Bu yazımda; Türk Edebiyatı tarihini araştırma ve inceleme sahasında çok önemli bir kitaptan ve onda, hiç tahmin etmediğim ‘çok mühim bir mesele’den bahsedeceğim.
Bu eser; Ord. Prof. Dr. Fuad Köprülü tarafından yazılmış ve sahasında müracaat kaynağı olan nâdir bir eserdir.
Pîr-i Türkistan Ahmet Yesevî’nin Dîvân-ı Hikmet’i, Yûsuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’i, Kâşgarlı Mahmud’un Dîvan-ı Lugati’t Türk’ü, Mevlânâ’nın Mesnevîsi, Dîvân-ı Kebir’i, Yûnus Emre Dîvanı, Dede Korkut Kitabı...akla ilk gelen temel eserler olarak çok önemlidir.
Bilâhare; Yahya Kemal’in, Mehmet Âkif’in, Necip Fâzıl’ın, Hüseyin Nihal Atsız’ın, Peyami Safa’nın, Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın, Prof. Dr. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’in, Ahmet Arvasî’nin ve birçok Türk şâir ve yazarımızın eserleri çok değerlidir.
Muhakkaktır ki; Ord. Prof. Dr. Fuad Köprülü’nün “TÜRK EDEBİYATI’NDA İLK MUTASAVVIFLAR” adlı eseri de en başta gelenlerden biridir. Mutlak surette okunmaya, istifade edilmeye ve bilhassa, edebiyatçılarımızın baş kitabı olarak incelenmeye lâyık bir eserdir.
Elimde; Diyânet İşleri Başkanlığı Yayınları, Türk Tarih Kurumu Basımevi-Ankara-1976 /Üçüncü Baskı’sı bulunan “TÜRK EDEBİYATI’NDA İLK MUTASAVVIFLAR”ın birinci baskısı 1919 yılında İstanbul’da, İkinci Baskısı ise, 1966’da Ankara’da basılmış.
Türk Edebiyatı’nın k(ı)lâsik öncü inceleme eserlerinin başında gelen “TÜRK EDEBİYATI’NDA İLK MUTASAVVIFLAR” adlı kitap, 415 sayfa olup; eserin sonuna, geniş bir “Umumî İndeks”, “Yesevîye Silsilesi”, “Zengî Ata Silsilesi” ile, Hicaz, Uşşak, Nevrûz, Beyâtî, Evç, Nevâ, Mâhûr, Acempuselik” makamlarında ilâhî besteleri ve bir de “Doğru-Yanlış Cetveli” konmuştur.
Eseri; “Gerekli Sâdeleştirmeler ve Bâzı Notlara İlâvelerle Yayımlayan” Dr. Orhan F. Köprülü, “3. Basım Hakkında Birkaç Söz” başlığıyla yazdığı girişte şu bilgileri vermektedir:
“Ord. Prof. Dr. Fuad Köprülü’nün, 2. Baskısı, 1966’da Diyânet İşleri Başkanlığınca yapılmış olan Türk Edebiyatı’nda İlk Mutasavvıflar adlı eserinin 3. Baskısı da yine ayni Başkanlıkça yayımlanmış bulunmaktadır. Bu yeni baskının dört beş yıllık bir geçmişi vardır. Önce Millî Eğitim Bakanlığınca “1000 Temel Eser” arasında çıkarılması düşünülen İlk Mutasavvıflar’ın, bu seri durdurulunca, Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı tarafından Kültür yayınları arasında neşrine karar verilmişti. Bu karar üzerine bu yeni baskının tarafımızdan hazırlanması istenmiş ve karşılıklı şartlarda bir anlaşmaya varılması üzerine, 1973 sonlarında eser, baskıya verilecek bir hâle gelmişti. İşte bu sıralarda Diyanet İşlerinin bir yandan bana bir yandan da Başbakanlık Kültür Müsteşarlığına yaptığı ısrarlı başvurmalar karşısında, taraflar arasında varılan mutabakat sonunda 3. Basımın da Diyanet İşleri Başkanlığınca yapılması kararlaştırılmıştı.
İlk Mutasavvıfların 2. Basımının hazırlıklarına, merhum babamın sağlığında başlanmış ise de, geçirdiği bir trafik kazası neticesinde, kendisinin vakitsiz ölümü yüzünden, 2. Basımın son tashihleri sayın Feyziye Abdullah Tansel tarafından yürütüldüğü gibi, bu basımın başındaki önsöz de yine Tansel’in kaleminden çıkmıştır.”
