İKTİBAS
Dilimizi Fakirleştiriyoruz
İngilizcede ‘talking’, ‘speaking’, ‘saying’, ‘conversation’, ‘interview’ ile ifâde edilen mânâları son zamanlarda yapıldığı gibi sâdece ‘konuşmak’ fiiline indirgenirse diliniz fakirleşir. Bir yakınınızla hasbihal edersiniz, dertleşirsiniz, resmî bir toplantıda nutuk irat edersiniz, karşılıklı mülakat yaparsınız; bunları kaldırıp bütün o mânâlar sâdece ‘konuşma yapmak’la karşılanmaya kalkışılırsa dilimiz fakirleşir. Hele de son zamanlarda nereden türediği bilinmeyen ‘konuşma gerçekleştirdi’, ‘işlem sağlıyorum’, ‘çıkış yaptı, ‘iniş yaptı’ gibi saçma sapan tamlamalar dilinize yamanırsa Türkçemiz, sâdece fakirleşmez, benliğini de yitirir. Atılan, bırakılan kelimelerin milletin ortak şuurunda, muhayyilesinde kendine has yeri ve derinliği vardır. Gam, hüzün, elem, tasa, keder kelimeleri dilimizden atılırsa, sâdece o kelimeleri değil ifâde ettiği mânâları da benliğinizden silip atmış oluruz. Yerine ikame edilmek istenen üzüntü kelimesi ise çok sığ ve boş kalır. Dilimize yerleşmiş ‘Gam çekme gönül’, ‘Hüzün ki en çok yakışandır bize’, ‘Sevinçte ve tasada bir millet’ ve benzeri deyimleri yalnızca üzüntü kelimesi ile ifâde edilemez. Dilin yaşayan bu kelimeleri atılırsa, onların hepsinin teker teker ifâde ettiği mefhumları da atılmış olur. Böyle bir durumda sâdece dilimiz değil fikir dünyâmız da daralır, kısırlaşır.
Her dil o milletin benliği, hâfızası, yaşayan varlığıdır. Bir millet hangi sâhada ileri gitmişse, çizgisi ne yöndeyse o alandaki kelimelerinin fazla ve detaylı olması gayet tabiîdir. Türkçede teyze, hala, elti, görümce, amca, dayı gibi akrabalık ifâde eden kelimelere karşılık olarak İngilizcede sâdece ‘aunt' ve ‘uncle’ denilmesi, onlar için dil zenginliğinde bir eksiklik olmadığı gibi, teknik terimlerin İngilizcede çok fazla ve detaylı olup da bizim dilimizde Türkçe karşılıklarının az sayıda olması da bizim için bir eksiklik değildir. Akrabalık ve hısımlık ilişkileri bizde son derece gelişmiş olduğu için her yakınımıza ayrı ayrı hitap ettiğimiz kelimeler bulunmaktadır. Oysa Batı'da aile, akrabalık ilişkileri bizimki kadar güçlü değildir. Bu yüzden tabîi olarak dillerinde akrabalık ile ilgili çok az kelime bulunmaktadır. Arapçada, deve yavrusunun yaklaşık on ayrı ismi olduğu gibi Türklerde de at için, yeni doğan yavrudan artık işe yaramaz olanına kadar on taneden fazla isim vardır. İnsanlar neyle iştigal ediyorlarsa dilleri de o yönde tekâmül ediyor. Diğer bir deyişle, insanlarınız bir işle uğraşıyorsa ve bu durum meşgale hâline getirilmişse yapılan fiilin karşılığı isim olarak dilinizde var olabiliyor.
Daha iyi anlaşılması için İngilizce ile ilgili örneklere devam edelim. ‘Flying’ kelimesinin mânâsı Türkçede gayet açıktır: uçmak; ‘running’ kelimesi ise koşmaktır. Gelelim ‘sailing’ kelimesine: Bu kelimenin ‘yelkenli ile gitmek’, ‘denizde gitmek’ demektir. Fakat uçmak, koşmak gibi bu kelimenin Türkçede kısa ve net bir karşılığı yoktur. Bunun sebebi ise milletimizin târihin eski devirlerinden beri deniz ve denizcilikle pek ilgisi olmayan bir kara toplumu olmasından kaynaklanmaktadır.
Bizler, Orta Asya'dan bu yana fetihlerini, ilerleyişini hep toprak üzerinde yapan, devletinin en güçlü olduğu devirlerde bile donanmasını denizlerde hâkimiyet kurmak, yeni ve uzak coğrafyalarda keşif ve hükümranlık elde etmek gayesine matuf kullanamayan, Amerika kıtasının keşfi ve kolonizasyonu gibi târihî bir süreci kaçıran, nihâyetinde Anadolu'da yerli Rumlardan balık kültürü öğrenen bir milletizdir. Evet, bizim insanımızın mutfağında 60-70 yıl öncesine kadar balık ve balık kültürü yoktu. Balıkların nasıl pişirildiği ve yenildiği ile ilgili bilgi dağarcığı mutfağımıza yüzyıllardır bir arada yaşadığımız Rumlardan geçtiği gibi, bugün herkesin ezbere bildiği istavrit, tirsi, kefal, mezgit, çinakop, kofana gibi balık isimleri de Rumcadır.
Keşiflerden bahsetmişken, Amerika kıtasını keşfeden Kristof Kolomb'un pek bilinmeyen bir hikâyesini anlatmadan olmaz. Efendim, Kolomb keşif seyahatlerinden önce para, gemi vs. bulmak için çaldığı her kapıdan geri çevrilmesi üzerine zamanın Türk hükümdarı Sultan İkinci Beyazıt'ın (Fatih Sultan Mehmed Han’ın oğlu, Yavuz Sultan Selim'in babası) huzuruna gelerek ‘Sultanım! Bana para, gemi, silah verin, sizin adınıza ülkeler fethedeyim.’ der. Ancak ileri görüşlü olmayan padişah bu teklife kayıtsız kalır. İşte, çağını okuyamamış bir sultanın o gün tahtta bulunmasının neticesi: Yağmalanan, talan edilen koca bir kıta ve soykırıma uğratılan, bir tane ferdi bırakılmayan yerli halklar… En şaşalı devirlerinde bile büyüklükleri Osmanlı Devleti ile mukayese edilemeyecek olan Portekiz ve Hollandalılar, sırf birer denizci millet olmaları sâyesinde Antiller, Afrika, Endonezya gibi, ülkelerinden çok çok uzak topraklarda hâkimiyet kurarken, bizler elde imkân varken bile okyanuslara açılamamışızdır. Denizciliğin önemini gecikmeli olarak idrak ettiğimizde ise; Akdeniz bir Türk gölü hâline gelmiştir. Afrika, Hint Okyanusu, Endonezya kıyılarında varlık göstermişizdir, bu doğrudur fakat ticâret yollarının okyanuslara kayması ve buraların anahtarlarının İspanyol ve İngilizlere geçmesi ile yeni kıtanın bütün zenginlikleri buralara akmış ve bunlardan mahrum kalan devletimiz gerçek gerilemeye başlamıştır. ‘Zamanın ruhunu okumak’ veya ‘Târihi yaşarken yakalamak’ dedikleri de bu olsa gerek.
Prof. Dr. Mustafa Kemal Atilla: Gördüklerim, Dinlediklerim, Yazdıklarım. Ötüken Neşriyat, İstanbul 2024