Yahya Kemâl'in Şiirlerinde 'Vatan' ve 'Millet' Mefhûmlarının 'Târih Şuûru' ile Kaynaşması

Yahya Kemâl’in şiirlerinde “vatan” ve “millet” mefhûmlarının “târih şuûru” ile kaynaşmasını tetkik edebilmek için, önce, bu mefhûmları sosyolojik açıdan zihinlerde motifleşen mânalarıyla ele almak; onları tahlil etmek ve sonra da Yahya Kemâl’in şiirlerinde târihî derinliğe uzanan “müşterek kültür” unsurlarındaki “vatanî”, “millî” ve “târihî” sentezlere ulaşmak gerekir. Ancak o zaman, “vatan” ve “millet” mefhûmları gibi, “târih şuûru”nun da müşterek bir kültür şuûru olduğu ve bu şuûrların topyekûn milî şuûru oluşturduğu görülür.

Bunun içindir ki, esas mevzûya geçmeden önce, “vatan ve millet” kelimeleri ile “târih şuûru” hattâ “müşterek kültür” ifadeleri üzerinde durmakta fayda vardır:

“Vatan, Arap lügatinde insanın oturduğu yer, yurt demektir. Fakat bu yurt bir aşiretin yaylak veya kışlak yeri yahut bir köylünün köyü olabilir. Nitekim halk şairlerinde “vatan hasreti”nden bahsedildiği zaman bu mânâ kastediliyordu. Namık Kemal’in Osmanlı milliyetinde vatan bütün İparatorluk hudutlarını ifade ediyordu:

“Bir kolun ravza-i-Nebiye uzat/Birini Kerbelâ da Meşhed’e at.”

Tevfik Fikret de aynı millet ve vatan görüşünü devam ettirdi:

“Bir fedai milletiz, merdoğlu merd Osmanlıyız.”

Aynı şiirde vatan bütün yeryüzünü kaplayacak kadar geniş ve müphem bir mânâda kullanılıyordu:

“Toprak vatanım, nevi beşer milletim...İnsan/İnsan olur ancak bunu iz’anla inandım.”

Diğer cihetten Türkçülük hareketi de müphem ve hudutsuz genişlediği sırada “vatan” kavramını aynı surette sınırsız mânâlarda kullanıyordu. Ziya Gökalp “Genç Kalemler”de şöyle diyor:

“Vatan ne Türkiyedir Türklere ne Türkistan/Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir; Turan.”

Halide Edip Hanım’a atfedilen şu mısralarda aynı şeyi ifade etmektedir:

“Turan, sevgili ülke söyle sana yol nerde?”

Edebiyatın, Utopia’nın elinde türlü şekillerde tefsir edilen vatan, bununla beraber kati ve değişmez bir mânâya sahipti: Büyük vakalar onun şuur altında yaşayan değerini şuura çıkarmada gecikmedi” (1).

“Bugün “vatan” denilince akla bir toprak gelir. Fakat “vatan”kuru bir topraktan ibaret değildir. Toprak, vatan mefhumunda ancak bir unsurdan ibarettir. Bir memleketin kuru bir coğrafî saha vaziyetinden millî bir vatan hâline yükselebilmesinde güzellikle verimlilik gibi veyahut ferdin bütün insanlık haklarını te’min eder yer olmak gibi içtimaî ve siyâsî vasıfların bile hiçbir tesiri yoktur: Tabiat güzelliği ile toprak zenginliği dünyanın her yerinde bulunabileceği gibi, insanî ve siyâsî haklardan istifade imkânı da bir toprağın vatan sayılmasına sebep değildir. Çok defa insanlar en zâlim idârelerle en ağır haksızlıklar altında bile vatan mefhumuna can vermekte tereddüt etmemişlerdir.

Toprağın vatanlaşması için mukaddesatla, mâneviyatla ve tarihle yoğrulmuş olması lâzımdır.

La cite antique ismindeki meşhur eserinde vatan fikrini eski Yuna ve Roma medeniyetlerinde nasıl teşekkül ve tereddî ettiğini tetkik eden Fustel de Coulanges, Lâtince patria=vatan kelimesinin aslını “terra patria=atalar toprağı” terkibi ile îzâh ettikten sonra, vatan mefhûmunu “Ataların kemikleri bulunan ve ruhlarına mesken olan toprak” şeklinde anlatır.” (2)

Çünkü “içtimaî zümreler arasında tam ve müstakil bir hayata mâlik olan ve bir içtimaî uzviyet mahiyetini ibraz eden ancak millet yahut vatan namları verilen zümredir” (3). Ve yine “Vatan uğruna hayatlar fedâ olunan mukaddes bir ülkedir” (4) Zîra: “Vatan topraklaşınca millet vatansızlaşır”(5).

“Vatan=yurt kelimeleri ve “millet” kelimesi, mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de sıkça tekrarlanmaktadır: “Allah, din konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurdunuzdan çıkarmamış olanlara iyilik yapmanızı, onlara adâletle davranmanızı yasaklamaz...Allah, ancak sizinle din konusunda savaşan, sizi yurdunuzdan çıkaran ve çıkarılmanıza yardım edenlerle dost olmanızı yasaklar. Kim onlarla dost olursa, işte onlar zâlimlerden olmuş olurlar” (6).

“İşte hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, benim yolumda işkenceye, hakarete, ziyâna uğrayanların, muhârebe edenlerin ve öldürülenlerin de and olsun suçlarını (günahlarını) örteceğim (affedeceğim)” (7).

“Yurt” kelimesi, bunlardan başka, (Haşr, 8.) ve (Bakara, 191.) âyetlerde de geçmektedir.

