Türkiye, insanlığın geleceğinde etkin bir konuma, en kısa zamanda gelmek zorundadır. Türkiye, tarihten, kültüründen, dünyanın içinde bulunduğu koşullardan, kendi özel sorunlarından kaynaklanan çok ciddi dayatmalarla karşı karşıya bulunmaktadır. Türkiye, “Yeni Dünya Düzeni” arayışlarının çığlık çığlığa yükseldiği 21. yüzyıla girerken, yılların, hatta asırların biriktirdiği sorunları, bir şekilde çözmek zorunda olduğu bir sürecin içine girmiştir. Üstelik bu sürece, biraz da dış ve iç şartların zorlamasıyla, hiç hazırlıksız girilmiştir. Türkiye açısından hayatî önem taşıyan sorunların hiçbirisi, çözüm aşamasına geçilebilecek düzeyde tespit edilmemiş, çözümü kolaylaştıracak biçimde tartışılmamıştır. Toplum olarak sorunlar üzerinde bir uzlaşma yoktur. Öyle ki, bazı kesimler sorunları hiç görmezken, bazı kesimler, sorunların çözümsüz olduğunu düşünebilmektedirler. Diğer taraftan, Türkiye’nin sorunlarından çıkar sağlayan, isteyerek ya da istemeyerek çözüm arayışlarının önünü tıkayan, içte ve dışta birtakım güç odakları vardır. Bu güç odakları, kendi amaçları ve çıkarları doğrultusunda, en çok “din olgusu”nu ve laikliği acımasızca kullanmaktadırlar. Bu odaklar, değişimden ve yeniden yapılanmaktan korkmaktadırlar. Din olgusu, öncelikle bütün siyasî partiler tarafından yıllardır siyasî amaçlar için kullanılmıştır; hâlâ da kullanılmaktadır. Din ticareti yaparak prestij ve maddi çıkar sağlayan bireyler ve kurumlar vardır. Bazı tarikat gurupları ve dinî cemaatler, din ticaretinin ve sömürüsünün gizlenemez hale geldiği yerlerdir. Alevilikle ilgili bütün tartışmalar, din istismarının farklı bir boyutu ile ilgili tezahürler olarak anlaşılabilir. Laiklik de, Türkiye’de, en çok istismar edilen hususların başında gelmektedir. Kendi yeteneksizlik ve yetersizliklerini kamufle etmek isteyen, ya da kötü amaçları için bir paravanın arkasına saklanmak isteyen bazı kimseler, laikliği kullanmaktan hiç çekinmemişlerdir. Türkiye’de, dinin ve Laikliğin, acımasızca kullanılmış olması, bu hususların doğru anlaşılabilmesi ve tartışılabilmesi için gerekli olan doğru bilgi birikiminin birey ve toplum düzeyinde sağlanması, insanların uzlaşabilecekleri ortak zeminlerin oluşmasını engellemiştir. Türkiye’de, açıkça “ben İslâm’a karşıyım” diyen insan sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır.
Türkiye’nin yüzde 98’nin Müslüman olduğu resmî istatistiklerde yer almaktadır. Buna rağmen, bazı insanlar, bazı insanları “İslam düşmanlığı“ ile, bazıları da normal bir Müslümanı, hemen “gericilikle, yobazlıkla” suçlayabilmektedir. “Şeriat gelecek, dertler bitecek” diyenler de, “kahrolsun şeriat” diye bağıranlar da, “şeriat”ın ne olduğunu bilmemektedirler. Din alanındaki, tahminlerin çok üstünde olan bilgi boşluğu, insanların birbirlerini anlamaları için gerekli olan temel iletişim kodlarının fonksiyonel olmasını engellemekte; insanlar birbirlerini anlamakta zorlanmaktadır. Öyle ki, bırakın dindar olanla olmayanın birbirlerini anlamakta zorlanmasını, farklı gruplara mensup olan dindarlar bile birbirlerini doğru dürüst anlayamamaktadırlar. Din alanındaki bilgi boşluğunun doğurmuş olduğu birtakım olumsuz sonuçları şöyle sıralamak mümkündür: Dinin, dindarlık ya da din karşıtlığı yönünde istismarı kolaylaşmıştır. Dindar bireylerin, dinden çıkma, ya da günah korkusu ile, belirli hedeflere kolayca yönlendirilmeleri mümkün hale gelmiştir. Dinin, birleştirici-bütünleştirici, kaynaştırıcı yönde etkin olması engellemektedir. Ülke sorunlarının menşeinde ve çözümünde dinin etkin olup