Hicran GÖZE

Avukat - Yazar

Kadıköy’e Çok Yakışan Bir Sanatkâr

Aziz okuyucularım, dünyamız çok karanlık, şiir yok, sanat yok, aşk yok... Siyaset dünyamız da öyle... İşte bu ruh hâletinde iken genç kızlığımdan beri çok sevdiğim bir sanatkâra, şaire rastladım. Eski Kadıköyüm'e çok yakışan bir şaire... Ziya Osman Saba'ya... Ne dersiniz onunla biraz beraber olalım mı? Mükemmel insanlar bakımından zâten çok fakir olan dünyâmızdan. Şimdi Ziyâ Osman da eksilmiş bulunuyor. Asıl acınacak bizleriz. Haldun Taner Varlık, sayı 449- 1 Mart1957

Rıhtım Caddesi’ndeki kapısı Reşit Efendi Sokağı’na açılan o çok eski evde oturduğumuz sıralarda ilkokula yeni başlamıştım. Ziyâ Osman Sabâ’nın kayınvâlidesi bizim sıramızdaki güzel evlerden birinde, Ziyâ Osman Sabâ ise Misâkımillî Sokağı’ndaki kayınpederinin 37 Numaralı evinde otururdu. Bu günkü gibi doldurulmamış olduğu için deniz evlere çok yakındı. Ziyâ Osman Sabâ’yı yanında iki oğlu deniz kenarından Kum-luk’a doğru yürürken sık sık görürdüm. Efendiliği ve kibarlığı yürüyüşüne bile sinmişti. Afif Yesârî İstanbul Hâtırası kitabında onun güçlü şâirliğinden bahsederken “ve eski bir Kadıköy’e yakışır, güzel, efendi bir insan… Ziyâ Osman Sabâ ve Kadıköy birbirlerine pek yakışırlardı” diye yazar.

Sâdece Afif Yesârî değil onu tanıyan herkes Ziyâ Osman Sabâ’nın karakterinden hayranlık, biraz da şaşkınlıkla bahsederler. Mustafa Miyasoğlu onun sosyal tezlere saplanmış temayüllerden ısrarla uzak durduğunu, yoksul insanların hayatlarından bahsetse de “…bunlarda sosyal bir yarayı abartır göstermektense çağdaş bir Yunus Emre tavrını tercih etmiş, çoğu zaman da sadece dile getirmekle yetinmiştir” diye yazmaktadır.

1910 senesinde başlayan hayâtı büyük bir dramdır. Sekiz yaşında an-nesini kaybetmişti. Galatasaray Lisesine yatılı girdiği zaman dokuz yaşındaydı. Lise çağlarında amcasının kızına âşık olmuş, bu sinir hastası kızla âilesinin karşı çıkmasına rağmen evlenmişti. Sık sık Bakırköy Hastahânesi’ne girip çıkan eşiyle geçirdiği on iki yıl şiirlerine de yansıyan bir kâbus-tur. Bu on iki yıllık kâbus boşanmayla sona ermiş. Çalıştığı bankada tanıdığı Rezzan Hanım ile evlenmesi hayâtında mutlu ve huzurlu bir devre-sinin açılışı olmuştu. İki oğlu ve eşi ile yaşadığı huzurlu, sevgi dolu hayat da şiirlerine aksetmişti. Bu mutluluğu 1951’de yazdığı “Misâkımillî sokağı No 37”de ne güzel anlatır:

Ah, şimdi hâtıralar mahallesinde
Misakımillî sokağı No 37.
Orası bütün evler, bütün evler içinde,
Mesut olduğumuz evdi.

Tâlihin bir gün karşımıza çıkardığı.
El ele döşediğimiz bir çift küçük odası.
Ne diyeyim bilmem ki:
Gönül sarayı, aşk yuvası.

Akşamlar iner “kaymak yoğurt”çularla,
Kaldırımlar benim için gölgelenirdi.
Saatler ilerler bozacılarla.
Derken bir komşu seslenirdi.

