Prof. Dr. Taner TATAR

Akademisyen

tatartaner@gmail.com

Tüketim Toplumunda Kültürün Tüketilmesi ve Oluşamayan Gelene...

İnsan yiyecektir, içecektir şimdi;

“Ahlâk”, bilinmez ne demektir? Şimdi.

Destan masal, îmânlı yobaz, âile lâf;

Altın gelenekler gidenektir şimdi.

A.N. ASYA

Hemen her şeyin tüketilmek amacıyla üretildiği bir çağda yaşıyoruz. Hayatın her anı geçicilikle dolu, ya da esasında boş. Moda, kavram olarak artık sadece geçiciliği anlatır hâle gelmiştir. Dolayısıyla geleneğin özü olan kalıcılık artık ortadan kalkmaktadır. Bu hususta Jean Baudrillar’ın cümleleri dikkat çekicidir: “Kültürün tüketimi sorununun doğruyu söylemek gerekirse ne kültürel içeriklere ne de “kültür izleyicisine” (...) bağlı olduğu görülür. Belirleyici olan herhangi bir eseri, yalnızca birkaç bin ya da milyonlarca kişinin izlemesi değil; bu eserin, yılın arabası gibi, yeşil alanların doğası gibi, bilinçli ya da bilinçsiz olarak bugün evrenselleşmiş olan üretim boyutu içinde üretildiği için, geçici bir göstergeden ibaret olmaya mahkûm olmasıdır: Bu boyut çevrim ve yeniden çevrim boyutudur. Kültür artık kalıcı olmak için üretilmez.” 1

Hayatta her şeyin tüketilir hâle gelmiş olması her sahada yenilikçiliği doğurmaktadır. İnsanoğlu daha önce bu denli yenilik dolu bir çevrede yaşamadı. Aşağı yukarı tanıdık bir ortamda hızlı yaşamakla, yabancı, bilinmeyen bir ortamda yaşamak oldukça farklıdır. Yeniliği ortaya saldığımızda, kişiyi günlük olmayan, daha önce öngörülmemiş durumlarla karşı karşıya bırakmaktayız. Uyum sağlama meselesi de böylece yeni ve tehlikeli bir aşamaya girmiştir. Çünkü geçicilikle yenilik patlayıcı bir karışımı oluştururlar.2 Nitekim geçicilik, hayatın tamamına sirayet etmekte, her şey kullanılıp atılan bir nesne hâline dönüşmektedir. Kullanılıp atılan ürünler, madde ile insan arasındaki duygu dolu bağı koparmış, insanı da maddeler dünyasında bir soğuk demir hâline getirmiştir. Kalıcılığı dolasıyla, içerisinde hâtıraların gizli olduğu eşyalar kalıcılığını yitirdiğinden beri insan, hâtırasını kaybetmiştir. Meselâ gelinliğin kiraya düşmesi, o mutlu günün tekrar yaşanmasını ortadan kaldırmıştır. Büyükannelerimiz, hâlâ çeyiz sandıklarından çıkardıkları gelinlikle, o mutlu günü hüzünlü ya da buruk bir gülümseme ile anarken, yeni nesil bu duygudan mahrum kalmaktadır. Bir zamanlar oyalı mendillerin oynamış olduğu rol, kullanılıp atılan kâğıt mendiller dolayısıyla bugün sahipsiz kalmıştır. İşte, madde bir zamanlar insanı maziye bağlarken, şimdi esiri hâline getirdiği insanın elini kolunu bağlamaktadır. Önceleri madde insanı takip ederken, şimdi insan maddeyi takip eder hâle gelmiştir.