“Millet” karşılığı olarak kullanılan kavm/kavim kelimesi de Kur’ân-ı Kerîm’de üçyüze yakın yerde geçmektedir: “Gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın/dillerinizin ve renklerinizin/benizlerinizin birbirinden ayrı/farklı/değişik olması da Allah’ın-varlık ve kudretini gösteren-alâmetlerdendir.” (8).

“Millet, içtimâî bir vâkıadır. İnsan toplulukları, yaşadıkları coğrafî şartlara, geçirdikleri tarihî mâceralara, kullandıkları dillere, mensup oldukları dinlere, sahip oldukları iktisadî, içtimâî ve siyâsî müesseselere göre birbirlerinden farklı varlıklar teşkil ederler. İnsanlık, yeryüzünde yaşayan milletlerin bütününden ibârettir” (9).

“Milliyet duygusu bir millete mensup fertlerin, o milletin mâzîsine, istikbaâine, lisanına, kültürüne, ülke ve toparağına karşı besledikleri derin, irsîleşmiş, bağlılıktan ibaret bir ruhî halettir. Bu ruhî halet millet içindeki bütün normal fertlere şâmil olduğundan, ferdî olduğu kadar da (kollektif) bir duygudur” (10).

O hâlde: “Türk milliyeti ırk, dil, din, kültür, vatan, tâbiiyet, ideal ve tarih birlikleriyle birbirine bağlı insanlardan mürekkep tabiî bir kütle ve daha doğrusu bir tabiat mahsülü demektir” (11).

Ancak; “bugünün kıymet dünyasını anlayabilmek için “Târih şuûru” ve “içtimâî şuûraltı” mefhumlarına dayanmak lâzım” gelir (12). Öyleyse: “Târih şuûrunun, temeli vatan olan şuûraltını aydınlatması, onun ham maddesine şekil vermesi, millî kültürleri” (13) meydana getirmesi kadar tabiî bir şey yoktur.

Zîra; “Milliyetçilik tarih şuurudur. Bu şuur 19’uncu asırda tarihi hesaba katmayan mücerret insanlık şuuruna karşı reaksiyon olarak başladı. Fikirde, sanatta ve siyasette romantizm hareketleri milletten millete geçerek bütün Garba yayıldı” (14).

“Kendi tarih şuurumuz, bugünkü varlığımızın köklerini belirten ve içtimaî şahsiyetimizin kadrolarını çizen bir şuur olacaktır. Türkçülük hareketi yarım asırdan beri bu tarih şuurunun doğması için birçok hazırlıklar yaptı. Biz onları vatan mikrakı üzerinde toplayarak şekil verme vaziyetinde bulunuyoruz. Etnoloğun ve folklorcunun malzemeci ve objektif görüşü ile değil, kültür kuruluşunun istediği sıcak ve heyecanlı bir hamle ile yeniden işe girişmeliyiz.” (15).

“Tarih şuuru kendi varlığımızın köklerini tanımak ve bugünkü hayatımızın potansiyelini aydınlatmak olduğuna göre, bu işte memleketin tarihi kadar şimdiki hâlini de bütün incelikleriyle bilmeliyiz. Vatan sevgisi ve içtimâî hafızaya sıcak bağlılık bu araştırma şevkinin biricik kaynağı olduğuna göre, herhangi bir içtimaî diagnostic bizi şaşırtmaz. Kendimizi, olduğumuzdan başka türlü tanımak asla tanımak deildir” (16)

Vatan ve millet mefhûmları târih şuûruyla birlikte, müşterek kültürü mâzîden âtîye taşıyarak, ferdi, kendi şahsiyetiyle bir varlık yaparken, onu, yaşadıı cemiyetin değişmez ve mukaddes bir temel taşı olarak da görür. “İptidaî insan, tarihî perspektiften mahrûm” (17) olduğuna göre, “vatan-millet ve târih şuûru” mefhûmlarını millî kültür muhtevası içinde mütealâ etmek zorundayız.

“Kültür, bir cemiyetin sahip olduğu maddî ve mânevî kıymetlerden teşekkül eden öyle bir bütündür ki, cemiyet içinde mevcut her nevi bilgiyi, alâkaları, kıymet ölçülerini, umumî atitüt, görüş ve zihniyet ile her nevi davranış şekillerini içine alır. Bütün bunlar birlikte, o cemiyet mensuplarının ekserisinde müşterek olan ve onu diğer cemiyetlerden ayırt eden hususî bir hayat tarzı temin eder” (18)

Târih şuûru, bir nevi “müşterek kültür şuûru”dur. Bir milletin hüviyetidir. Edebiyatımızda, bu şuûru, nesirlerinde olduğu gibi, şiirlerinde de büyük bir heyecanla âdeta bir zevk âbidesi hâlinde takdîm eden şâirimiz Yahya Kemal Beyatlı’dır.

“Üstâd Yahya Kemal’in şiir ve nesirlerinde milliyetçilik ve Türklük şuuru, târih şuuru ile tamamen yoğrulmuş ve iç-içe kaynaşmış durumdadır” (19).

“Yahya Kemal, Türkiye tarihinin şeref sahîfelerinden süzülmüş dil ve san’at hâtıralarını; kültür ve medeniyet miraslarını, millî ve Avrupaî bir san’at anlayışiyle birleştirerek; bir duygu, bilgi ve tefekkür saltanatı içinde; edebiyâtımıza târihî ve muâsır Türk şiirinin muhassalası diyebileceğimiz kudretli bir söyleyiş kazandıran, büyük üstâd şâirdir” (20).

Yahya Kemal’in, bugün elimizde bulunan ilk şiirinde bile bu mefhûmlara rastlıyoruz:

“Seyf-i adlî saldılar/Tırnovâ’ya vardılar

Turhalaa’yı aldılar/Şanlı Türk Askerleri” (21)

Bu şiir hakkında Nihad Sâmi Banarlı şöyle demektedir: “Yahya Kemal’in elimizde bulunan ilk şiiridir. Şâir, hâtıralarında bu şiri 1897 Yunan Harbi sıralarında, henüz onüç yaşında iken yazdığını söylüyor” (22).