O çok sevdiği sokağın yıllar sonra değişmesi üzerine kaleminden dökülen mısrâları hüzün doludur:

Ne zaman o sokağa yolum düşse şimdi,
Ayaklarım geri geri gider.
Evler cansızdır elbet, insanlar vefâsız,
Komşumuz başkalarına komşuluk eder.

Yabancı perdeler asılmış penceresi,
Bir vakitler içinde çocuğumun oturduğu.
-Yeni kiracılar evlâtsız besbelli-
Şimdi birkaç saksının durduğu

Söz birliği etmiş şimdi saksılar, perdeler,
Elektrik lâmbasıyla değiştirilen fener.
O sokağa ne zaman yolum düşse, bir ses:
Günler geçti, geçti, geçti… der.
Kadıköy’e çok yakışan bu efendi, kibar şâirin şiirleri ne kadar İstanbul ve Kadıköy kokar. O bu güzel yerleri, nişanlılığından ve evliliğinden taşan tertemiz sevgisiyle ne güzel şiirleştirmiştir:

Hangi birini anayım,
Buluştuğumuz kumluk, uzak iskele.
Her yerde bir başkalık.
İlk defâ gelişimiz el ele.

Sonra bir gün kalabalık Beyoğlu
Girdiğimiz dükkânlar, güler yüzlü satıcı.
İkimizi yan yana oturtup
Resmimizi çeken fotoğrafçı.

Rüzgâr dinmiş, ağaçlar dinler gibi.
Gün batarken o sâkin sonbaharda;
Akşamları dolaşmamız
Kolkola Mühürdar’da.

Evlilik, mutluluğu yuvasında bulan bu temiz insanın şiirinde sanki daha da kutsallaşır:

Sen, her gece nefesi nefesime karışmış, Birlikte bütün ömür, mesut yaz, tasalı kış, sen, bir sabah Allah’ın karşıma çıkardığı, Senden ayrı düşünce anlarım ayrılığı. Döktüğümüz gözyaşı, bölüştüğümüz ekmek. Sen, dünyâda teselli, bahar günü sevişmek Bâzen yüzüne dalar kalırım, nemsin diye, Dizlerine yatarım bâzen, annemsin diye. Öyleyken düşünürüm doğacak çocuğumu, Bütün ölmüşlerimi, kendi yolculuğumu. Allahım! Bilen sensin, buyruğunca yaşarım: Giymiş bayramlığını, yanıbaşımda karım.

Hâlit Fahri, çok sevdiği Ziyâ Osman Sabâ’nın genç sayılacak bir yaşta, kırk yedi yaşında ölüşünün arkasından yazdığı yazıda onun kibarlığını ve zarifliğini dile getirir. Pürüzsüz ve güzel bir İstanbul Türkçesiyle yazdığı şiirlerden bahsederken “Yazık ki ölüm, bu nârin ve çiçekli şiir dalını çabuk kuruttu ve bir gün çıt diye kırdı” diye yazar. O âilenin, o çatının altında yaşanan huzurlu hayâtın tutkunudur. Bu mısrâlar mutluluğu nerede bulduğunun açık itirâfıdır:

Evim, evim… ellerimle asacağım
Camlarına perdelerini,
Yatak odasında düşüneceğiz bir an
İki kişilik karyolanın yerini.

On iki yıl süren bir kâbustan sonra huzurlu, sevgi dolu bir yuvaya kavuşmuştu ama o uzun yıpratıcı seneler bu hassas insanın kalbini çok yormuştu. Ziyâ Osman Sabâ’yı yakından tanıyıp sevenler şiirlerine yansıyan hüznün ve kederin onu hiçbir zaman sertleştirmediğine de dikkat etmişlerdi. Hâlit Fahri’nin deyişiyle “Sitemli, fakat dâima yumuşaktı.” Galatasaray Lisesi’nden arkadaşı Varlık dergisinde berâber çalıştığı Yaşar Nâbi Nayır onun gelecekteki karakterinin habercisi olan Galatasaray Lisesi’ndeki tavrını ne güzel anlatır “Galatasaray’ın Grand Cour denilen büyük sınıflara mahsus arka bahçesinde, ne orada futbol veya beyzbol oynayanların ne de kapı yanında ağ gerili köşedeki voleybolcular arasında bulabilirdiniz onu. Uzun boyu, ince vücudu güleç ve sevimli yüzüyle sıkılgan bir delikanlı… Elinde bir kitap, koşuşup zıplamaktan, itişip boğuşmaktan hoşlanmayanlardan biri o da benim gibi.”