Madde âleminde yaşanan bu yok edilicilik, mânevî sahada da gözlenmektedir. İnsanın en kıymetli hazineleri, mirasyedi nesil tarafından pervasızca tüketilmekte, basitleştirilmekte ya da geçiciliğe mahkûm edilmektedir. Ölümüne sevdalar ve ülküler, gündelik ve bazen de anlık değişimlerin âkibetine uğramakta, tıpkı kullanılıp atılan bir mendil gibi, bir kenara def edilmektedir. Dostluk kavramı, içerisinde bâki olmayı barındırırken, yenilik peşinde koşan insan, eskinin her şeyinden sıkıldığı için dostluğu da eskimişliğe mahkûm ederek yeni arkadaşlıklar arama sevdasıyla büyük bir güvensizlik ortamında, anlık ilişkiler kurmaktadır. Küçük meselelerde, kullanıp atmaya alıştığı bütün diğer şeyler gibi, arkadaşını da atabilmektedir. Zamanın icaplarına uyayım endişesiyle asırlık çınarları devirmekten bir lahza çekinmeyip, yerine iklimi belli olmayan körpecik fidanlar dikmekte, lâkin onun da gelişip serpilmesine sabredemeden kökünden söküp atmaktadır. Reklâmlarda ifadesini bulan şekliyle hâlâ annesinin margarinini kullanmaktan utanmakta, her seferinde -aslında çok eski bir kelime olmasına rağmen- başına yeni bir “yeni” eklenen ürünlere yönelmektedir. Mümkün olsa sadece annenin margarini değil bizatihi annenin kendisi de değiştirilecektir. Öyle ya, siz hâlâ eski annenizi mi kucaklıyorsunuz! Ve çocukluk yıllarımda duyduğum o ses: “Eskimiş çoraplarınızı atın, jil geliyor”.

Şimdi radyodan bir ses geliyor kulağıma “at gitsin at gitsin, eskimişse at gitsin.” Bu atılan kim diye merak ediyorum ve anlıyorum ki atılan güya sevilen, âşık olunan kişi. Yine anlıyorum ki, esasında atılan kişi değil, bizatihî sevginin kendisi. Sevgi âdeta eskicinin seyyar arabasına düşüyor. Yakında dışarıdan şöyle bir ses gelirse hayret etmemek gerekir: “Sevgiler alırım, sevgiler satarım, hayda eskici geldi, eskici!...”.

Bir de dedemin anlattığı hikâye geliyor aklıma ve derin bir âh çekiyorum. Yoksa güle âşık olan bülbülün figanı da mı eskidi? Artık güle nâğme dizecek bülbüller de mi kalmayacak? İşte gül aşkının kanlı hikâyesi: Hocası talebesinden bir sarı gül ister. Talebe gül bahçesine gider, lâkin bakar ki hiç sarı gül yok. Güllerin hepsi beyaz. Oracığa oturur ve kara kara ne yapacağını düşünürken, bir bülbül gelir ve derdini sorar. Derdi dinleyen bülbül, çocuğa arkasını dönmesini söyler. Ben susunca gülünü al git der ve ötmeye başlar. Bir müddet sonra bülbül susar. Çocuk döner bakar ki gül sararmıştır. Gülü alır götürür hocasına. Hocası memnun olur, lâkin bir de pembe gül ister. Talebesi yine bahçeye gider, yine bülbül gelir ve derdi dinleyen bülbül, yine arkanı dön der. Uzun uzun öter. Ak gül pembeleşir, talebe pembe gülü alır, hocasına götürür. Hocası, pembe gülü getiren kırmızıyı da getirir der. Çocuk yine bahçeye gider, bülbüle derdini söyler. Bülbül derin bir âh çeker. Çocuk yine arkasını döner. Bülbül öyle bir figana başlar ki, çocuğun gözleri yaşa boğulur. Bülbülün feryadı bitmez de bitmez. En nihayet ses kesilir. Çocuk döner, bakar ki gül kan gibidir. Ancak bülbül yerdedir. Görür ki bülbül tırnağını bağrına takmış, bağrını yarıp güle kanını akıtmıştır. Yoksa şimdi bu gök kubbede bu sedâyı aramak bir hâyâl midir?