“Ne harâbî ne harâbâtiyim/Kökü mâzîde olan âtîyim” (23)

Diyen Yahya Kemal, Bitmemiş Şiirleri’nde de bu duygularını dile getirmiştir:

“Senden evvel bu vatan vardı bu millet vardı/Bir uzun hâdisedir varlığının târihi” (24).

.....

“En kahraman Kırım Hanı Gaazî Selîm Giray/Bir Cenk eriydi, at, pala, tuğ, kargı, ok ve yay

Bir baksalar başındaki zencirli tolgaya/Benzerdi neş’eden her akın bir kasırgaya” (25).

“Bu halk o gün kavuşur annemiz güzel vatana/Çocuklarıyla nasıl sarmaşırsa yaslı ana” (26).

“Uzun zaman hazırım ıztırâba pervâsız/Vatan yabancı bir âlem görünmesin yalnız” (27).

Dr. Adnan’a rubâîsinde:

“Bir âlem açan zaferlerin en genişi/İstanbul fethi Tanrının kutlu işi

Gün doğmadan evvel o güzel saâtte/On bin yiğidin Büyük Gedik’den girişi” (28).

Diyerek, İstanbul’un fethedilişini canlı bir tablo hâlinde göz önünde bulundurmaktadır.

Yahya Kemal’in şiirlerindeki “vatan” ve “millet” mefhûmları ile târih şuûrunu, şiirlerinin başlıklarından bile anlamak mümkündür: Selîmnâme, Sefer, Çaldıran, Mercidâbık, Ridâniyye, İstanbul’u Fetheden Yeniçeri’ye Gazel, Alparslan’ın Rûhuna Gazel, Hayal Şehir, Yol Düşüncesi, Koca Mustâfapaşa, Mihriyar, Mohaç Türküsü, Süleymaniye’de Bayram Sabahı, Bir Tepeden, Akıncılar, 1918, Itrî, 26 Ağustos 1922...

Dînî inançlar, lisan, kahramanlık destanları, mûsıkî ve her türlü içtimaî hareketler, târih denilen zaman mefhûmunu bir zırh gibi kaplayarak, coğrafî sahaları vatanlaştırarak; ferdi, milletle yek vücûd hâlinde müşterek bir gaayeye yönlendirirler. Hangi zaman içersinde bulunursak bulunalım, Yahya Kemal’in şiirlerine dönüp baktığımızda, muzaffer edâsıyla şahlanan bir Türk-İslâm ihtişamının, bugünle ve âtî denilen gelecekle kucaklaştığını görürüz.

Bu şiirlerde, hiç şüphe yok ki, Yahya Kemal’in yaşadığı çevrenin ve târihî hâdiselerin büyük tesirleri vardır. Zîra, O, Evlâd-ı Fâtihan’dır yâni Rumeli fâtihlerinin çocuklarındandır. İçinde, vatan ve millet sevgisi var olan fakat daha sonraları müthiş bir derecede şuûrlanarak bugünlere şaheserler sunan Yahya Kemal, koca bir medeniyetin çöküşünü seyretmiş, irkilmiş; azimle yeni bir mecrada akarak Türk’ün ince zevkini, hassas hissiyatını, çelik irâdesini sanatkârâne üslûbuyla zihinlere dokumuştur.

“Târihin geniş açısı içinden, akışa bakan Yahya Kemal, eski, mükemmel vakitlere kayıyor ve o mermerden anıtını yapıyor. Böylece o üstün medeniyetin, tarihte olsun kurtarılmasını sağlamaya çalışıyor.”

“Yahya Kemal, hep medeniyete, medeniyetten kalana bakıyor. Medeniyetin İslâm-Türk medeniyetinin bıraktıklarının unutulmaması, bilinmesi ve ebedîleşmesi O’nun tasasıdır” (29).

“Yahya Kemal sadece şahsî intibalarını anlatan ve sadece estet olan bir şair değildir; bir dünya, bir medeniyet, bir millet görüşünün sanatını yapan insandır” (30)

Derin târihî tefekkürü ve bizzat hayatını renklendiren hâdiseler kadar, şiirlerinde zevk ve âhenkle de İslâmî Türk mizacını idealizm derecesinde bir realistlikle sezdiren; mükemmeliyetini en duru ifadelerle gelecek nesillere nakleden Yahya Kemal, insandaki mukaddes kıymetleri coğrafyayla iç içe kaynaştırarak, onu kuru bir toprak olmaktan çıkaran unsurları tek tek ortaya koymuştur.

“Yahya Kemal’in san’atını şahlandıranheyecan, Balkan şehirlerinde geçen bir çocukluk çağında başlamıştır. Her yaz, şimale doğru koşan eski Türk akıncılarının öksüz bıraktıkları vatan topraklarında tüten, bir mâzî hasreti, bu san’atın ilk ürperişlerini meydana getirmiştir. Bu bakımdan şairin Açık Deniz şiirindeki:

“Aldım Rakofça kırlarının hür havasını/Duydum akıncı cedlerimin ihtirasını”

Mısralarının Yahya Kemal’deki sanatkâr karakterin teşekkülü cihetinden derin bir mânası vardır. Bu kırlardaki hür havayı teneffüs ederek, ufuklara koşmak ve ufuklarla yarışmak isteyen eski Türk akıncılarının kudretli ve enerjik duyguları, denebilir ki, Yahya Kemal’de şiir iklimlerinin ufuklarına varmak ve bu iklimlerin ufuklarıyla yarışmak şeklinde tecelli etmiştir. Şâir, üzerinde at koşturduğu meydanın şehsüvârı olmak kudretini bu iklimlerden ve bu iklimlerdeki şerefli hâtıralardan almıştır.” (31)