Haldun Taner de beş sınıf büyük ağabeyim dediği Ziyâ Osman Sabâ’yı “Bağıra çağıra koşuştuğumuz koridorlarda, bir top peşinde itişip kakıştığımız Grand Cour’da o bir gölge gibi gezerdi. Hep çekingen, hep uzak, hep gülümser… Yıllar geçti. Şakaklarına ak düştü. O hep Galatasaray’daki ürkek ve hayâli çocuktu” diye anlatır. Onu aralarına yanlışlıkla düşmüş başka bir âlemin insanı olarak görür. Bu başkalığına rağmen etrâfında bulunan kişilerin küçüklüklerini, hamlıklarını görmezlikten geldiğini, onlara “üstten bakmak şöyle dursun incinirler diye kenardan bile bakmadı” der. Haldun Taner için Ziyâ Osman Sabâ’nın hasta da olsa Kadıköy’de bir evde yaşıyor olmasını bilmek bir rahatlama sebebidir. Yaşar Nâbi, onun kalbinden hasta olarak yattığı için evde çalıştığı yıllarda, maaşını “Bu ay bir şey yapmadım” diyerek almak istemediğini, karısının yanında “Yaşar’ı dolandırıyoruz” diyerek ağladığından bahsetmekte, verdiği paranın karşılığını fazlasıyla aldığını da îtiraf etmektedir.

Galatasaray’a çok bağlıydı. Dostlarının anlattığına göre, sporla en ufak bir ilgisi olmadığı halde Galatasaray’ın bütün maçlarını tâkip edermiş. Bu maçlarda çok heyecanlandığını gören âilesi radyoyu odasından gizlice alıp bir başka yere götürürlermiş. Hasta kalbi dayanamaz diye… Hiçbir zaman ifrata kaçmayan bu yumuşak insanın Galatasaray’ın şampiyonluğunu tehlikeye sokacak maçları bile seyredip kaçırmaması, onların yenilmesini istemesi gerçekten şaşırtıcıydı. Yaşar Nâbi Nayır “Galatasaraylıydı ama daha önce İstanbulluydu” der. Bir dervişte olması lâzım gelen kişiliğiyle kendi-sini hep çoğa değil aza lâyık görmüş, şiirlerinde hep korkutmayan bir ölümü tekrar edip durmuştur.1957 yılı Ocak ayının 29’unda rûhunu Rab-bine teslim ettiği anda ölümü, herhalde 1941’ de kaleminden dökülen bu mısrâlarla karşılamıştır:

Rabbim, nihâyet sana itaat edeceğiz…
Artık ne kin ne haset, ne de yaşamak hırsı,
Belki bir sabah vakti, belki gece yarısı,
Artık nefes almayı bırakıp gideceğiz…
Ben artık korkmuyorum, her şeyde bir hikmet var
Gecenin sonu seher, kışın sonunda bahar.
Belki de bir bahçeyi müjdeliyor şu duvar,
Birer ağaç altında sevgilimiz, annemiz.
Gece değmemiş sema, dalga bilmeyen deniz,
En güzel, en bahtiyar, en aydınlık, en temiz
Ümitler içindeyim, çok şükür öleceğiz…

Çok isteyen, arzuları istekleri ecellerini geçen, hep çalıştığının karşılığını az bulan, başkalarına imrenen günümüzün bunalımlı insanının, ger-çek bir dervişin ruhunu taşıyan Ziyâ Osman Sabâ’nın şiirlerini okumaları lâzım. Şifâ bulmak ve huzura kavuşmak için…