Basri Dayım Florya’da Atatürk’ün köşkünde vazifeliydi. Birkaç yazı peş peşe orada geçirmiştik. O yazlar güzel hâtıralarla doludur. Her hafta sonu Florya İstasyonu’nda duran trenden boşalan çoğunu yakın akrabaların teşkil ettiği bir misafir akını eve sığmaz bahçeyi doldururdu. Anneannemin yaptığı birbirinden leziz yemekler kapışılırdı. Bizim geleneğimizde ikramlarda aşırıya kaçarak, misafir istemekten çekiniyor diye düşünerek ısrarla yedirmek âdeti anneannemde fazlasıyla var olduğu için midesinden şikâyetçi olanlar da artardı.
Florya yazlarının zevkli ama çok yorucu olan bu faslı çok cömert ve çok hamarat rahmetli anneanneciğimin kendisi kabul etmese de aylarca yatağa düşüren hastalığının sebeplerinden biriydi. Sık sık etrafında dolaştığımız Florya Köşkü’nün bahçesinde Atatürk’ü, evlât edindiği Ülkü ile oynarken görürdüm. Bazen evden anneme haber vermeden biraz uzaklaşır onları seyrederdim. Annem bu huyumu bilir, yüzünü görmediğim babam beni kaçırır endişesiyle koşa koşa gelir, kızgın ve korkmuş bir tavırla hoyratça elimden tutarak eve götürürdü. Atatürk’ün birkaç çocuğu evlât edindiğinden bahsedilirken de kulak kesilir dinlerdim.
Bir gün “Basri baba” diye çağırdığım manevi, maddi himayesi altında olduğum sevgili dayıcığım beni elimden tutup Köşke götürmüştü. Beş veya beş buçuk yaşlarındaki küçük kızın hâfızası o akşamı bir fotoğraf sadakatiyle bugüne taşımıştır. Köşkün kapısı açık duran yemek salonunda Atatürk dans eder gibi hareketler yapan Ülkü ile oyalanıyor, elinde kadehi misafirlerle sohbet ediyordu. Masa epeyce kalabalıktı. Dayım ve yanındaki komiser Kasım Bey birdenbire beni kollarımdan tutarak salona sokmak istediler. Hemen her dost mekânında hiç nazlanmadan büyük bir coşkunlukla okuduğum Atatürk şiirini Atatürk’e okumam için ısrar ediyorlardı. Benim gibi çok uslu, söz dinleyen bir çocuğun ellerinden kurtulup kendisini köşkün tuvaletine kapamasına hâlâ çok şaşarım. Dayım üzülmüştü. Beni tatlı sözlerle ikna edip dışarıya çıkarmış ama eve gidince annemden okkalı bir tokat yemiştim. Babadan mahrum, onun yüzünü bile görmemiş küçük kız hüngür hüngür ağlamıştı. “Yupsarım (Annesinin adı Ruhsar)ya beni de evlât eder senden ayırırsa” diye hıçkıra hıçkıra ağlamıştı… Anneannem ağlayarak beni hemen kucağına almış, rahmetli dayım ise herhalde ağladığını görmesinler diye evden kaçar gibi gitmişti.
Bu olayın devamı ise sevgili dayıcığımı Florya Tren İstasyonundan kaçıran tam bir fiyaskoydu. İstasyon hınca hınç doluydu Atatürk galiba Tekirdağ’ına manevraya gidiyordu. Bir ara annem beni sertçe dürtmüş, ben bunu şiir oku diye anlamış çok yakın zamanda yediğim tokadın tekrarlanması korkusuyla Atatürk’ü çok öven “Türk’ü ölümden O’dur kurtaran, O’dur yeniden Türklüğü kuran” diye başlayan şiiri adeta haykırı haykıra okumaya başlamıştım. Arkası bize dönük olan bir grup anında dönmüştü. İçlerinden birisi elini kulağına bastırmıştı. Ayağında çizmeler vardı. Yanındaki kasketli çizmeli beye ”Çocuk bize güzel bir konser verdi” diyen kişi meğer İsmet Paşa diğeri ise Fethi Okyar’mış.
Atatürk kısa bir müddet sonra gelmiş trenin penceresinden halkı selâmlamıştı. Ben Atatürk’ü öven şiiri İsmet Paşa’ya okumuş rahmetli dayımı kaçmaya mecbur etmiştim. Neyse korktuğum şey gerçekleşmemiş, tokat yememiştim. Dayıcığım seneler sonra benim okuyuşumu taklit eder, hepimizi güldürürdü.
Dayımın evlenerek evden uzaklaşması, annemin Ankara’ya tayininin çıkması ile anneannem büyük bir şok yaşamıştı. Çok sevdiği, üstüne titrediği torunuyla yapayalnız kalacaktı. Bu büyük bir mesuliyetti. Daha küçük bir ev aramak telaşıyla oraya buraya koştururken şokun en büyüğüyle karşılaşacak, Atatürk’ün ölümüyle perişan olacaktı. Annem ve anneannem hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Kadıköy’ümün sokakları, caddeleri, ağlayan insanlarla doluydu. Kadıköy’ünün o güzel cıvıltılı çarşısını ağlayan esnafın hıçkırıkları kaplamıştı. Anneannemle karşıya geçtiğimiz bir günü ise hiç unutmuyorum. İnanılması çok güç bir manzaraydı. Herkes ağlıyordu. Takmış takıştırmış, yakasında koca bir gül olan pür makyaj bir madama, vapur halkı hınçla, dövecekmiş gibi bakıyordu.
Bu yukardan gelen bir emirle değil, gönüllerde birike birike büyümüş bir sevginin ve hayranlığın göz yaşlarıyla her mekânı istilâ etmesiydi. Aslâ tapınma değildi. Deha sınırlarını zorlayan taraflarıyla dünyada yerlerini alan insanlar tabii ki kusursuz değillerdir ama her beşerde bulunması normal olan bu kusurları onları küçültmez, tarihte hak ettikleri şerefli yeri almalarına engel olmaz. Allah rahmetiyle kuşatsın Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver Hoca’nın çok yerinde bir yorumuyla “Bizce büyük adamların kusurları değil kemalleri ortaya konur. Bundan gafil gibi davrananlara bu ruh hâletlerinin bozukluğundan dolayı acınır.” Yazımı Süheyl Ünver hocamın bir yazısında rastladığım ABD’de tarih hocası olan Harold Lamp’ın bir sözüyle bitireyim: “Kanuni öyle büyük bir padişah ki, hatalarını bir, iki, üç diye sayabiliyor fakat hizmet ve faziletlerini sayamıyorsunuz.” İşte Atatürk de aynen öyledir. Tarihteki çok şerefli yerini fazlasıyla hak etmiştir.
Tarihte yerini almış bir insanı ya göklere yükseltmek ya da yerin dibine batırarak ortayı, yâni bir türlü gerçeği bulamamak ise geri kalmış toplumların en bâriz vasfıdır.