2 Aralık 1884 tarihinde Üsküp’te doğan ve şiirlerine bu iklimin “hür havası” sinip, “akıncı cedlerin ihtirası”yla ruhunu kırbaçlayan vatan ve millet aşkından fışkıran “târih şuûru”nun tam bir idrâk derecesine varışı, O’nun daha sonraki yıllarına rastlar:

“Bütün genç milletlerin kendi tarih şuurları sayesinde 19’uncu asırdan beri birer birer yeni medeniyet sahnesinde görünmeleri” (32) bir Türk entelektüeli olarak Yahya Kemal’i de tesiri altına almış, henüz on sekiz yaşında gittiği Fransa’dan, bambaşka bir Yahya Kemal olarak vatana dönmüştür. Bunu kendisi şöyle anlatır:

“1902 senesinde on sekiz yaşındaydım. Alafranga neslin birçok çocukları gibi bir Paris sevdasına tutulmuştum. Hayatıma başlıca bir istikamet vermiş olan bu sevdanın birkaç menşei vardı. Bunu nakletmekle o devirdeki Türk gençliğinin ruhiyâtını îzah etmiş oluyorum.

İstanbul’da âvâre bir taşra genciydim. Hiç Fransızca bilmiyordum. Servet-i Fünun’da çıkan Edebiyat-ı Cedide’nin şiirleriyle, mensureleriyle tercümeleriyle tetkikleriyle kafam doluydu. Memleketi zindan, Avrupa’yı nurlu bir âlem gibi görüyordum. İstanbul’un hafiyelik havasından ürkmüştüm, bilhassa Asya ahlâkından müteneffirdim...

Tevfik Fikret’in şiirlerinde ve Hâlid Ziyâ’nın nesrinde bu iki müteceddidin peşine takılmış gençlerin eserlerinde Fransızcadan tercüme edilmiş romanlarda gördüğüm âleme atılmak istiyordum. Bilhassa Paris hayalimin fevkinde bir yıldız gibi parlıyordu” (33)

İşte çocukluğunda, “1897 Türk Yunan Harbi’nde Gaazi Edhem Paşa ordularının Atina’ya doğru zaferlerle ilerleyişlerini ve bu harbin Balkanlarda uyandırdığı, büyük, millî heyecanı” (34) yaşayan Yahya Kemal, “Paris’te Meaux kollejinde ve Siyasî İlimler Mektebinde ciddî tahsil görmüş” ve başta Albert Sorel olmak üzere, Fransa’nın büyük târih âlimlerinin talebesi olmuştur” (35)

“Fransa’da, o zaman Türkiye’ye bağlı Balkan kavimlerinin hürriyetçi ve milliyetçi nümâyişlerini yakından tâkîbeden şâir, dünyayı saran yeni hadiseler karşısında her zamankinden daha çok Türk olmak ve Türk kalmak için, bizim neler yapmamız lâzım geldiğini araştımaya başlamış; Paris’te Türkçe eserler bulunan kütüphânelere koşmuş, kendi tâbiriyle târihte ve coğrafyada Türklüğü araştırmaya koyulmuştur. Avrupalı âlimlerin Fransa tarihini, dünya tarihini araştırdıkları en yeni metodlarla Türk tarihini tetkik eden Yahya Kemal, kuvvetli bir târih, edebiyat, şiir ve milliyet kültürüyle, gittiğinden daha şuurlu bir millliyetçi olarak vatanına dönmüştür (1912).

Türkiye’de bir taraftan yeni şiirler söylemiş, bir taraftan da sonradan Eski Şiirin Rüzgârıyle başlığı altında toplayacağı klâsik şiirlerini terennüme başlamıştır. Böylelikle kökü mâzîde olan âtînin büyük şâiri olmuştur” (36).

“Bir milliyetçi târih’e değil milliyetinin târihine meftundur” (37) diyen Yahya Kemal, “ırkın menşei bakımından” Gökalp gibi düşünmemekle beraber, “milliyeti coğrafyaya ve o coğrafya üzerinde gelişen tarih” ile îzah ettiğinden 1071 tarihini esas alıyor. Malazgirt Zaferi’nden öncesine “kavmî” tarih nazarı ile  bakıyordu. Daha 1908 de tebellür eden bu fikirler, Yahya Kemal’in kafasında zamanla genişledi, derinlik kazandı. Sağlam temellere dayanan bir medeniyet görüşü hâlini aldı” (38).

Bu ruh hâli bulunan Yahya Kemal, Alp Arslan’ın Ruhuna Gazel adlı şiirinde şöyle seslenecektir:

“İklîm-i Rûm’u tuttu cihangir savleti/Târih o işde gördü nedir şîr savleti

Titretti arş ü ferşi Malazgird önündeki/Cûş ü hurûş-ı rahş ile şemşîr savleti

On yılda vardı sâhil-ı Konstantiniyye’ye/Yer yer vatan diyârını teshîr savleti

Ey şanlı cedd-i ekberimiz âb-ı tîgınin/Bî-hadd imiş güneş gibi tenvîr savleti

Tasvîr eder mi böyle şehinşâhı ey Kemâl/Şimşekten olsa şi’rde ta’bir savleti” (39).

Aynı rûhu, 1922’lere taşıyan Yahya Kemal, 26 Ağustos 1922 adlı şiirinde de Allah’a şöyle yalvarır:

“Şu kopan fırtına Türk Ordusudur yâ Rabbî/Senin uğrunda ölen ordu budur yâ Rabbî

Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın/Gaalib et çünkü bu son ordusudur İslâm’ın” (40).

