Oğuz ÇETİNOĞLU

Ekonomist, Araştırmacı-Yazar

ocetinoglu1@gmail.com

Hz. Ali ve Alevilik

(İKİNCİ BÖLÜM)
(BİRİNCİ BÖLÜM 08 ARALIK 2024 TÂRİHİNDE YAYINLANMIŞTIR)

Güzel vatanımızda yaşayan ve yaşamaya devam etmekte kararlı olanlar; farklı gruplara, değişik düşünce ve yorumlara değil, farklılıkların ayrılıklara dönüşmesine karşı çıkmalılar. İslâmiyet’in farklı renk tonlarının zenginliğimiz, dilediğimizi seçme hürriyetimiz olduğunu bilmeliler.

Siyasî maksatlı Alevîlerin iddiaları vardır. Bunların belli başlıları şöylece özetlenebilir:

1-İslâmiyet’le ilgili vecîbelerden muaf/bağışık olduklarını iddia ederler. Özetle Alevî olduklarını söyleyen bâzı kişiler, namazlarının Hz. Ali tarafından kılındığı, oruçlarının yine Hz. Ali tarafından tutulmuş olduğu gerekçesiyle, namaz kılmaz, oruç tutmazlar. İçlerinde yalnızca bayram ve/veya Cuma namazlarını kılıp yılda üç gün oruç tutanlar vardır. Bir kısım Alevîler, Hz. Ali’nin câmide şehit edildiği gerekçesiyle câmiye girmediklerini söylerler. Elbette, bu anlatılanlardan tamâmen ayrı olarak İslâm’ı bütün vecibeleriyle yaşayan Alevîler de vardır.

Yukarıda sözü edilen iddialar bâzı çevrelerdeki Alevî ve Sünnî inancına mensup insanlar arasında tartışma konusu yapılabilmektedir. Böyle bir tartışma gereksizdir. Nice Sünnî Müslüman da namaz kılmayı, oruç tutmayı gereksiz görebilmektedir veya Allah’ın affediciliğine güvenerek dînî vecîbelerini icrâ etmekte ihmalkâr davranmaktadır. Bu konularda Alevîler’in namaz ve oruç ile ilgili iddiaları Sünnîlere göre ne kadar yanlış ise konunun tartışmaya açılması da o kadar yanlış ve zararlıdır.

2-Hz. Muhammed’in ölümünden sonra halifeliğin Hz. Ali’nin hakkı olduğu ve hattâ bu görevin bizzat Hz. Muhammed tarafından Hz. Ali’ye verildiği iddia edilmektedir. İddiaların geçerli olduğuna dâir ortaya konulan deliller şüpheleri gidermek için yeterli değildir. Çok az sayıdaki fanatik Alevî, Hz. Ali’nin Peygamber ve hattâ (hâşâ) Allah olduğunu iddia eder. Bu iddialar da aklî ve ilmî delillerle yok edilebilir. Fakat iddia sâhiplerine, yanıldıklarını kabul ettirmek için baskı yapmak da yine yersiz ve zararlıdır.

3-Yine çok az sayıdaki fanatik Alevî, Peygamberliğin Cenâb-ı Allah tarafından Hz. Ali’ye gönderildiğini, Cebrail Aleyhisselâm’ın, görevi Hz. Muhammed’e verdiğini iddia ederler.

4-Kur’ân-ı Kerim’de değişiklikler, eklemeler ve çıkartmalar yapıldığı da iddialar arasındadır. Bu konu, her yönüyle milletlerarası plâtformlarda tartışılmış ve Yüce Kitabımızın hiçbir değişikliğe uğramadığı konusunda açıklanan gerçekler kabule değer bulunmuştur.

Karşı iddiaların hiçbirine bu yazıda yer verilmemiştir. Çünkü maksat, yalnızca Alevîleri bütün yönleri ve farklı iç yapılanmaları ile birlikte mümkün olduğu ölçüde ve objektif olarak tanıtmaktır. İddialar sebebiyle onları dışlamak gibi bir maksat aslâ söz konusu değildir.

