sonra Müslüman olunca eşine işlettiği kahveyi kapatmasını içkiyi ve kumarı bırakmasını söylemişti. Bir zamanlar “Hippi İbrahim” diye anılan İbrahim Görmez’in Hollandalı bir genç kızın hayatına girmesiyle Müslümanlığıyla barışması ne hayırlı bir nasipti. Evet, seyahatler seyahatler… Röportajlar röportajlar… Hepsi de İslâm’ın ve Türklüğün aşkına yapılan ama aynı aşkla değerlendirilmeyen röportajlar…