Geçen asra, kitle iletişimi ve buradan gelen yoğun mesajlar damgasını vurdu. Yazılı, sözlü, görüntülü araçlarla mesajlar aynı anda milyonlara iletildi. Bu araçlar arasında en önemlilerinden biri olarak beyaz perde kendisini gösterdi. Zaman zaman sinema salonları tıka basa doldu, beyaz perdede yaşananlar insanların hedefleri haline geldi. İlk perde sinemada sahnelenirken, ikinci perde evlerde, sokaklarda, şehirlerde oynandı. Etkisi öyle güçlü oldu ki, sinema dünyasının içine dalmak isteyenler köylerini terkedip şehre koştular. Yine, perdeden yansıyan şehrin şatafatlı dünyasında kendilerine yer açmak için, çifte sürülen sarıkızlar, karaoğlanlar satıldı. Kara yağızlı genç oğlanlar ve eli kınalı kızlar tatlı hayâllere kapıldı. İşte bütün bu olup bitenler de en nihayet beyaz perdenin ana temaları oldu. Salonlar bazen sevince, bazen de gözyaşına boğuldu.
Perdenin beyaz olması, her türlü rengi kabul etmesine yol açmıştır ve hâlâ da böyle devam etmektedir. Aynı perdede bir taraftan güzellikler, kahramanlıklar ve genç dimağları yarınlara hazırlayacak rengârenk senaryolar yansımakta, diğer taraftan körpecik ve saf dimağları karanlıklara atacak senaryolar da kara yüzünü beyaz perdeden gösterebilmektedir. Buradan yansıyan mesajların gücünü iyi gören batı dünyası ve burada da bilhassa Amerika, sinemayı bir sanayi haline dönüştürmüştür. Teknolojinin aldatıcılığını da çok iyi kullanmak suretiyle, dünya sinemalarını âdeta istilâ etmiş ve esir almıştır. Bugün Holywood’dan gelen mesajlar diğer batılı ülkeler dahil olmak üzere bütün dünyayı rahatsız etmektedir. Bu merkezden dalgalar halinde bütün dünyaya bir kültür empoze edilmektedir. Millî sinema sektörleri, dışarıdan ordular gibi gelen bu istilâcılarla başa çıkamamakta, esarete boyun eğmektedir. İşte dün bu istilâcıların ak perdelerimizi kirletmelerine müsaade etmeyen bir kahramanımız vardı. Bu kahraman, tarihin derinliklerinden âdeta toprağı yararak başını kaldırdı. Geçmişte boyunlarında haç, ellerinde silâhlarla gelen bu istilâcılara dersini veren kahramanımız, bu defa da ışığın taneciklerini Truva atı gibi kullanıp, beyinlerimize sızmaya çalışanları durdurmayı başardı ve bizi Amerikan sinemasına teslim etmedi. 20. Yüzyılın sinema ile gelen, modern silâhlarla donanmış bulunan haçlılarına, yine kılıcı ve yüreği ile meydan okudu ve her seferinde kalenin burçlarına üç hilâli o dikti. Körpecik dimağlarımızı, beyaz perdeden gelen kara haçlılara ve yine biz gençliği pornonun kirli sahnelerine teslim etmedi. Bu kahraman Battalgazi’dir, Karamurat’tır ve tabiî ki Malkoçoğlu’dur.
