Hicran GÖZE

Avukat - Yazar

Fatih ve Mürşidi

22 yaşındaki Fâtih’in İstanbul’un fethini müjdeleyen hadisin gerçekleştiricisinin, başarılı kumandanının, dünya saltanatı için, yâni nefsi için, böyle bir zaferin sâhibi olmayı istediğini düşünenler de olabilir. Bu yaşta bir delikanlının, bütün ruhî olgunluğuna rağmen bir dereceye kadar hak ettiği bir gurur duyması suç ve leke değildir. Fakat Fâtih her insanda hoş görülebilen bu kadarcık bir nefsâniyetten dahî uzak kalmıştır. Devrinin en tanınmış ve en kâmil hocalarından ders almıştır. Ecnebi hocaları da vardır. Ama Şehzâde Sultan Mehmed’in bir mürşidi olmuştur. O da Hacı Bayram- ı Velî’nin müridi, ölümünden sonra da iki halifesinden biri olan Ak şeyhtir. Dikkat etmek lâzım hocası değil mürşidi…

Çünkü hoca ile mürşit arasında çok fark vardır. Hoca da her ne kadar talebesinin mânâsına da hizmet ederse de dünyası ile alâkadardır. Hocaya çocuk “Eti senin kemiği benim” diye teslim edilir. Baba II. Murad, oğlu II. Mehmed’i asıl hocası Molla Gürâni’ye böyle teslim etmiştir. Ama Akşeyh’e kendi benliğine ait ne varsa silerek teslim olan Fâtih’tir.

Kuran-ı Kerim’de Allah (CC): “İnsanı topraktan halkettik” buyuruyor ama “O’na ruhumuzdan üfledik” diye de devam ediyor.

İşte insanın ruhu, Allah’ın ona kendi ruhundan üfürdüğüdür. Süflî unsuru ise ham maddesi olan topraktır. Mürşit, müridine, hocadan farklı olarak ruhundan haberdar edecek terbiyeyi veren insandır. İşte Fâtih, Akşeyh’e teslim olmakla İslâm’a kerrât ile teslim olmuştur.

Bizans, mürşidinin mânâsında İslâm’a tam teslimiyet içinde olan bir Sultâna teslim olmuştur.

 FETH’İN RUHU VE BUGÜNKÜ İSTANBUL

Eğer Bizans korktuğuna uğrayarak Latin serpuşlarına mekân olsaydı, zulmün ve kan kokusunun daha da kararttığı bir hâlde olurdu. Hâlbuki Fâtih, İstanbul’u gülzar yapmıştır. Gene Yahya Kemâl’e dönelim. Şâirimiz şimdiki İstanbul için:

“Suyu sızmış bir köşedeki gül gibi yavaş yavaş soldu
Yaprakları döküldü bitti” Diyor.

Ne kadar doğru… Köhne Bizans’ı İstanbul yapan, Türk ve Müslüman ruhudur. Fâtih’in olanca cömertliğiyle sapasağlam bir mahfazaya doldurduğu ruhumuz… O ruh bazı yerlerde oralara sahiplenmiş ad olmuştur. Velîlerin yüzü suyu hürmetine olanca saffeti ile ferahlık saçarken şimdi çok yer çöle dönmüş ve çölün ortasında sanki bir kaktüs gibi diken dolu bir başka İstanbul boy atmaya başlamıştır. Bu ezansız ve Kur’ansız semtlerin rehberliğinde gelişen yeni bir İstanbul’un, kendisini fetheden ruhu inkâr eden, bir dejenere İstanbul’un karşısındayız.

Mânânın ne kadar mühim olduğunu, sadece bir hesap neticesi yükselen ruhsuz ve zevksiz binalarla dolu bu türedi İstanbul bize anlatıyor.