olmayacağının düşünülmesini bile, neredeyse imkansız hale gelmiştir. Her sorunun, din sayesinde ve dindarlıkla çözümlenebileceği şeklinde bir yanılgı toplumda yer tutmaya başlamıştır. Dinin, “yeni bir uygarlık yaratılması” gibi bir hedefin gerçekleşebilmesi için motor görevi görebileceğinin düşünülmesi bile hoş karşılanmamıştır. “Başörtüsü” gibi tali konular, din gibi telakki edilir olmuştur. Başörtüsü, dindarlığın da, din düşmanlığının da “simgesi” gibi algılanabilmektedir. Dinin anlaşılma biçimleri, (mezhepler, tarikat vs.) din ile özdeş gibi algılanmıştır. İslâm’ın evrensel güzelliklerinin, dindarlar tarafından da, dindar olmayanlar tarafından da, sağlıklı bir şekilde anlaşılması ve değerlendirilmesi neredeyse imkansız hale gelmiştir. Dinin anlaşılması ve uygulanması planında ortaya çıkan bireysel ve toplumsal yanlışlardan dolayı, dinin bütününe yönelik olumsuz tavırlar ortaya çıkmıştır. Her türlü bilimsel gelişmenin ve ilerlemenin temelinde yatan “eleştirel yaklaşım biçimi”nin toplumda yer tutması engellenmiş; başta gelenek olmak üzere, her şeyin tabulaştırılması kolaylaşmıştır. Din alanındaki bilgi boşluğu, demokrasinin, Müslümanlar tarafından, Batı standartların da ilerisinde, gerçekleştirebileceği düşüncesinin gelişmesini engellemiştir. Oysa, İslâm’ın siyasi meseleleri insana bıraktığını ve adaletin hakim olduğu, ahlâklı bir toplum istediğini bilen her insan, bunun mümkün olabileceğini kolayca anlayabilir.
Din alanındaki bilgi boşluğu, “İslâmî düzen, İslâm Devleti, İslâm iktisadı, Şeriat vs.” gibi kavramların ideolojik amaçlı kullanılmasını, zihinlerin karışmasını kolaylaştırmaktadır. Oysa, devleti yönetenler Müslüman olması bile, insanlar özgürce, insanca yaşayamıyorlarsa, hiç bir anlam ifade etmez. “İslâm devleti”nden kastedilen, “İslâm’ın hedef aldığı adaletin hakim olduğu” bir devlet ise, bunun bir anlamı olabilir. Bunun dışında İslâm devleti ifadesi, İslâm açısından anlamı olmayan ideolojik bir ifade olmadan öteye gidemez.
a. İslâm, Siyasî Meseleleri İnsana Bırakmıştır Teorik çerçevede bakıldığında, Türkiye’de, İslâm dininden kaynaklanan, devlete yönelik bir tehdit, söz konusu değildir. Çünkü: aa. Müslüman insan, insanların insanca yaşayabilmesi ve insanlıklarını en iyi şekilde gerçekleştirebilmesini sağlayacak, adaletin hakim olduğu ahlâklı bir toplum oluşturabilmek için gerekli olan siyasî yapıyı kendisi üretmek zorundadır. Bu siyasî oluşum, Kur’ân’da dikkat çekilen sınırlı sayıdaki evrensel ilkeler -ki bunlar demokrasinin de temel ilkeleridir- doğrultusunda, sosyal değişme olgusunun doğurduğu yeni ihtiyaçları karşılayacak şekilde sürekli yenilenmek durumunda olan insanî bir sistemdir. Önemli olan adaletin sağlanmasıdır; insanların özgürlüğünün ve mutluluğunun temin edilmesidir. Hangi siyasî sistem bunu en iyi şekilde karşılarsa, İslâmî anlayışa en uygun sistem o olacaktır. İnsanın yaratılış itibariyle sosyal bir varlık oluşu, siyasetin de insanla birlikte varolmasını beraberinde getirmiştir. İnsanlık tarihi boyunca varolan bütün insan topluluklarının siyasal bir netlik taşıdığı değişmez bir olgu olmuştur. ”İnsanlar arasında düşünce ve menfaat ayrılıkları var olduğu sürece bu ayrılıkların doğurduğu bir çatışma da var olacaktır ve dolayısıyla politika da var olacaktır. (M.Kapani, Politika Bilimine Giriş, 3) Politikanın özünde, değer dağıtımı ile ilgili bir görüş ve menfaat çatışması olduğu gizlenemez bir gerçektir. Ancak, politikanın aynı zamanda bir uzlaşma olduğu da ortadadır. Siyasetin odak noktasında “iktidar kavramı” vardır.