Eserdeki umûmî başlıklar ise şöyledir: Basım Hakkında Birkaç Söz, Başlangıç, Ahmed Yesevîye Kadar Türk Edebiyatı, Ahmed Yesevî’nin Menkabevî Hayatı, Ahmed Yesevî’nin Tarihî Hayatı, Ahmed Yesevî’nin Halifeleri ve Tarikatı, Hoca Ahmed Yesevî’nin Eserleri, Ahmed Yesevî Te’sirleri ve Takipçileri, Yûnus Emre’ye Kadar Anadolu’da Türk Edebiyatı, Yûnus Emre’nin Hayatı, Yûnus Emre’nin Eserleri, Yûnus Emre Te’sirleri ve Takipçileri.”
ANCAK…
“TÜRK EDEBİYATINDA İLK MUTASAVVIFLAR” adlı bu eserde, dikkatimi çeken çok, hem de çok önemli gördüğüm ve üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir husus bulunmaktadır.
Arzedeyim!..
Bir defa; basit gibi görünmesine rağmen, ‘umûmî başlıklar’ yâni ‘ana başlıklar’ arasında Mevlânâ Celâleddîn-î Rûmî ismi geçmemektedir. Niçin?
Daha önemlisi:
Eserin 217. sayfasında, “Celâle’d-Din Rûmî” başlıklı bölümde ise, şöyle deniliyor:
“İran tasavvufî edebiyatının panteist olmak bakımından belki de en büyük ve kuvvetli temsilcisi sayabileceğimiz Mevlânâ Celâle’d-Dîn- Rûmî, H. 604 (M.1207)’de Belh’de dünyaya gelmiştir.
(…) Celâle’d-Dîn, Lârende’de bulunduğu sırada Lala Şerefe’d-Dîn Semerkandî’nin Gevher adlı kızıyla evlenmişti. (H. 622/M.1225-26). Nihâyet, Alâe’d-Dîn Keykubâd’ın mükerrer ve harâretli dâvetleri neticesinde Konya’ya gelerek yerleştiler (H.623 veya 625)”.
Dikkat çekmek istediğim husus şudur: Belh şehri, Türk kültürünün ve Türk milletinin hâkim olarak yerleşik bulunduğu bir bölgedir.
Bu sebeple; O’nu, ‘İran’a mal etmenin’ hiçbir haklı ve ilmî gerekçesi yoktur.
Celâleddîn-î Rûmî; babası Bahâüd’-Dîn Veled ile, yine bir Türk memleketi olan Lârende’ye yâni Karaman’a gelmiş ve orada, yedi sene kalmıştı. Yine burada, âile hayatının temelini atarak da evlenmişti.
Bilâhare; çok az bir süre sonra da, babasıyla birlikte, Konya’ya gelip yerleşmişlerdir.
Mevlâna, 1207 tarihinde doğduğuna göre, bu zamanda, 18-19 veya en fazla, 20 yaşlarındaydı.
1273 yılında, 66 yaşında vefât edinceye kadar da Konya’da ikamet etmiş ve etrafına feyz saçmakla meşgul olmuştu.
Öyleyse, sorumuzu soralım:
Peki, bir Türk diyârında doğan ve ömrünün 50 seneden fazla zamanını da bir başka Türk diyârında geçiren birini, şiirlerinin büyük bir bölümünü Farsça yazdığı için, NASIL “İran tasavvufî edebiyatının…temsilcisi sayabileceğiz”?
Dil yâni lisânla, kavmî hususiyet aynı mıdır?
Meselâ; Türk milletinin aleyhinde, ‘Türkçe yazan birine’, Türk yazarı veya şâiri diyebilir miyiz?
Kaldı ki; eserin ilerleyen sayfalarında şöyle denilmektedir:
“Aşağıda, Anadolu’da vücûda gelen en eski Türkçe eserlerde Mevlânâ te’sirinin nasıl hissedilir olduğunu açıkça göreceğiz; esâsen Yûnus’un eserlerinden ve tasavvufî telâkkîlerinden söz edilirken, halk edebiyatı üzerinde ne kadar yayılmış olduğu ve hattâ tasavvufî halk edebiyatı üzerinde nekadar büyük izler bıraktığı birçok mukayeselerle birkat daha kendini gösterecektir. Herhâlde Mevlâna’yı iyice bilmeden Anadolu’daki ilk Türk eserlerini anlamak mümkün olamayacağı ilmî bir gerçektir. “(Sf. 231)
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’ye ‘TÜRK’ demek için başka ispata gerek var mıdır?