Alevîlik; İslâm’ın farklı bir yorumu, İslâm kültürünün bir parçası, İslâm’ın bir gerçeğidir. Bir kültür, bir hayat biçimidir. O yorumun, o kültürün, gerçeğin ve biçimin târifini yapmak mümkün değildir. Çünkü çok sayıda ve birbirinden farklı Alevîlik anlayışı var. Türkiye Cumhuriyeti’nde kısa bir dönem Kültür Bakanlığı yapmış bir zâtın ‘Türkiye’nin %99’u Müslüman deniliyor. Diğer taraftan biliniyor ki Türkiye’de on milyon Alevî var. Bu Alevîler nereye konuluyor?’ cümlesi ile açığa çıkan cehâletinde bilindiği gibi Alevîlik, Müslümanlık dışında bir inanç sistemi değildir. Alevîlik, iddia edildiği gibi solculuk ve halk arasındaki nitelendirme ile Bektâşîlik de değildir.

İslâm dünyâsındaki farklılıkların ayrılıklara yol açması için çalışan kışkırtıcı ve bölücü çevreler, Alevîliği farklı bir din anlayışı olarak ortaya koyuyorlar. Bu tehlikeyi önlemenin çâresi, hoşgörü ortamında kucaklaşmaktır. Çanakkale Savaşı’nda, Dumlupınar’da, Anafartalar’da İnönü’de, Sakarya’da ve topyekûn Kurtuluş Savaşı’nda hiç kimse, hiç kimseye ‘Sen Alevî’sin, savaşa katılamazsın!’ demedi. Bu vatan el ele, omuz omuza verilerek kurtarıldı. Yine aynı şekilde korunmalı ve yükseltilmeli. Biz biriz. Allah’ın Bir’liğinde birleşiriz. İslâmiyet’in temeli; Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamberimiz Hz. Muhammed’in beyan buyurduğu ve Ehl-i Beyt’le birlikte bütün Müslümanların uyguladığı sünnetlerdir. İslâmiyet, Cenâb-ı Allah’ın varlığı ve birliği demektir. Kur’ân-ı Kerîm, insanlığı aydınlatan bir ışıktır. Bu mutlak gerçekler sebebiyle her Ehl-i Sünnet Alevî; her Alevî de Ehl-i Sünnet’tir.

Kaynağını Uluğ Türkistan’da Ahmed Yesevî’den (1093-1166) alan sevgi ırmağı; Hacı Bektâş-ı Velî (1209-1271), Sarı Saltuk (1369-1429), Yunus Emre (1238-1328), Geyikli Baba (1275-1350), Somuncu Baba (1331-1412) ve Hacı Bayram-ı Velî’den (1340-1430) oluşan kolları ile bizi kuşatıyor. Bu kaynaşmada, kendisi için tehlike vehmedenler Türkiye Müslümanlarını, Sünnî-Alevî diyerek bölmeye çalışıyorlar. Bölücülere karşı Sünnîler ve Alevîler birleşmeli. ‘Nerede?’ Diye sormaya gerek yok. Birleşme yeri bellidir ve tektir: Alevî-Sünnî çatışması çıkarmak isteyenlerin karşısında birleşilecektir. Bu birleşme, gerçekte ‘aslına dönüş’ olacaktır. Çünkü başlangıçta hiçbir ayrılık-gayrılık yoktu. Birdik, birlikteydik.

Gerçekleri bilmeyen yeni nesil zannediyor ki Kerbelâ katliamının tarafları Sünnî Türkler ile Alevîler’di. Kerbelâ Savaşı’nın olduğu târihte Türkler henüz İslâmiyet ile şereflenmemişti. Savaşın iki cephesinde de Araplar yer alıyordu. İki taraf da Müslüman ve Sünnî idi. Türkler, savaş alanının çok uzağında bulunuyorlardı. Savaşın sebebi din anlayışındaki ayrılık değildi. Siyâsî idi. O savaşın oluşturduğu ayrılığı devam ettirmek, savaşın faturasını Türk Milleti’ne çıkarmak isteyenleri memnun eder. ‘Alevîlik, Hz. Ali’nin yolundan gitmektir.’ Diyenlere sormak gerekir: Hz. Ali’nin yolu nedir? Bu soruya verilecek tek cevap var: ‘Hz. Muhammed’in yoludur!’ O; kendisini beş yaşından itibâren büyüten, eğiten ve sonunda da kayınpederi olan Hz. Muhammed’in yolundan bir an ve bir milim olsun ayrılmadı. Hep O’nun yolundan gitti. Hz. Muhammed’in yolu ile Hz. Ali’nin yolu arasında hiçbir fark yoktur. Farklı gösterenler, iktidar mücâdelesi yapanlar ve günümüzde o mücâdeleyi yapanların uzantılarıdır. Bu mücâdelenin galibi, asla taraflardan biri olmayacaktır. Mücâdeleyi körükleyenler olacaktır.