”İktidar, genel ve geniş anlamda, başkalarının davranışlarını kontrol edebilme olanağı olarak tanımlanabilir”. (Kapani, aynı eser, 27). ”Ülkenin ve toplumun bütünü üzerinde geçerli olan iktidara” siyasal iktidar denmektedir. (Kapani,aynı eser, 29). Daha önce de ifade etmeye çalıştığımız gibi, İslâm dini, siyasî meseleleri insana bırakmıştır. Bu dinle siyaset arasında hiç bir ilgi yok anlamına gelmemektedir. İslâm, birey ve toplum olarak insanın olduğu her yerde etkin olan bir dindir. Bu etki, daha çok ana ilkeler çerçevesinde gerçekleşmektedir. Aksi takdirde, ontolojik anlamda hayatın bütününü din olarak algılamak gerekir ki, bu hem insan gerçeği ile, hem de İslâm’la bağdaşmaz. Sosyal değişme, inkar edilemeyecek kadar belirgin bir olgudur. Hayatın bütünün din gibi telakki edilmesi, sosyal değişme olgusu ile bağdaşmaz. İşte, İslâm’ın siyasî meseleleri insana bırakmış olması, Müslümanların, sosyal değişme olgusuna paralel olarak, insanların insanca yaşayabilecekleri ahlâkın ve adaletin hakim olduğu bir toplum meydana getirebilmek için, kendi siyasî yapılarını kendileri kurmaları anlamına gelmektedir. İslâm dini bu konuda, evrensel nitelik taşıyan ana ilkeleri belirlemiştir. Bu ilkelerden bazılarını şöyle sıralamak mümkündür: Toplumda esas olan adaletin sağlanmasıdır(Nisâ,58; Nisâ, 105;Sad, 26). Siyasî iktidarın niteliği nasıl olursa olsun, adaletin olmadığı bir yerde İslâm’dan söz etmek mümkün değildir. İnsanlar arasında yegane üstünlük ölçüsü, ilim ve takvadır, Allah’a saygıdır (Hucurât, 13). Bu ise, doğrudan bireyi ilgilendirir; bireyle Allah arasındaki bir meseledir. Soy-sop, zenginlik-fakirlik, güzellik-çirkinlik gibi hususlar, hiç bir şekilde üstünlük ölçüsü olarak alınamaz. Toplumda işler, sıfatı ne olursa olsun, tek başına hiç bir kimsenin tekeline bırakılamaz. Kur’an, Hz. Muhammed’in bile işleri, diğer insanlara danışarak yürütmesini istemiştir (Şura prensibi) (Şura, 36-38; Al-i İmran, 159). Bütün işler, o işi en iyi bilen ehil ellere verilmelidir (Nisâ, 58). Hiç bir şey, körü körüne desteklenmemelidir (İsrâ,36). Bunlar ve benzeri ilkeler, insana mutluluk getirecek bütün siyasî iktidarların vazgeçemeyecekleri, evrensel nitelik taşıyan ilkelerdir. Sosyal değişme olgusuna bağlı olarak ortaya çıkan yeni gelişmeler, bu ilkeler çerçevesinde yerli yerine oturabilecektir.