Tüketime yönelik olarak bir şeyler yapma çabasında, aranan ya da oluşturulmaya çalışılan bir pazar söz konusudur. Bu pazarda yer kapma yarışı oldukça şiddetli cereyan ettiğinden, yer sahipleri kısa sürelerde mevkîlerini başkalarına terk etmek mecburiyetinde kalmaktadırlar. Dolayısıyla hızlı bir dönüşüm gözlenir. Bu dönüşüme katılan her yeni, bir diğerinin yok olmasına sebep olur. Ya da bizatihî onu yok ederek koltuğuna oturur. Dolayısıyla, bu süreçte yapıcılıktan ziyade gözlenen yıkıcılıktır.

Tüketime yönelik çabada pazar bulma kadar önemli olan ikinci boyut “pazarlama”dır. Pazarlama faaliyeti de büyük bir nisbette geçicilik içerisindedir. Yine çoğunlukla göz boyama ve kısa dönemde geçici dahi olsa vurgun yapma gayesi taşınmaktadır. Akabinde ise kovulmaya ramak kala, pür-telâş bir kaçış vardır. ölümü müteakip cesedin solgun yüzü yeniden boyanacak, ölüm kokusunu giderici kokular sürülecek ve canlıların canını alacaktır.

Kültürün her sahasına yönelik olarak ortaya çıkan tüketicilik, kendisini sanatta da göstermektedir. Sanat hemen her dalı ile tüketime dayalı olarak ortaya çıkmaktadır. Ruhun gıdası olarak tarif edilen müzik, tüketicilikten payını almakta, yeni çıkan şarkılar, henüz daha bebeklik aşamasında iken öldürülmektedir. Bazıları doğuştan özürlü bulunan parçalar ise, özrü ile parlamakta, para kazandırmakta ama yok olmaktan kurtulamamaktadır. Geleneğin gücü ve birikimi ile oluşmuş olan parçalar ise yıllara değil yüzyıllara damgasını vurmaktadır. Nitekim Karacaoğlan’ın zülfü perişanı, hâlâ melûl melûl kalmaktadır. Bunu dinleyenler ise asırlardır O’nu, kerem edip hatırından çıkarmamışlardır.

Geleneğin oluşmasında en önemli faktör birikimdir. Birikim ise süreklilik ile sağlanabilir. Başka bir ifade ile geçicilikle değil, kalıcılıkla gelenek oluşur. oluşturulan her “yeni”, “eski” olanın karşısına değil, yanına ilâve edilir ve âdeta onun bir parçası hâline gelir. Bu arada eskiden beri var olanlar da zamanın şartlarına uyabilme noktasında, kendi içerisinde belirli bir oranda değişimi yaşarlar. Böylece söz konusu gelenekler, geçmişi olan ama geçmişte kalmamış, bugün de yaşayan birer kültürel kıymet hâline gelirler. Halbuki her şeyin geçiciliğe mahkûm olduğu, biriktirmenin tüketime yerini bıraktığı bir toplumda kalıcı geleneklerin oluşmasını beklemek mümkün değildir. Ayrıca, tüketmenin ya da yok etmenin âdeta bir ideoloji hâline geldiği günümüzde, muhafazaya yönelik tutum ve davranışlar çağ dışı olarak itham edilmektedir. Böyle bir zihniyet yapısı, istikrarlı bir gelişmeyi sağlayacak yapılanmanın oluşmasına önemli bir darbe vurmaktadır. Halbuki yaşayan eski, ölmüş yeniden hiç şüphesiz daha fonksiyonel ve kıymetlidir. Ölü doğmuş ya da bebeklik çağını bile geçmeden sosyal hayattan çekilen yeni, gelişme namına hiçbir şey ifade etmediği gibi her seferinde yeniden başlamak zorunda bırakmakta, dolayısıyla bir adım bile yol kat etmek mümkün olmamaktadır. Halbuki eski ile yeni arasında kuvvetli bir ilişki vardır. Bu ikisi sıkı bağlarla birbirine bağlanmıştır. Önceyi kaldırdığımızda sonra zaten olmayacaktır. Her sonranın bir öncesi vardır ve en sonuncu bile bir müddet sonra “önce”dir. “Aslında, yeni olmak, “eski”nin sırrını bulmaktır. Çünkü: o “eski”, bir nevi ölmezlik kazanmıştır.”3 Bu noktada gelenek mazi-hâl-istikbal çizgisinde bağlayıcı rolü üstlenmiştir. Geçmişin sırrı da onunla keşfedilir, geleceğe de onunla seslenilebilir. Biz dünle çağdaş iken, eslaf bugünle çağdaş ise dünle bugün arasındaki bağ kurulmuş olur. Yahya Kemal’in güzel ifadesiyle,