Kur’ân-ı Azimüşşân’ın nâzil olmasıyla insanlık âleminde yeni bir devir başlamıştı. İnsanlar İslâmiyet’i kabul ediyorlar, Müslümanların sayısı hızla artıyordu. Bu gelişmeler, Musevîleri ve Hıristiyanlar rahatsız ediyordu.

Musevîler, Tevrat’ta bildirildiği üzere, âhir zaman peygamberinin geleceğini biliyorlardı. Fakat O’nun Yahudi Milleti’nden olacağını ümit ediyorlardı. Ümitleri gerçekleşmedi. Sarsıldılar. İslâmiyet’in hızla gelişmesi ve yayılması karşısında rahatsızlıkları iyice arttı. Gelişmeyi durdurmak için birtakım oyunlar oynamak, Müslümanlar arasında ayrılıklar oluşturmak ihtiyacını hissettiler. Bu maksatla Abdullah İbn-i Sebe görevlendirildi. Bir görüşe göre de Sebe, samîmi bir Müslüman’dı. Onun, hahambaşı mevkiinde Musevî din adamı olduğu da iddialar arasındadır. İddiaya göre Müslümanlığı yalnızca görünüşte idi. Sebe, Hz. Osman (ra.) zamanında Yemen’den Medine’ye geldi. İbâdetlerini İslâm’a göre tam olarak yapıyordu. Hz. Ali ile çokça berâber oluyor, O’na övgüler yağdırıyordu. Bir taraftan da yönetimden şikâyetçi olanları, mal-mülk ve makam sâhibi olma arzuları kuvvetli insanları buluyor; onlarla iyi ilişkiler kurmaya çalışıyor memnûniyetsizliklerini tahrik ediyordu. Böylece taraftar topladı. Taraftarları belli sayıya ulaşınca Halîfeye karşı şikâyetlerin yüksek sesle dile getirilmesine başlandı. Alternatif yönetici olarak Hz. Ali gösteriliyordu. İddiâalara göre Hz. Ali, Peygamber’in veziri idi. Hz. Ebû Bekir, (ra.) Hz. Ömer (ra.) ve Hz. Osman (ra), O’nun hakkını gasbetmişlerdi. Hz. Ali’nin hakkını arayanların sayısı gittikçe artmakta idi. Önce Hz. Osman’ın tâyin ettiği bir vâliyi değiştirme konusunda güç denemesinde bulunuldu. İsteklerini kabul ettirdiler. Sonra da halk arasında çok sevilen bir ismi önerip onun vâli olarak tâyin edilmesini sağladılar. Sebe ve adamları, daha sonra da Hz. Osman’ın evini basarak, kendisini Kur’ân okurken şehit ettiler. Katil, Sebe gibi Yemen’den gelmişti. Müslümanlar arasına nifak sokmaya çalışanlar, bu defa da Emevîlere yakın olan Hz. Osman’ı, Hâşimîlerden olan Hz. Ali’nin öldürttüğü yalanını yaydılar. Böylece Hz. Ali için de kötü bir gelecek hazırlamaya başladılar. Sebe, sürgüne gönderildi. Sürgün yerinde de boş durmayan Sebe, yandaşlarının sayısını artırmaya çalışıyordu. Çalışmalarında başarılı da oldu. Diğer taraftan Alevîler de çoğaldı, Alevîlik yaygınlaştı. ‘Fırka’ denilen birçok siyâsî gruplar oluştu. Bu siyâsî gruplar zamanla İslâmî anlayışa uygun olmayan tarîkatlar ve mezhepler hâline dönüştü.

İslâm tarihçilerinin bir kısmı Sebe adında birinin yaşamadığını, onun nifak çıkaran bir sembol olduğunu yazarlar. Doğrusunu Allah bilir.

***

İnancı sağlam bir Müslüman için rehber, Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber Efendimiz’in sünnetleridir. Her Müslüman kendisine yapılan gerek iyi niyetli gerekse kötü maksatlı her telkini bu süzgeçlerden geçirmek mecbûriyetinde olduğunu bilmelidir. Bu mecbûriyete uyabilen Alevîlerin sayısı, hiç de az değildir. Onlarla Sünnîlerin anlaşmazlığı yoktur.

