BANU ALTINOVA: Roman kavramını ve vak’ada görev alanlara kahraman denmesini benimsemediğiniz biliniyor. Edebiyat Bilimine Katkılar adlı kitabınızın birinci ve ikinci cildinde kavramlarla ilgili bilgiler var. ‘Roman’, ‘kahraman’ ve çok kullandığınız ‘tahkiye’ kelimeleri konusundaki fikirlerinizi almak istiyorum.
SADIK KEMAL TURAL: Kavramlar, bir halkın bilgi dünyasının ve bilincinin yansımalarını gösteren anlamlı kelimelerdir. Kavramlarımızda arınma ve kendine dönmeye ihtiyaç olduğu açıktır: Medrese zihniyetli, enderun kafalı aydınlar; beş yüzyıl Arapça ve Farsçanın, on dokuzuncu yüzyılda Fransızcanın, seksen yıldır da İngilizcenin zekâmızı ve kültürümüzü sömürmesine aracılık etmişlerdir. Dil ve özellikle kavramlar, duygunun, düşüncenin, hayalin ve bunlara bağlı fikir üretiminin hem toprağı hem ürünüdür. Kavramları olabildiğince öz dilin imkânlarıyla karşılamak aklın gereğidir. Bu türden çaba gösterenler Oğuz Çetinoğlu Bey’in söyleyişiyle, dil bilgisi kurallarına uygun olsa da dile yerleşmesi zor, zevksiz, sevimsiz karşılıklar önermemelidir. Kelime üretmelerde dil mantığı ve zevki ile halkın hafızası dikkate alınmalıdır.
Milletin ihtiyacını duyduğu insan, Türkçeyle düşünen ve yaşayan bilgili ve bilinçli vatandaştır. Anayasa ile Millî Eğitim Temel Kanunu ‘ihtiyacı duyulan vatandaş’ konusunda MEB’in uymak zorunda olduğu ilke ve hedefleri belirlemiştir. Ünvanı, görevi ne olursa olsun, her vatandaş ‘yasa’lara uymaya mecburdur.
Öz diline saygısız, sevgisiz ve küçümseyici bakanların ciddi bir hastalığı vardır. Dinleme ârızası, okuma ve anlama eksikliği, anlatma ve iletişim kurma bozukluğu arttıkça, toplumda istikrarsızlık ve çözülme hızlanır. Her aydın, Türkçenin korunup eğitim ve öğretim dili olmasından da bilim, bilgelik, sanat ve siyaset alanlarında işlevli kalmasından da sorumludur.
Türk ve Türkçe kavramlarına karşı saygısızlık gösteren, hattâ hakaret edebilenler, üst yönetime sızmakta, hattâ teslim alabilmektedir. Arapça, Farsça, Fransızca veya İngilizce kelimelerin hâkim olduğu biçimde konuşma/yazma züppeliklerinin karşısına, Türkçe ile çıkan bilginlerin, bilgelerin, sanat adamlarının ve siyasetçilerin sayısının çok olmaması üzücüdür.
Genç Kalemler Mecmûasının çekirdek kadrosunu oluşturan Türkçü Ömer Seyfeddin, Ziya Gökalp, Ali Cânip (Yöntem), adlı üç şahsiyetin bilinçli, bilgili, ısrarlı çabaları, 1899 sonrasında doğan şairler ve yazarlar tarafından yaygınlaştırıldı. Millî Edebiyat Akımı’nı siyasî erk ile destekleyerek, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini atan Atatürk’ten Allah razı olsun.
Diğer bilim dallarında ve edebiyat bilimi alanında Türk dilinin imkânlarıyla yeni kavramlaştırmalara, terimleştirmelere ihtiyaç olduğu açıktır. Bu konudaki en güzel üç örnek bilgisayar, imleç, olasılık kelimeleridir.
Edebiyattan sayılan metinlerin tahliline, yorumlanmasına yardımcı olan kavramlar üzerinde düşünmek zorundayız.