Zâten; bu büyük tesir için, Yûnus Emre de kendi Dîvânı’nda şöyle diyor:
“Mevlânâ Hudâvendgâr bize nazar kılalı
Anun görklü nazarı gönlümüz aynasıdur”
(Bknz. Yûnus Emre Dîvânı, Haz. Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş, b. k. yayınları, İstanbul 2006, Sf. 62)
Edebiyat Tarihçimiz Nihad Sâmi Banarlı, Resimli Türk Edebiyâtı Tarihi (Bknz: Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1983) adlı eserinin 318’inci ve 319’uncu sayfalarında yer alan “Mevlânâ ve Türkçe“ başlıklı bölümde şöyle der:
“Bugünkü bilgimize göre Anadolu’da Türkçe şiir söyleyen ilk şâirlerden biri de Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’dir. XIII. asırda Anadolu’da Türk Edebiyâtı başlıklı bu bölümün birçok sahifelerinde belirttiğimiz gibi, bu asırda gittikçe çoğalan Türk-İslâm nüfusu, Anadolu şâirlerini Türkçe şiirler söylemeye âdetâ zorlamıştır. Bu millî halk varlığının ve halk baskısının ilk zevkini duymak ve şiirlerinde Türkçe sözlere yer vermekten başlayarak, Fârisî şiirler arasında, yer yer, Türkçe mısrâlar sıralamak; bir mısraın yarısını Farsça, diğer yarısını Türkçe söylemek; nihâyet iki üç beyit tutarında bir manzûmecik meydana getirecek Türkçe beyitler tertiplemek tâlihi de Anadolu’da, önce Mevlânâ’ya nasîb olmuştur.
Bir şiiri başka başka dillerden seçilmiş kelimelerle nazmetmek; yâhut bir beytin bir mısrâını başka, dîğer mısrâını başka bir dille, nihâyet mısrâların yarısını bir dilin, dîğer yarısını başka dilin kelimeleriyle söylemek yoluyle meydana konan manzumelere mülemma denir. Mevlânâ Dîvânı’nda işte bu çeşit Türkçe-Farsça mülemma’lar vardır.”
Diğer taraftan, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin TÜRK olduğuna dâir, kendi rubâisini esas alan iki farklı kaynak sunuyorum.
Birincisi, İslâm Ansiklopedisi’nden, Reşat Öngören’e âit:
“Beni yabancı sanmayınız, ben bu mahalledenim
Sizin mahallenizde evimi arıyorum
Her ne kadar düşman görünüyorsam da düşman değilim.
Her ne kadar Hintçe söylüyorsam da aslım Türktür”
(Bknz. Reşat Öngören, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, islamansiklopedisi.org.tr/mevlana_celaleddin-i_rumi)
İkincisi, değerli arkadaşım edebiyatçı (merhûm) Prof. Dr. Önder Göçgün’den:
“Bîgâne megîrid merâ zin-kûyem
Der kûy-i şumâ hâne-i hôd mî-cûyem
Düşmen neyem her çend ki düşmen-rûyem
Aslem Türkest egerçi hindû-gûyem”
(Yabancı tutmayın, bu köydenim ben
Evimi ararım mahallenizde
Düşman yüzlü görünsem de değilim düşman
Her ne kadar Farsça söylesem de Türk’üm temelden)
Prof. Dr. Önder Göçgün, açıklamasına bir de şerh koyuyor ve diyor ki; “Hz. Mevlâna, yüz hatlarında Horasan Türklerinin çıkık elmacık kemikli, çekik gözlü özelliğini taşıması dolayısıyla; Konya halkı tarafından kendisinin düşman, yabancı gibi görülmemesini ve dışlanmamasını isteyerek, onlardan biri olduğunu dile getiriyor.”
(Bknz. Prof. Dr. Önder Göçgün, Sorulara Cevaplar, deha20.com/koseyazılari/detay/2846)
Ord. Prof. Dr. Fuad Köprülü’nün “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” adlı bu kıymetli eserini okurken, bu hususa da çok dikkat edilmelidir.
Mevlâna Celâleddin-i Rûm-i, ırken TÜRK olduğu gibi, hiçbir zaman da TÜRK ruhundan ayrı bulunmamış ve her şeyden önce de kendi beyanıyla ‘TÜRKÜM’ demiştir.
Her kim olursa olsun, eğer o kişinin kendi beyanı varsa; ona, bir başkası tarafından ‘kimlik’ verilemez. Bu da şu demektir ki; Mevlânâ Celâleddîn-î Rûmî, her şeyiyle Türk’tür!..
ÇAĞRI DERGİSİ, SAYI: 751, EKİM-KASIM-ARALIK 2024- SF.6-8