Öte yandan, Müslümanların ortaya koyacakları her türlü uygulama, sonuçta insanî nitelik taşımaktadır. Bu uygulamaların dinle özdeşleştirilmesi de mümkün değildir. Beşerî olan her şey, zamanla önemini yitirebilir. Kalıcı olan prensiplerdir. Hz. Muhammed’in, kendinden sonra yerine kimin geçeği konusunda herhangi bir belirlemede bulunmadığı bilinen bir husustur. Nitekim, daha Hz. Peygamber’in naaşı toprağa verilmeden, Müslümanların, kendilerine yeni bir lider seçmek için faaliyete giriştiklerini görmekteyiz. Herhangi bir tayin söz konusu olsa idi, herhalde tartışmaların seyri daha farklı olurdu. İslâm’ın siyasî-idarî meseleleri insana bırakması, Müslümanlar arasında baş gösteren ilk ihtilafların siyasî olması gibi bir sonuç doğurmuştur. Bu durum, Müslümanların siyasî idarî meselelerin insana bırakıldığı gerçeğini pek anlamak istememeleri ve sorumluluktan kaçmaları ile ilgili olsa gerektir. Çünkü, Müslüman’a yaraşır bir siyaset teorisi üretememişlerdir. Şia, problemi Allah’a hallettirmek istemiş; Ehl-i Sünnet, uzlaşmacı tavrına uygun olarak, siyasî meseleleri Dört Halife Dönemi tatbikatlarını evrenselleştirerek, hilâfeti odak noktasına yerleştirmiş ve işi Kureyş’e bırakmıştır. ”Halifelerin Kureyş’ten olacağı”nı bildiren uydurma hadis, Müslümanların önünü tıkamıştır. Haricîler ise, bu konuda daha tutarlı bir çıkış yapmalarına rağmen, fanatik tutumlarıyla insan fıtratını zorlamışlar ve tarihin karanlıklarında gömülüp gitmişlerdir. ab. İslâm dini, “din ve vicdan özgürlüğünün bir teminatı olarak anlaşılabilir. ”Dinde Zorlama Yoktur” (Bakara, 256) ilkesi, hem insanların Müslüman olmaları konusunda, hem de, İslâm’ı yaşamaları konusunda geçerlidir. Kur’ân, temel İslâmî ibadetlerle ilgili herhangi bir dünyevî müeyyideden söz etmez. Din temelde insanlar için bir tekliftir. İsteyen kabul eder, Tanrı’nın uyarılarına kulak verir; isteyen de tercihini başka yönde kullanabilir. ac. Kur’ân, bir hukuk kitabı değildir. Kur’ân’da hukukla ilgili âyetler vardır. Müslüman hukukçular, içinde yaşanılan ortamda hukukun üstünlüğünü temin etmek, adaleti hakim kılmak için, Kur’ân’dan da yararlanarak en sağlıklı hukuk anlayışını geliştirmek gibi bir sorumluluk taşımaktadırlar. Bu hukuk, ilke bazında vahiyden yararlanmasına rağmen, beşerî bir hukuktur.
Ortaya çıkan teorik kurallar ve uygulama biçimleri din gibi telakki edilemez. Nitekim, İslâm tarihi boyunca, yüzlerce hukuk ekolü ortaya çıkmıştır. Bunların önemli bir kısmı, çağın ihtiyaçlarına cevap veremedikleri için, yaşama imkanı bulamamışlardır. b. Yobazlık ve bağnazlık, ruh sağlığı yerinde olmayan her insanda ortaya çıkan bir davranış biçimidir. Türkiye’de, İslâm dini hakkında doğru bilgi sahibi olmamaktan kaynaklanan, demokrasiyi ve laikliği tehdit edecek boyutlarda olmamakla beraber, sağlıklı din anlayışının oluşmasını engelleyen, yaratıcı yetenekleri körelten, kişiliği törpüleyen bir bağnazlık vardır. Bu, dinî eğilimleri güçlü olanlarda da, olmayanlar da, görülebilmektedir. ba. Dindarlık yobazlık, bağnazlık veya gericilik değildir. Türkiye, son iki asırdır, din konusunda sağlıklı bir politika, maalesef üretememiştir. Aydınlarımız, dindar olan halkımızı aşağılamış, onun değerlerini uzunca bir müddet hiç önemsememiştir. Dindarlık, geniş bir yelpazede kendisini göstermiş olmasına rağmen, hiçbir fark gözetilmeksizin, bütün dindarlar bir anlamda mahkum edilmiştir. Yanlış politikalar, Cumhuriyet Döneminde dinin yeraltına çekilmesine yol açmıştır. Daha önce dikkat çektiğimiz bilgi boşluğu, geleneğin gözden uzak bir biçimde dinle özdeşleştirilmesine, bâtıl inançların, hurafelerin din gibi telakki edilmesine sebep olmuştur. Buna dayalı olarak ortaya çıkan, dinî değerleri koruma içgüdüsü ile bütünleşen bir tür korku, zaman zaman yobazca davranışları hazırlayabilmektedir.