Malkoçoğlu, artık ciltler dolusu, tarihin sayfalarında değil, içimizdedir. Bir biletle ulaşabilecek kadar yakındır. İşte bu yüzden bu muhteşem kahramanın yanına gidebilmek için kılı kırk yarardık. Sinema salonlarını sadece doldurmakla kalmaz, kahramanımızın etrafında tek yumruk olurduk. Büyük bir heyecanla biletimizi alır, koltuğumuzda sabırsızca filmin başlayacağını ilân eden “gong” sesini beklerdik. İlk “gong” sesiyle birlikte heyecanımız artıyor, bu sesle âdeta kendimizi biraz sonra göreceğimiz sahnelere hazırlıyor, koltuğumuza heyecanla yerleşmeye çalışıyorduk. Her yeni ilânda, bir kez daha yerimizden kalkıp oturuyor, perdeyi en iyi görebilecek pozisyonu yakalamaya çalışıyorduk. Son sesle yüreğimizi ateşliyor, kahramanımız perdede görününce, onu alkışlarımız ve ıslıklarımızla davetiyelere boğuyorduk. Perdeye yansıyan ışıklar sanki salonun değil, tarihin karanlıklarını yararak geçiyor, tarihin ak sayfaları, perdenin beyazlığında renkler cümbüşü ile dile geliyordu. Sıkılan yumruklarımızla Bizans’ın surlarını darmadağın edecek gücü buluyorduk. Sonraları Âkif’in mısralarında okuduğumuz:
“Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz:
Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz” sözlerinin gönlümüze kazındığını şimdi anlıyoruz.
Tarih, vatan ve millet sevgisini kalplerimize o nakşetti. Artık her birimiz birer Malkoçoğlu idik. Sinemada kendisini seyrettikten sonra, oyun gruplarımızda filmi tekrar sahneye koyarken, O’nun rolünü oynamak için yarışırdık. Rolün ağırlığını, yine O’nun motivasyonuyla çocuk omuzlarımızda taşıdık ve onun gibi dimdik yürüdük. Doğunun esmer tenli çocukları olarak aynaya baktığımızda “Karaoğlan” tiplemesiyle kendimizi ona benzettik. Büyük mücadelelerle saçlarımızı geriye devirmeye, kaşlarımızı çatıp, dik durarak Türk’ün vakarını taşımaya çalıştık.
Çekimlerin tabiîliğini ve saflığını teknolojinin hınzırlığına feda ettiğimiz dönemlerdeyiz. Halbuki, ona teknoloji değil Allah yardım ediyordu: Ya Allah! İşte biz ona böyle inandık. Yapmacık hiçbir şey bulamadık. Nevet, sayısız ok yedi ve ölmedi. Ölseydi biz de ölürdük. Çünkü o bizi temsil ediyordu ve oklar ona değil bize saplanıyordu. Zaten bir Türk, küffara canını o kadar da kolay teslim edemezdi. Bunu bugün alay vesilesi yapanlar, Rambo’nun yalanlarına kolayca inanmayı tercih ediyorlar. Ne garip, birini ok öldürmüyor, diğerini mertliğin bozulduğu delikli demir, hem de soba borusuna benzeyen namludan çıkan, top gülleli mermiler öldürmüyor. Üstelik Malkoçoğlu, Cüneyt Arkın kadar gerçek ve yüzlerce yaşında; Rambo, Sylvester Stallone kadar sahte ve daha henüz yaşında bile değil.
Atla telefon direklerinin arasında geçtiği, tahta kılıç kullandığı ve kolundaki saatten çok söz edildi ise de, kimse de bunların hangi sahnede olduğunu gösteremedi. Biz de filmin heyecanı içerisinde, olsa da zaten göremezdik ve görmedik de. Bütün bunlara rağmen bu haksız karalamalar, ne yazık ki Batılıların filminde sonsuz hoşgörüye dönüşmektedir. Batılıların en iddialı filmlerindeki gaflar “o kadar olur” anlayışı içerisinde mazur gösteriliyor. Meselâ “Titanic”in altında görülen kazıklar, variller, yine tarihî bir filmde arkadan geçen beyaz kamyonet, kanlı bir surat yapmak için kullanılan boya maddelerinin görülmesi, aktörün filmin başında Fransızca bilmediğini söylemesi, ancak filmin sonunda bu dili çok iyi konuşması, filtreli sigaranın olmadığı bir tarihî filmde filtreli sigara içilmesi vs. Bütün bu misaller ve daha fazlası mazur görülürken, Malkoçoğlu olup olmadığı bile düşünülmeden küçük şeylerle karalanmaya çalışılıyor. Zengin kız, fakir oğlan senaryosu ile alay ediliyor, aynı senaryonun yabancı versiyonları ise alkışlanıyor ve methiyelere boğuluyor. Bir tarafta sonsuz bir tahammülsüzlük, diğer tarafta sonsuz bir hoşgörüye dönüşüyor. Ancak, milletin gönlünde ve dimağında Malkoçoğlu dimdik durmaya devam ediyor.