Alevîler; düşkünlük, sohbet, büyüklere itaat gibi olumlu özellikler taşıyan, kendilerine has kültürleri ve yaşayış biçimleriyle kültürümüze zenginlikler katıyorlar.

Anadolu Alevîliği Türk vatanının sosyal çimentosudur. Başta Âşık Veysel ve O’nun çizgisindeki Alevî ozanlar da şiirimizin kültür âbideleridir. Türkiye’de, Azerbaycan’da ve İran’da yaşayan Türk halk ozanları kadar felsefe muhtevâlı şiir zenginliğine, başka ülkede rastlamak nâdirattandır.

Eğer ‘Allah bir, Hz. Muhammed O’nun Resûlü, Hz. Ali, iki cihan serveri Resûlün kıymetlidisidir’ diyorsak ve bu söylediğimizde samîmi isek, kalben tasdik ediyorsak –ki bunda kimsenin şüphesi olmamalı– yorumlarda farklılık olsa da problem yoktur.

Alevî sivil toplum kuruluşları, Hz. Ali’yi tanıtmak için olduğu kadar Hz. Ali’nin Hz. Muhammed’den öğrendiği İslâm’ı tanımak için gayret ederlerse daha büyük hizmetler gerçekleştirmiş olurlar. ‘Alevî’yim’ diyenlerin buna ihtiyacı var. Belki de yalnız buna ihtiyacı var. ‘Sünniyim’ diyenlerin de Hz. Ali’yi ve Alevîliği öğrenmeye ihtiyacı var. Hz. Ali’nin çok güzel ve çok doğru bir sözü var: ‘İnsan bilmediğinin düşmanıdır.’ Sünnîler Alevîliği, Alevîler Hz. Ali Müslümanlığını bilirlerse birbirlerini daha çok severler kaynaşırlar. Doğru olan budur. Güç bundadır, huzur bundadır.

Dünyâ üzerinde ve günümüzde Sünnîler ile Alevîler arasındaki anlaşmazlıkların tehlike oluşturduğu –denilebilir ki– tek ülke Türkiye’dir. Irak’ta, Saddam Dönemindeki çatışmalar artık çok gerilerde kalmıştır. Azerbaycan’da, Tacikistan’da, Afganistan’da, Yemen’de ve hattâ Balkanlardaki Sünnîler ile Alevîler arasında hiçbir anlaşmazlık yoktur. En azından önemsenecek boyutlarda değildir.

Hz. Ali Efendimiz; bir ilim ve mârifet çeşmesiydi. Kendisinden sonra dünyâya gelip yaşayan bütün âlimler, O’nun ilminden faydalanmışlardır. O’nun nutuklarını, hutbelerini, mektuplarını ve özlü sözlerinden derlenen ve Abdülbâki Gölpınarlı tercümesiyle yayımlanan ‘Nehcül Belâga’ isimli eser, günümüz devlet adamları tarafından da faydalanılması gereken bir kaynaktır. Hz. Ali, dînî ilimler konusunda âlim mertebesinde bilgi sâhibi idi. Din dışı konularda da geniş ve derin bilgilere sâhipti. Belâ ve musîbetlerle pişmiş, hazineler değerinde tecrübeler kazanmıştı.

O’nun gösterdiği cesâret ve fedâkârlık benzersizdir. Peygamber Efendimiz: ‘Ya Ali! Bu gece benim yatağımda yat’ dediğinde bir suikast eyleminin gerçekleştirileceğini sezmişti. Buna rağmen en ufak bir itirâza yeltenmeden, hiçbir tereddüde kapılmadan bütün gece o yatakta yattı.

***

Alevîlik çok ve farklı şekillerde yorumlanıp uygulandığı gibi günümüz Alevîleri de farklı isimlerle anılmaktadır. Tahtacılar, Çepniler, Bektâşîler, Kızılbaşlar, Nalcılar, Sıraçlar, Abdallar, Arapkirliler, Câferîler... Çok bilinen Alevî adlandırmalarıdır. Bunların her biri üzerinde farklı ve yer yer de yanlış yorumlamalar yapıldığı görülmektedir.  (BİTTİ)