Yahya Kemâl: Gurbette, Özüne Dönen Türk Şâiri

Yahya Kemal Beyatlı, umûmî Türk şiirinin zirve isimlerinden biridir. 2 Aralık 1884 tarihinde Üsküp’te doğmuş ve 1 Kasım 1958’de İstanbul’da vefât etmiştir.

1902 yılında, İstanbul’a, annesinin akrabalarının yanına gönderilir. Bundan sonrasını, “Çocukluğum, Gençliğim ve Siyâsî Hâtıralarım” adlı kitabında şöyle anlatır:

“1902 senesinde onsekiz yaşındaydım alafranga neslin birçok çocukları gibi bir Paris sevdâsına tutulmuştum. Hayâtıma başlıca bir istikamet vermiş olan bu sevdânın birkaç menşei vardı. Bunu nakletmekle o devirdeki Türk gençliğinin ruhiyâtını izah etmiş oluyorum.

İstanbul’da âvâre bir taşra genciydim. Hiç Fransızca bilmiyordum. Servet-i Fünun’da çıkan Edebiyat-ı Cedide ‘nin şiirleriyle, mensureleriyle tercümeleriyle tetkikleriyle kafam doluydu. Memleketi zindan Avrupa’yı nurlu bir âlem gibi görüyordum. İstanbul’un hafiyelik havasından ürkmüştüm, bilhassa Asya ahlâkından müteneffirdim.” (Bknz. Yahya Kemal, Çocukluğum, Gençliğim ve Siyâsî Hâtıralarım, İst. 1973, Sf. 76)

Âilesinden izinsiz olarak Paris’e giden bu onsekiz yaşındaki “âvâre taşra genci”, bir başka kitabında, başından geçen ibretlik hâdiseleri şöyle anlatır:

“Paris’e gittim. Orada Ulûm-ı Siyâsiye Mektebi’nin (Ecol libre des sciences politiques) seksiyon diplomatiğine kaydedildim. Bu mektebin beş şûbesinden biri olan hâricî siyâset şûbesine yazıldım. Bu şûbede o zaman Fransa’nın en büyük müverrihi sayılan Albert Sorel, diğer büyük müverrihi sayılan Albert Vandale, Emile Bourgoix ve o tarihlerde belki dünyanın en büyük beynelminel hukuk âlimi Louis Renault ders veriyorlardı. Fakat ben hepsinin arasından bilhassa Sorel’e hayrandım. Târihe olan meylim dolayısıyla Sorel’in en devamlı ve çalışkan bir talebesi olmuştum. Benim gibi Sorel’e meftun diğer 104 talebe ile birlikte, onun Assace Sokağı’nda kâin konağındaki çaylarda bulunur, orada Sorel’i saatlerce dinlemek imkânı bulurdum.

Sorel, kendinden evvel Fransız târihçiliğinde büyük merhale katetmiş Michelet gibi, Fustel de Coulanges gibi ve onun mütemâyiz talebesi Camille Julian gibi, târih musâhabelerini, ilmin ve talâkatin en câzip bir terkîbi hâline koyuyordu.

“Bu musâhabelerin ve Sorel’in Ulûm-ı Siyâsiye Mektebi’ndeki derslerin derin tesiri altında kalmıştım. Ben de bir şeyler yapmak ve bilhassa onlara muvâzî olarak, târih ortasında Türklüğü aramak ve bulmak hevesine kapılmıştım. Fakat gerek ilimde gerek ilmî zihniyette yaşıtım olan Fransız gençlerinden, Fransız arkadaşlarımdan ne kadar geri olduğumu da hissetmekte idim” (Bknz. Nihat Sâmi Banarlı, Yahya Kemal’in Hâtıraları, İstanbul 1960, Sf. 43)

“Bir gün mecmûada, Fustel de Coulanges’ın esaslı tilmîzi olan Profesör ve müverrih Camille Julian’ın bir cümlesini okudum. Bu cümle benim, milliyetimizin ve vatanımızın teşekkülüne dâir dağınık düşüncelerimi, birdenbire, yeni bir istikamete sevketti. Camille Julian’nın cümlesi şuydu: “Fransız milletini, bin yılda Fransa toprağı yarattı (meydana getirdi) (Le sol de France, en mille ans, a cree le peuple Français).