Olay örgüsü üzerine kurulu anlatımların İngilizce, Almanca, Fransızca veya Arapça kelimeler kullanmak yerine, Türkçe bir kavram bulunup, kurulup kullanılamaz mı? Türkçenin imkânlarıyla var edilmiş, üretilmiş kavram ve terimleri kullanmaktan yanayım. Gelelim sorduğunuz üç kavrama:
İnsan, zekâsının çeşitli bölümlerini kullanarak sözlü veya yazılı iletişimler kurmaktadır. Duygu, hayal, düşünce kaynaklı hüküm veya sorularını anlatma ihtiyacı duymaktadır. Anlatma ihtiyacının, olay ve merak ögeleriyle karşılandığı bilgilendirmeler ayrı bir iletişim alanıdır. Bu yolla kurulan iletişim, ilgiyi başlatıp genişleten, heyecanlandıran merak (lar) ın bezediği bir vak’aya dayanmaktadır. Anlatma ihtiyacına bağlı bu özel yapı, nesir ve nazım adlı iki ayrı yol ile düzenlenip paylaşıma sunulmaktadır. Merakın ve figürlerin desteklediği olay örgüsü ya nazım yoluyla ya da nesir denilen imkânla farklı bir iletişim kurmaktadır.
Bilinçli bilgi edinme adına dinleyen ve/veya okuyanlar, üç ana soru yöneltirler: Kim (ler), neyi, niçin ve nasıl anlatıyor? Kavram ve terimlerin yardımıyla oluşan anlama, çözümleme ve yorumlama sonucunda, bu soruların cevabı olan hükümlere ulaşılır. Eğer sorgulama yöntemli ise ortak hüküm nitelikli sonuçlar alınır. Yöntem sayılacak ortak düşünüşün oluşturulması için, ortak ölçütlerin ve onlara bağlı ortak soruların belirlenmişliği gereklidir. Bu temel ölçüt ve sorular, diğer bilimlerin de edebiyat biliminin de ‘karşılaşılan/sunulan gerçeklik’in kavranılıp çözümlenmesinin esasını oluşturur.
Gerek her sanat ürünü gerekse edebiyattan sayılan her eser, ‘karşılaşılan/sunulan gerçeklik’ saydığım birer varlıktır. Okuyucunun, inceleyicinin edebiyattan sayılan eserlere yöneltmesi gereken ana soruları tekrarlayalım: Kim, kime, ne anlatıyor? Niçin anlatıyor, nasıl anlatıyor?
Tahkiyeli eserler, özellikle roman, olay örgüsü’ne (vak’a) dayalı bir anlatım biçimidir. Kendine özgü bir yapı olan olay örgüsü, işlev üstleniciler ve merak ögesi ile zaman ve mekân ögeleriyle bezelidir. Olay örgüsü ve olay üstleniciler ilk ögelerdir; anlatılanın ‘niçin’e dayanmasının cevabı olan fikir/tefekkür ve merak nitelikli ana ögeler üçüncü dikkat alanıdır. Anlatılanların geçtiği zaman ve mekân ögeleri dördüncü hükme bağlanması gerekenler grubunu oluşturur. Araştırıcılar, bu kompozisyonun hangi halk (lar)ın ve kültür tabakalarının anlatma ve ihtiyacını karşıladığını da öğrenmek ve bildirmek zorundadır. Bu konudaki sorular ve cevapları beşinci dikkat alanı sayalım. Özel bir bütünleştirme sonunda, bu beş ana öge, insana görmediğini veya görmesi gerekeni anlatmaya aracılık etmektedir.