Yahya Kemal, kendinde beliren bu târih şuûrunu şöyle anlatır:

“Paris’e gittim. Orada Ulûm-ı Siyâsiye Mektebi’nin (Ecol libre des sciences politiques) seksiyon diplomatiğine kaydedildim. Bu mektebin beş şûbesinden biri olan hâricî siyâset şûbesine yazıldım. Bu şûbede o zaman Fransa’nın en büyük müverrihi sayılan Albert Sorel, diğer büyük müverrihi sayılan Albert Vandale, Emile Bourgoix ve o tarihlerde belki dünyanın en büyük beynelminel hukuk âlimi Louis Renault ders veriyorlardı. Fakat ben hepsinin arasından bilhassa Sorel’e hayrandım. Târihe olan meylim dolayısıyla Sorel’in en devamlı ve çalışkan bir talebesi olmuştum. Benim gibi Sorel’e meftun diğer 104 talebe ile birlikte, onun Assace Sokağı’nda kâin konağındaki çaylarda bulunur, orada Sorel’i saatlerce dinlemek imkânı bulurdum.

Sorel, kendinden evvel Fransız târihçiliğinde büyük merhale katetmiş Michelet gibi, Fustel de Coulanges gibi ve onun mütemâyiz talebesi Camille Julian gibi, târih musâhabelerini, ilmin ve talâkatin en câzip bir terkîbi hâline koyuyordu.

“Bu musâhabelerin ve Sorel’in Ulûm-ı Siyâsiye Mektebi’ndeki derslerin derin tesiri altında kalmıştım. Ben de bir şeyler yapmak ve bilhassa onlara muvâzî olarak, târih ortasında Türklüğü aramak ve bulmak hevesine kapılmıştım. Fakat gerek ilimde gerek ilmî zihniyette yaşıtım olan Fransız gençlerinden, Fransız arkadaşlarımdan ne kadar geri olduğumu da hissetmekte idim” (41)

“Bir gün mecmûada, Fustel de Coulanges’ın esaslı tilmîzi olan Profesör ve müverrih Camille Julian’ın bir cümlesini okudum. Bu cümle benim, milliyetimizin ve vatanımızın teşekkülüne dâir dağınık düşüncelerimi, birdenbire, yeni bir istikamete sevketti. Camille Julian’nın cümlesi şuydu: “Fransız milletini, bin yılda Fransa toprağı yarattı (meydana getirdi) (Le sol de France, en mille ans, a cree le peuple Français).

Artık benim için 1071’den evvelki devirlerimiz kablettârih, fakat 1071’den sonraki devirlerimiz târihdiler. Selçuk ve Osmanlı asırlarında Anadolu, Rumeli ve İstanbul’a, manzara ve mimarî itibariyle verdiğimiz şekli; lisânın yeni tecellîsini; devlet ve medeniyetimizin yeniden yaratılış ve yürüyüşünü; sanâyiimizin, hâricden bir çiviye bile muhtaç olmaksızın, vatanın toprağından ve milletin eliyle yapılışını; ordumuzun bütün silâhlarını, donanmamızın, beşyüz sene, bütün tahta, demir ve yelkenleriyle kendi elimizden çıkışını; hâsılı bütün bu terkîbi şedîd bir hayranlıkla idrâk etmeye başladım” (42)

Yahya Kemal, Târih ve Coğrafya Fakültesi’nde gençlere hitaben yaptığı bir konuşmasında da şöyle emektedir: “Sizinle bu konuşmayı mütefekkir ve güzîde sınıfımızın bir noksanını tahlile hasredeceğim. Bu noksan târih şuuru edinmemektir. Eski cemiyetin güzîdeleri asırlarca bu kusurla mâlûldüler. Medrese, târih okutmazdı. Târihe âşinâlarımız ve müverrihlerimiz, kendiliklerinden, hiç umulmadık mesleklerden, sırf, kendi meyilleri ve kendi sa’yleriyle yetiştiler. Ne gariptir ki o müverrihlerin çoğu deftardarlar ve muhâsebecilerdi. Cüz’i bir kısmı da Enderûn’dan ve müderrislerden çıktı” (43).

Bunun içindir ki, Yahya Kemal’de vatan ve millet mefhûmları, târih şuûruyla perçinleşmiş olarak, tâ 1071’lerden çağlaya çağlaya akıp gelen İslamî Türk şuûrunun tezahürleridir. (Bundan öncesini, Türk târihine katmamanın bir noksanlık olduğunu ifâde etmem gerekir. M. H. K.)

O’nun şiirlerinde İstanbul, bütün şa’şaasıyla bu hisler içinde takdîm edilir. O; İstanbul’da, bütün Türk târihini tespit eder ve teşhislerini fizikî cephelerinden ziyâde mânevî durumları îtibâriye ele alıp işler. Kendine mahsus bir aşkınla, vatanî ve millî kıymetleri ön p(i)lânda tutar. İstanbul’u Fetheden Yeniçeriye Gazel’inde bu ulvî hislerini bütün ihtişamıyla görmemiz mümkündür:

“Vur pençe-î Alî’deki şemşîr aşkına/Gülbangi âsmânı tutan pîr aşkına

Ey leşker-î müfettihü’l-ebvâb vur bugün/Feth-i mübîni zâmin o tebşîr aşkına

Vur deyr-i küfrün üstün rekz-i hilâl içün/Gelmiş bu şehsüvâr-ı cihangir aşkına

Düşsün çelengi Rûm’un egilsün ser-i Firenk/Vur Türk’ü gönderen yed-i takdîr aşkına

Son savletinle vur ki açılsın bu surlar/Fecr-i hücûm içindeki Tekbîr aşkına” (44)

Yahya Kemal, Fransa’dan dönüşünü ve târih içinde vatanî ve millî mefhûmları nasıl arayıp bulmaya çalıştığını ve neticede nasıl bulduğunu şöyle anlatır:

“Burada şu itirafta bulunayım ki Fransa’dan İstanbul’a döndüğüm zaman, ilk manzara, İstanbul bana bir köy gibi göründü. İçimde hâlâ Paris’e karşı bir nostalji vardı. Bir zaman bu hissin tesirinden kurtulamadım.