Artık benim için 1071’den evvelki devirlerimiz kablettârih, fakat 1071’den sonraki devirlerimiz târihdiler. Selçuk ve Osmanlı asırlarında Anadolu, Rumeli ve İstanbul’a, manzara ve mimarî itibariyle verdiğimiz şekli; lisânın yeni tecellîsini; devlet ve medeniyetimizin yeniden yaratılış ve yürüyüşünü; sanâyiimizin, hâricden bir çiviye bile muhtaç olmaksızın, vatanın toprağından ve milletin eliyle yapılışını; ordumuzun bütün silâhlarını, donanmamızın, beşyüz sene, bütün tahta, demir ve yelkenleriyle kendi elimizden çıkışını; hâsılı bütün bu terkîbi şedîd bir hayranlıkla idrâk etmeye başladım” (a.,g.,e., Sf. 46-47) (NOT: Burada şunu belirtmeliyim ki, Yahya Kemal’in gibi büyük bir Türk şâiri ve münevverinin, Türk tarihini , 1071 yılından başlatması bir talihsizliktir. M. H. K.)

Kaldı ki; Yahya Kemal, binlerce senelik Türk tarihinin ihtişamını elbette biliyordu.  Aşağıda arzedeceğim satırlar da bu büyük Şâirimize aittir:

“O zaman yaşadığım otelde oda komşum bir Lehli vardı...Muârefemizden sonra Türkleri çarçabuk seven bütün Lehliler gibi beni sevdi. Zaman zaman odamda arar, görürdü. Bir akşam uzun ve kalbe yakın musâhabe de bu adamı dinledim. Seneler geçti o akşamki sözlerini zaman zaman hatırladım. Bu adam benim de kendi gibi bir vatan garibi olduğumu biliyordu. Maamâfih bana ve benim gibi Türklere dâir ne düşündüğünü o musâhabemizde ızhâr etti ve dedi ki: “Siz buralarda ne arıyorsunuz? Sizin ve bütün genç Türklerin vatan arzûları beni gayr-i ihtiyârî gülümsetiyor. Sizin vatanınız yok mu? Yeni Pazar’dan tâ Yemen’e kadar ovalarınız var, dağlarınız var, şehirleriniz var, kaleleriniz var, kışlalarınız var. Onların üstünde sizin al bayraklarınız dalgalanıyor, sokaklarınızdan geçen asker, biliyorsunuz ki sizin dîninizdendir, sizin kanınızdandır, sizin dilinizle konuşur, sizin gibi düşünür, sizin gibi sever, dostlarınıza dost, düşmanlarınıza düşmandır. Ah bu saâdetin kadrini hissedemiyorsunuz. Benim gibi mahkûm bir milletin çocuğu böyle bir manzarayı rü’yâsında görmek için can verir. En son Lehistan ihtilâlinde, Varşova’nın bir sokağında Leh bayrağını yirmi dört saat dikili bulundurmak için Leh gençlerinin en civanmerdleri can verdiler. O güzel yirmi dört saat her gün tekerrür etse her gün can veririz” (Yahya Kemal, Eğil Dağlar, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayını, İstanbul 1966, Sf.295)).

Yahya Kemal Beyatlı; şu veya bu sebeple Avrupa’ya gidip de ‘uyanan/aslına/özüne dönen nâdir” şâir ve fikir adamlarımızdan biridir.

Bu da şu demektir ki; gönül sesimiz güzel dilimiz Türkçe’yi ve millî tarihimizi çok iyi bilmek ve onları, gelecek nesillerimize çok iyi öğretmek zorundayız.

O; bu tarihî muhteşemliği ve derinliği 26 Ağustos 1922 başlıklı şiirinde, en az iki bin yıl önce kurulan ilk “Türk Ordusu”na da atıfta bulunarak şöyle der:

“Şu kopan fırtına Türk ordundur yâ Rabbî.

Senin uğrunda ölen ordu budur yâ Rabbî.

Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın,

Gaalib et, çünkü bu son ordusudur İslâm’ın.”

(Bknz. Yahya Kemal Beyatlı, Eski Şiirin Rüzgârıyle, İstanbul 1974, Sf. 140)

Bu büyük şâirimizi, vefâtının 66. yılında rahmetle yâd ediyorum!..