Nevet Malkoçoğlu, her zamanki vakarınla dimdik yürüyebilirsin. Geçmişte sinemanın beyaz perdesinde alnın kadar ak yüzünü, avuçlarımızı patlatırcasına çok alkışladık. Sıkılan yumruklarımızda, Bizans’ın surlarını darmadağın edecek gücü seninle bulduk. Akınlarda çocuklar gibi şen, yetişkinler gibi güçlü olduk. Sen Bizans’ın kahpelerini dize getirirken, biz gözümüzü Avrupa’ya diktik. Yanındaki Mehteran, davula değil kalbimize vururken, Sancak marşı ile sancağa sevdalandık. Yayına gerdiğin üç okla Osmanlı’nın Tuğrasına aşık olduk.
Türk zorda olana yetişmez mi? “Hadi Türkler gelsin de kurtarsın seni” diye haykıran insana “geldim” sözünü sen haykırdın. Alkışlarımızla avuçlarımızdan kırmızı güller çıkarırken, senin yanında biz de vardık. Bir Türk olarak, zorda olana kavuşma, mazluma el uzatma ülküsünü böyle taşıdık.
Şovenlikle suçlandı. Filmleriyle alay edenler, aslında filmdeki şovenizmi hedef aldık dediler ve bir gerçeği itiraf ettiler. Burada karşı olunan vatan ve millet sevgisi, Türk’ün eğilmez, bükülmez vakarı ve tarihin güzelliklerle dolu sayfalarının beyaz perdeden yansımasıdır. Öyle ki Türklüğün şan ve şerefinin tıka basa dolan sinema salonlarında dile gelmesine tahammül edemeyen ve eleştirenler, kendi filmlerinde bu rolü Bizanslılara vermekten bir an bile çekinmiyorlar. Tarihin güzelliklerinin dile gelmesine muhabbet duymayanlar, yaşamış oldukları çirkin hayata uygun satırları tarihte arıyorlar, bulamasalar da kendi hayatlarını tarihe mal ederek kareleri dolduruyorlar. Eğer bugün böyle tipler varsa, hiç şüphesiz dün de vardı. Yine eğer bugün bu insanlar toplum dışına itilmişlerse hiç şüphesiz dün daha fazla itilmişti. Dolayısıyla bu karakterler ne bugünün ne de tarihin baş rol oyuncularıdır. Hiç şüphesiz ne Malkoçoğlu ne de Atsız’ın şiirinde dile gelen Topal Askerler, bu tiplerin kendilerine arsız arsız bakıp gülmeleri için tarihi yapmadılar, kendilerini feda edip, ciğerlerini yakmadılar. Hiç şüphesiz bugünün baş rol oyuncuları da geleceği bu arsızların ellerine bırakmayacaklardır. Türk gençliği geçmişinden ilhamı alıp, geleceği inşa etmeye devam edecektir.
Şimdi Malkoçoğlu’nun saçları ak, geçmişi gibi. Gücün timsali olan bu vakarlı insan, şimdi tecrübenin timsali olmaya en iyi namzet. Şimdi genç dimağlar ondan bilgelik bekliyor. Asırların Dede Korkut’u onun bedeninde, ak saçlarıyla beyaz perdeden seslenmek istiyor. Öyle ya, Malkoçoğlu yaşlanırsa olsa olsa Dede Korkut olur.