Fakat Türklüğü târih ortasında ve coğrafyada aramak şeklindeki müddeâm, ben yavaş yavaş bu sıkıntıdan kurtarmaya başladı:

Câmilerimizi, türbelerimizi, medreselerimizi, kabristanlarımızı birer birer gezip görmeye başladım. Kabir taşlarını okudum. Koca Mustafâpaşa gibi, Fâtih gibi, Üsküdar’da Atik Valde gibi semtler ve mahalleler bana Türklüğün bir mahalle hâlinde tekevvünü gibi geldi.

Üsküdar’ı, Çamlıca’yı, Erenköy’ü, bütün Boğaz’ı, tabiatın ve milliyetimizin bu vatana işlediği güzellikleri bir arada görerek, şedîd bir hayranlıkla sevmeğe başladım.

Yıllar geçtikçe İstanbul, bana sâde coğrafya olarak değil, târih olarak da çok derin göründü. Düşündüm ki: Türklük, İstanbul’u Anadolu’nun en tenhâ bir yerinde binâ etmiş olsaydı, yine bir şaheser vücûda getirecekti. Hâlbuki bu binâyı, İstanbul gibi, kurûn-ı vustânın (Ortaçağın) en şa’şaalı, en büyük ve en güzel bir şehri olan Konstantaniyye’de, kadîm bir sûr çerçevesi içinde inşâ etmiş ve Konstantaniyye’yi tamâmiyle unutturan Türk çizgilerle işleyerek, bu şehri Türkleştirmiş ve muzâaf bir temsil kudretine sahip olduğunu göstermişti.

Böyle düşünür ve İstanbul’u bu yolda idrâke çalışırken bir de baktım ki İstanbul sâdece pâdişahlar ve İstanbullular tarafından binâ edilmiş değildir: Vatanın dört bucağından, Konya’dan, Bursa’dan, Edirne’den, Sivas ve Tokat’tan, Erzurum’dan, Üsküp’ten, Macaristan’dan, Hicaz’dan, Bağdat’tan; Tunus, Trablus, Cezâyir gibi mağrip topraklarımızdan; buralara gidip gelen, yâhut buralardan gelip İstanbul’da kalan, burda yerleşen nice Müslüman Türkler; kadınları, çocukları, ihtiyarlariyle; el sanatları, mûsıkîleri, halk ve divan şiirleriyle; şehir, sokak, ev ve oda mîmârîleriyle; câmî, hamam, kubbe, anlayışlarıyle, hâsılı vatanın ve târihin her bucağıyle her asırdan getirdikleri hünerler ve hâtıralarla bu şehri hep birden binâ etmişlerdir.

O kadar ki İstanbul, bütün Türk târihinin, Türk coğrafyasının bir terkibi, hulâsası, tecellîsi olmuştur” (45).

Türk târihini bütün çeşnisi ve çehreleriyle İstanbul’da bulan Yahya Kemal, târihî bir perspektifi tâkîp ederek, şimdiki zamanı adım adım mâzîye yaklaştırırken, her an tâzelenen bir mâzî şuûrunu dipdiri bir şekilde yaşatmaktadır. O, Malazgirt’in heyecanını İstanbul’da, İstanbul’un heyecanını doğduğu şehir Üsküp’te aramakta ve bulmaktadır.  Kaybolan Şehir adlı şiirinde, yer yer görülen nostalji yanında, Üsküp gibi bir şehrin elimizden çıkmasının teessürü de belirtilmektedir; târihî realizmin acı taraflarıyla ruhunu sızlattığı bu güzel diyâr, O’nu derin derin düşündürmektedir:

“Üsküp ki Yıldırım Beyazıd Han diyârıdır, /Evlâd-ı Fâtihân’a onun yâdigârıdır.

Firûze kubbelerle bizim şehrimizdi o;/Yalnız bizimdi, çehre ve rûhiyle biz’di o.

Üsküp ki Şar-dağ’ında devâmıydı Bursa’nın/Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın.

Üç şanlı harbin arş’a asılmış silâhları/Parlardı yaşlı gözlere bayram sabahları.

Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa. /İsâ Bey’in fetihte açılmış mezarlığı

Hulyâma âhiret gibi nakşetti varlığı. /Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin

Üsküp bizim değil? Bunu duydum, için için. /Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir!

Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir! /Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,

Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene” (46).

“Karanlıkta Uyanan Biri” adlı yazısında, Yahya Kemal, Üsküp’e dâir düşüncelerini şöyle anlatır:

“Üsküp son zamanlara kadar ilk asırlardaki çeşnisini tamâmiyle muhâfaza etmiş bir Türk şehriydi. Murad-ı Sânî devrinin canlı bir resmi gibiydi. Halk hâlâ o lehçeyle konuşur, o türlü esvablar giyer, o devirdeki gibi yaşardı. İhtiyarların kıllı göğüsleri kışın bile açık, çorap görmeyen ayaklarında uzun, kırmızı yemeniler, ellerinde kol kalınlığında, kısa, kiraz çubuklar, omuzlarında cepkenler, bellerinde geniş kuşaklar, bacaklarında çuha çakşırlar, kaşları gözlerini ve bıyıkları ağızlarını örtecek kadar gürdü.”

Seciyeleri ve sıhhatleri demir gibi olan bu ihtiyarları gören bir İstanbullu, Naîmâ Târihi’nin sahifelerinden fırlatılmış zannederdi.