Rabbil âlemin, Kur’ân-ı Kerîm’de bilinmesi, görülmesi ve yapılması gerekenleri, kıssalardaki örnekler aracılığıyla anlatmaktadır. Dilaver Gürer’in Peygamber Kıssaları adlı eserinin 2023 baskısı bu alandaki başvuru kitabıdır. Bir kısmı Türk kökenli halklara, bir kısmı Hind ve Pers ile Arap kökenli veya Araplaşmış topluluklara ait halk hikâyelerden ve mesnevilerden oluşan çok zengin bir kütüphane vardır. Bunların özgün ve ‘kadim’ olanlarından biri, Arap filozof İbni Tufeyl’in yaklaşık 850 yıl önce yazdığı ‘Hay bin Yakzan’ hikâyesidir. Türk mitolojisindeki bir ‘bozkurt’ (Asena)un veya ‘ala geyik’in emzirmesiyle büyüyen epik alplaşma süreci ile Hay bin Yakzan’ın zekâsını Rab ile yıkamasını anlatan hikâyedeki ögeler üzerinde düşünülmelidir.
Anlatma ihtiyacının sonucu olan olay örgüsü, kendine özgü bir yapıdır. Bu yapının; mit, masal, destan, efsane, mesnevî, menkıbe ve meddah hikâyesi, âşıkların ‘tasnif’ ettikleri hikâye, latife/fıkra ile kıssa, ustûre, makame gibi adlarla ve çeşitlerle binlerce yıldır var olduğu açıktır. Bu anlatma türlerinin, her kültürde farklı yansımaları vardır.
Son dört yüzyıldır ise, çeşitli değişim ve dönüşümlerle varlığını sürdüren, bir eğlence aracı iken edebiyatın aslî ögesi olan özel bir yapı bulunmaktadır. Önceleri romans, sonra roman adıyla tanınan ve Halit Ziya’nın 140 sene önce ‘Hikâye’ kavramıyla karşıladığı bu yapıya, Avrupa’da novel, novelle diyenler de az değil. ABD’de de novel deniliyor.
Roman kavramı, romans (romance) kelimesinin türevidir. Romans, içinde nazımlı parçalar da bulunan uzun aşk hikâyesi, aşk konulu macera, kabadayılık, şövalyelik kavramına bağlı serüvenler, argo ve abartılı yalanlarla, hattâ pornografiyle oluşturulan eğlendirici uzun hikâye anlamlarının tamamını karşılayan bir kavramdır. Romansların bazılarının epos veya didaktik nitelikli iken anlatıcıların müdahaleleriyle bozulduğu fikrini savunanlar da var. Romans yapılı anlatımlar, gerçeklik yerine çok abartılı, masalımsı gerçeğimsilik ile okuyucuyu ve/veya dinleyiciyi teslim alırlar. Romanslar, daha çok hoşça vakit geçirtici, yetersizlik, çaresizlik ile adaletsizlik yüzünden oluşanlar karşısında acıma duygusu oluşturucu bir yapıdır. Romans, Arap kökenli toplulukların makame’sine çok benzer yapıdadır. Romanslar, şehirli orta tabaka ile alt tabakalara hitap eden anlatma ve dinleme ihtiyacını karşılayan metinlerdir.
Adı Roman olan ve bir ucu Keltlere/Galatlara bağlanabilen bir halk var. Roman adlı bu halk; göçebelikle geçen hayatları sırasında, çoğunluğu hayal ürünü, uydurmalar ve abartılarla dolu olan, gece veya yol hikâyeleri anlatırlarmış. Romans, bu halkın adıyla ilişkili bulunan, macera ögesi ağır basan, alt tabakaların dinleme, okuma ihtiyacını karşılayan vak’alı anlatımlardır. Bu yapı, küçük değişmelerle yaşamayı sürdürünce novellete adı verilmiş. Macera ile temellenen, çapkınlıkla bezeli, kurnazlık ve ağız dalaşlarının, basit komikliklerin süslediği bu metinler hem romans, hem novelette adlarıyla Avrupa’da ve Çarlık coğrafyasında varlığını sürdürmüş. Romans anlatıcılığının Roman denilen halklar aracılığıyla geçtiğimiz yüzyılın ortasına kadar, yaşatıldığından ‘romans’ nitelikli anlatımdan ‘roman’a geçme kolay olmamış. 1500’lü yıllardan itibaren roman kelimesi Avrupalı halkların diline yerleşirken, bir yandan da novella kavra- mı, orta tabaka ile üst tabakalara hitap eder olmuş. Müstehcenliği de kullanan bir papazın yazdığı söylenen Dekameron adlı kısa hikâyelendirmeleri modern kısa hikâyenin ilk örneği sayanlar çoktur.