Eslâf kapıldıkça güzelden güzele

Fer vermiş o neşveyle gazelden gazele

Sönmez seher-i haşre kadar şi’r-i kadim

Bir meş’aledir devredilir elden ele.

Bir dönem eskilerin peşine düşen bugünün insanı, geleneği anladıkça peşine düşülen olacaktır. Artık, bir taraftan eskiler onun peşine takılacaklar, diğer taraftan da daha yeniler onu yakalamak için gayret içerisinde olacaklardır.

Esasında kavramların kullanılışına baktığımızda kültürün yaşaması için değil, tüketilmesi için oluşturulduğunu görmekteyiz. Kültüre hayat veren ve geleneği ifade eden “kadim” kavramı, yerini “geri” olana bırakmıştır. İşte mahkûmiyet burada başlamaktadır. Çünkü dünü olan her şey geri olarak nitelendirilmekte, ona bağlılık da gericilik olarak tarif edilmektedir. Halbuki kavramın kendisi “geri”dir ve insan bu kavramın gericisidir.

Gelenekten mahrum yenilikçilik, taklitçiliği doğurmaktadır. Yeniyi ortaya koyabilme ve geliştirmede geleneğin ruhundan ilham alamayan zihnî yapı, başka kültürlere ait unsurları taklit etmek suretiyle ortaya bir yenilik koymaya çalışmaktadır. Halbuki taklit edilen o unsur, kendi kültürel geçmişi ya da seyri içerisinde belirli bir geleneğin mahsûlüdür. Tabiatıyla taklit eden, bu gelenekten de mahrumdur. Bu bakımdan taklit edilen, bambaşka bir şekle bürünerek hayatta kalmaya, sürekliliğini muhafaza etmeye çalışmaktadır. Kaldı ki en mükemmel taklit dahi, aslının yanında kıymeti haiz değildir. Dolayısıyla taklitçilik çağa ayak uydurmak değil, bizatihi çağı yakalayamamaktır. Bu şekilde oluşan görünüm ise çağdaş olarak nitelendirilemez. Bu, ancak hilkat garibesi olarak ortaya çıkmaktadır. Bu yolla getirilen yeniliklerin kısa zaman için de olsa toplum tarafından kabul edilmiş gibi görünmesi, milletin bu yeniliklere meftun olduğunu göstermez. Çünkü söz konusu yenilikler geleneğin karşısına konulmakta, kendini kabul ettirebilmek için de yok ediciliği seçmektedir. Milleti alternatifsiz bırakıp, milletin gönlüne değilse de yok ettiği geleneğin tahtına bir diktatör gibi konmaktadır. Dolayısıyla millet bu tür yeniliklerin meftunu değil ama mahkûmu olmaktadır. Mahkûmiyetten kurtuluş ise yine geleneğin gücüne vâkıf olmak ve onu kullanabilmekten geçer.

DİPNOTLARI

1- BAUDRİLLARD, Jean: Tüketim Toplumu, (Çev. H. DELİCEÇAYLI-F. KESKİN) İst., 1997, sh. 188-119.

2- TOFFLER, Alvın: Şok, (Çev. S. SARGUT), İst., 1974, sh. 159.

3- KARAKOÇ, Sezai: Edebiyat Yazıları I, İst., 1988, sh. 97.