Bu şehrin gençleri de çakşırlı, fermeneli, gençliğin atılganlığıyle bıçak ve tüfek oyunu oynar, tanbura çalar ve türkü söyler, âdetâ bir yeniçeri ortasını andırırdı; kadınları, kırmızı canfesten şalvar ve bürümcük gömlek giyerler, boynuna sıra sıra Mahmûdie takarlar, ellerinin ve ayaklarının parmaklarını kınasız bırakmazlardı.

“Bu şehir Fâtih devrinin rûhânî bir mezarlığıydı:/Her köşesinde bir evliyâ yatardı.

...........

İstanbul’un fethinde kanını döktükten sonra Haliç kenarında Üsküplü mahallesini kurmakla İstanbul’a ilk Türk mayasını veren şehir, o zaman bir medeniyet merkeziymiş; âlimler, şâirler, münşîler yetiştirmiş, selâtin câmilerine benzer câmilerle medreselerle, hamamlarla, tekkelerle, bedestanlarla, çarşılarla bezenmiş.  Mâmâfih, medeniyeti yıkılmaktan ziyâde, bir göl gibi durmuştu. Çarşısı, kazazları, bezzazları, haffafları, hallaçları, bakırcıları, kuyumcuları, silâhçıları, olduğu gibi duruyor, çalışıyor ve işliyordu. Çırak, kalfa ve ustaların sıfatları, mevkileri, kıyafetleri eskisi gibiydi” (47).

“Her sanata olduğu gibi şiir sanatına da vukuf doğuşta olmaz. (Zamanla elde edilir). Ya bir aşk veya ideal (Bir harb, bir isyan hâsılı bu nev’iden bir hâdise) bir şâirin inkişaf etmesine, hissini ifade etmek için dilinde bir kudret aramasına vesîle olabilir” (48) diyen Yahya Kemal için Türk vatanının her zerresi, Türk milletinin herhangi bir mücâdelesi, savaşta veya barışta vuku bulan sevinç veya kederleri, dâima bir “vesîle” teşkil etmiştir.

Şiirlerinde tespit edilen mekân isimlerinden ve Türk büyükleri veya Türk kahramanlarının isimlerinden de anlaşılacağı gibi, Yahya Kemal’de engin bir vatan ve millet sevgisi vardır. Hemen hemen bütün bu şiirler, İslâmî muhtevâ ile dolu olarak, târihî fonksiyonu içersinde insanı ve bu insanın hangi ruh hâletiyle, hangi kıymet hükümleriyle yarına târihî bir şuûr devretmeleri gerektiğini belirtmeleri bakımından çok önemlidir..

Yine bu şiirlerde, Türk ordusu, Türk milletinin ayrılmaz bir parçasıdır ve Türk milleti dâima ordu-millet özelliğini taşımaktadır.

Ahmet Hamdi Tanpınar, “Yahya Kemal Hakkında” adlı yazısında şöyle der: “Eski akıncı ailesinin çocuğu olan ve aktüel hadiselerin ıstırabını bir mâzi hülyasiyle avutan, jestin asaletini ve hakîkî kıymetini bilen bir şairin destana gitmesi kadar tabiî bir şey yoktur. Onun şiir telâkkisini de bu noksan portrede işaret etmek isterdim. Yahya Kemal, gazeli bütün an’anede, bir tarihî maceranın seyrinde bulan şâirlerdendir.

Bu itibarla:

“Irkın seni iklîmine benzer yaratırken/Kaç fethe koşan tuğlar ufuklarla yarışmış.

Târihini aksettirebilsin diye çehren/Kaç fâtihin altın kanı mermerle karışmış”.

Kıt’ası, bizim için bütün bir şiir estetiğidir”(49).

“Yahya Kemal’in İstanbul sevgisi estetik planda vatanın mânevi çehresine doğru genişler. Yalnız millî olan şeylerin peşinde bu darlaşmayı ne kadar öğsek azdır. Çünkü onda cemiyetimize ait birtakım târihî şartların tam cevabını alırız. Bu daralışla biz kendi ufkumuza genişler, bizim olan bir “kâinat”a açılırız” (50).

Yol Düşüncesi adlı şiirinde: “Cihan vatandan ibârettir itikatımca” diye Yahya Kemal’deki vatan sevgisinin hudutsuzluğu, târihî derinliklerden, “kökü” kudret ve ihtişamla dolu mâzîden gelmektedir.

Vatanı ve milleti, târihî bir tecrübe içersinde, fakîri, zengini, ıstırabı, neşesi ve iyi-kötü bütün mâcerasıyla O’nun şiirlerinde bulabiliriz. O’nun endişelerini dile getiren 1918 adlı şiiri, vatan için çekilen ıstırabın, boynu büküklüğün acı bir destanıdır:

“Ölenler öldü, kalanlarla muztarip kaldık. /Vatanda hor görülen bir cemâatiz artık.

Ölenler en sonunda kurtuldular bu dağdağadan/Ve göz kapaklarının arkasında eski Vatan

Bizim diyâr olarak kaldı tâ kıyamete dek./Kalanlar ortada genç, ihtiyar, kadın, erkek

Harâb-olup yaşıyor tâli’in azâbıyle,/Vatanda düşmanı seyretmek ıztırâbıyle,

Vatanda korkulu rü’yâ içindeyiz, gerçek./Fakat bu çok süremez, mutlaka şafak sökecek.

Ateş ve kanla, birgün, ordumuz lekeyi,/Bu, insan oğluna bir şeyn olan, Mütâreke’yi” (51).

Şiirde; “ölü, kan, cemâat, vatan, diyâr, düşman, ordu” gibi kelimeler, vatan ve millet mefhûmları etrafında dönüp durmaktadır. Bu vatan kolayca bugünkü hâline gelmemiştir. Nice vatan evlâdı, nice cephelerde mukaddes bir mücâdele ile şehit olmuştur. Bu millet, ne elim günler yaşamıştır; bunu, ancak târihî şuûrun varlığı ile idrâk edebilir ve gelecek için bir gaaye tespitine kalkışabiliriz.