Cervantes’in Don Kişot adlı eserinin, romans nitelikli tahkiyelendirmeleri etkisizleştirme işlevli olduğu ve ilk roman sayılması gerektiği tezini savunanlar da var. Tarihteki büyük olay ve şahsiyetleri de günlük konuları da işleyen önce Shakespeare’in, sonra Mollier’in -piyes metni ve sahnelenme yoluyla- eserlerinin etkileri büyük olmuş; bu etkilerden biri, romans yapılı teyatral anlatmaları alt tabakaların yönelişleriyle sınırlandırmaya yol açmasıdır. Tarihten veya yaşanan dönemden alınan olayları, kişileri ve durumları, basit, bayağı komiklik yerine traji-komik yönleriyle anlatmayı başaran piyeslerin etkisiyle, romans’tan romana geçildiğini düşünebiliriz.
Romans, novelette ile onun gelişmişi olan roman, novel, olay örgüsü bakımından uzun hikâye sayılacak yapıdadır. 19. yüzyılın başından itibaren roman ve/veya novel adı taşıyan metinlerin yapılarında, öncelikle Avrupa halklarında ve Çarlık Rusya’sında, fazla değişme ve dönüşmeler olmuş. Bu değişmeler, yetmiş yıl geriden de olsa, İstanbul merkezli Türk edebiyatında da yankılanmış. Bizdeki meddah hikâyeleri ile Şükrü Elçin Hocamın ‘realist, mensur, kitabî’ diye nitelendirdiği ‘İstanbul hikâyeleri’ ile ‘âşıkların (düzenlediği) tasnif ettiği’ bazı uzun hikâyeler, birer romanstır, novelettedir. (Bu konularda Pakize Aytaç’ın araştırmalarına bakılmalıdır.) 1871- 1891 yılları arasında yayınlanan eserlerin neredeyse tamamı birer uzun hikâyedir. Örgün eğitimin, düzenli yaygın bir yapı kazanmadığı 19. yüzyıl boyunca roman/novel, burjuvazinin yaşantılarını ve değerlerini aktarma işlevini üstlendi.
Tahkiyeli eserlerin temsilciliğini Halit Ziya, Hüseyin Cahit ve Müftüoğlu Ahmet Hikmet’in yaptığı ‘Edebiyat-ı Cedîde’nin yayınları romans sayılmayacak niteliktedir. Türkiye Türklüğünün yarattığı roman/novel adlı eserler, çok özel ve değerli bir etki alanı, sosyolojik ve psikolojik tespit ve tahliller dünyası oluşturmuştur.
Edebiyat bilimcinin tahlil ve değerlendirmeleriyle edebiyat tarihinde yer alması gereken, bediî tefekkür iklimi yaratabilmiş eserler ayrı bir dünyadır. Bu tür eserlerde, vak’ada yer alan, olayları kuran, genişleten, sonlandıran, üstlendiği role/işleve bağlı olarak etkisi, yetkisi farklılaşan insanlar bulunmaktadır. Anlatanın istediği yönde gelişen vak’anın yürüyüş ritmini üstlenen bu varlıklara (insan, hayvan, cin vb.) kahraman denilmesi doğru değildir; kişi denmesi bazı hâllerde ve özellikle bazı metinler için uygun değildir. Almanların figür (ana figür, yardımcı figür, figüran) kelimesini kullanmayı benimsemiş görünsem de, bu kavramın ‘olay üstlenici (ler)’ (merkez üstlenici, karşıtlık üstlenici) olarak Türkçeleşmesini de istiyorum. (DEVAMI YARIN)