Ahmet Hamdi Tanpınar, “Yahya Kemal, Şiirleri Ve İstanbul” adı yazısında, Yahya Kemal’in vatanına karşı ne kadar hassas duygular içinde olduğunu şu satırlarıyla dile getirmektedir:

“Gerçek vatan şiirini onunla tanıdık. Vatan şâiri derken sık sık vatandan bahsedenleri kasdetmiyorum; vatanı dilin içinde ve öz cevheriyle kuran şâirden:

“Ardında vatan semtinin ormanları kuytu” ve derin heybetinde yükselen manzumelerin inşâcısından bahsediyorum. Şüphesiz ki vatan sevgisi, millet sevgisi gibi duygular behemahal sanatın şartı değildir. Sanat güzelin peşindedir. Ve onu elde etmeye çalıştıkça millet dediğimiz terkip kendiliğinden yeni hüviyetler kazanır.

Fakat tarihin bazı düğüm noktalarında, sanatın aynasında kendimizi daha vâzıh çizgilerle görmek isteriz. İşte Yahya Kemal şiirini yaparken bize bu tatmini getirdi. O, bize elinde bir fihrist veya çok defa bir ucu politikada biten, yani birtakım anlaşamamazlıkların açık kapısı bir hissîlikle gelmedi, bize kültürümüzü tanıttı” (52).

Yahya Kemal, “İnsanlar Nasıl Düşünürler?” adlı yazısında, 1918 hâdisesini şöyle anlatır: “Yakup Kadri’ye Teşrîn-i Sânî’de acaba nasıl düşüneceğiz? dedim.

  • Allah Allah bu nasıl sual?! Herkes nasıl düşünmeğe alıştıysa yine böyle düşünecek, dedi...

Asla onun fikrinde değilim. Sulh zamanlarında, vatan, devlet, kendi vaziyetimiz müstekarken fikirlerimizi uzun müddet değiştirmiyoruz. Lâkin etrafımızda sarsıntı başladı mı? Fikirlerimiz de altüst oluyor. Bunu 1918’de ayan beyan gördük.

1918 Teşrîn-i Evveline kadar, harp hükûmetinin aleyhinde olanlar İstanbul işgaal edildikten sonra eski hınçlarını yavaş yavaş unuttular; daha doğrusu düşman işgaalinin her hafta, her ay, bazan üç beş günde bir dâimâ millî talihimizi karartan tecellileri karşısında o eski hınçları hatırlamağa vakit bulamadılar.

...Ezelden beri gerek ferdî felâketlerin gerek millî felâketlerin şaşmaz bir kaaidesi vardır; fertler ve milletler bir hazan yaprağı gibi yalnız ve yalnız hâdiselere tâbi olarak düşünürler. Hele hâdiseler, biraz önce dediğimiz sür’atle seyrederlerse insanda âdetâ başka şeyleri tahattur hassasını silerler” (53).

İşte, bir milletin hayatındaki kahramanlıklar kadar felâketlerin de bilinmesi, hatırlanması lâzımdır. Hattâ, bunun, bir estetik olarak gelecek nesillere intikali daha da mühimdir. Yahya Kemal’in de yaptığı budur. “Vatan” ve “millet” mefhûmları, tâ Malazgirt ovasından, İstanbul’un Fethine, oradan da yirminci asra ulaşmıştır.  Malazgirt’in askeri ile, İstanbul’u fetheden asker aynı askerdir. O askerlerle, Çanakkalelerde, Dumlupınarlarda, Kafkaslarda hattâ Yemen illerinde çarpışan asker aynı “Mehmetçik”tir; Süleymaniye’de Bayram Sabahı adlı şiirindeki bâzı mısralarda bunları hissetmek, görmek ve aynı kültür hazînesini keşfetmek mümkündür:

“Kendi gök kubbemiz altında bu bayram sabahı/Dokuz asrın bütün halkı, bütün memleketi

Yer yer aksettiriyor mâvileşen manzaradan, /Kalkıyor tozlu zaman perdesi her ân aradan.

...Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir, /O seferlerle açılmış nice yerlerdendir.

...

Tanrının mâbedi her bir taraftan doluyor, /Bu saatlerde Süleymaniye târih oluyor.

Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı/ Adamış sevdiği Allahına bir böyle yapı”.

Bütün varlığı ile İslâmiyeti kabul etmiş olan Türk milleti, maddî ve mânevî varlığı ile tarih içinde “müşterek bir kütle” hâlinde akıp gidiyor. “Vatan, millet, din, lisan, bayrak” gibi “müşterek kültür” değerleriyle yoğrularak, büyüklük vasfını “Allah’ına” inanmakta buluyor. Ve sonra:

 

“Büyük Allahı anarken bir ağızdan herkes/Nice bin dalgalı Tekbîr oluyor tek bir ses;”

 

Ve nihâyet, mâzî, şimdiki zamanla elele veriyor; vatan-millet, târih şuûru içinde kaynaşıyor:

 

“Ta Malazgird ovasında yürüyen Türkoğlu/Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu,

Yüzü dünyâda yiğit yüzlerinin en güzeli, /Çok büyük bir işi görmekle yorulmuş belli;

Hem büyük yurdu kuran hem koruyan kudretimiz, /Her zaman varlığımız, hem kanımız hem etimiz;

Vatanın hem yaşıyan vârisi hem sâhibi o, /Görünür halka bu günlerde tesellî gibi o,

Hem bu toprakta bugün, bizde kalan her yerde, /Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde.”

......

Gökte top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor? /Mutlakaa her bi