Feth’in şu yeniden idrak edildiği günde onun madde ihtişamından çok mânâsı üzerinde duruşumuz da bundan… O maddî ihtişam da zâten o mânânın neticesi değil mi? Surları delik deşik eden koca donanmayı karadan Haliç’e indiren Büyük Fâtih’in zekâsıdır. Kılıcı maharetle sallayan bileğinin kuvvetini inkâr edemeyiz. At sırtında kükremiş bir aslan gibi dövüşen vücudunun sağlamlığı ile övünebiliriz. Onu Osmanlı’nın belki en âlimi yapan ilmi ile iftihar ederiz. Ama biz bütün bu saydıklarımızı, felâket ve zulüm hâline dönüştürmeyen feth’in mânâsına tekrar dönelim:

Âdeta cezbe hâlinde istediği “Ya ben Bizans’ı alırım ya Bizans beni” diye fikr-i sabit hâline getirdiği ideali gerçekleştiği an nasıl bir sultan görüyoruz? 22 yaşında dünyevî planda en eşsiz bir mevkie erişmiş bu delikanlı padişah o an ne yapmıştır? Önce şükür secdesine kapanmıştır. Feth’in gerçekleşmesi için ısrarla dua istediği mürşidine şükran doludur. Şehre girerken mürşidi de yanındadır. Kendisinden 42 yaş büyük olan bu nurânî yüzlü ak sakallı pîr, Bizans’ın alışık olmadığı bir çehrenin sahibidir. Müridi olan Sultân’ın teslim olduğu nizamın, yâni inancının icabını yaptığını görerek iftihar etmektedir.

O genç Sultan ki Batı’nın merkezi olan bu şehirde orayı dolduran halkın değil, yalnızca Ayasofya’nın dînini değiştirmiştir. İnsana eziyet eden işkenceci Ortaçağ zihniyetini silen bir hak anlayışı ile Ayasofya’nın maddesine ihanet etmeden din değiştirtmiş ve ilk Cumâ’yı orada eda etmişti. Halka bolca dağıtılan müsamaha, çok mânâlı olarak Ayasofya’dan esirgenmiştir.

Hz. Peygamber her savaş dönüşü “Esas büyük savaş başlıyor” buyurmuşlardır. Bu insanların nefisleri ile yapacakları savaşa işarettir.

KOCA FÂTİH DERVİŞLİĞE TÂLİP

İşte derviş Padişah da bu işaretin ışığında. Fetih’ten sonra nefsi ile karşı karşıya gelmiş, onu bu muazzam hâdiseden sonra, mürşidine teslim olarak takip ettiği yolun neticesi daha da küçük görmüş, faniliğini olanca şiddeti ile hissetmiştir. Âdeta dünyevî vazifesinin bittiğini düşünmüş, hissettiği bu boşlukla Akşeyh’e koşmuştur. Maksadı şeyhinin yoluna baş koyarak, padişahlığı da sultanlığı da terk edip dervişliğe dönmektir.

Fakat mürşit, Sultân’ın bu arzusuna bîgâne kaldığını çadırında yerinden dahi kalkmayarak açıkça göstermiştir.

“Mâlik olman sâlik olmandan daha doğrudur” diyerek meseleye kesin olarak halletmiştir.

Tahtı ve gazayı ciddî olarak ilk planda işaret eden parmaklar karşısında faniliğinden ürkmüş, o fanilikle çatışan saltanâtın büyüklüğünden dehşete kapılmış genç padişah ise âdeta hiddetlenmiştir. Fakat Akşeyh konuşmaya devam etmiştir “Bu yolda mânevî lezzet vardır. Bu lezzeti duyunca emr-i saltanat gözden düşer, sen ise mesâlih-i devlet gereği ile ifâ ve levâzım ve merâsim-i saltânatı lâyıkı ile icrâ edemezsin Ahvâl-i âlem muhtel olur”

Hakan buna rağmen ısrar etmiş mürşidi ile müridi arasındaki münasebet herkesi endişeye düşürecek bir noktaya gelmiştir.

ÇADIR VAK’ASI

Akşemseddin’nin kendisini bir gece çadırında tekrar ziyaret eden müridini kerâmetli kolları arasında sıkışı meşhurdur. Bu sıkış, Fâtih’in ağzından şöyle anlatılmıştır: “Kalbimde merkûz olan, inhiraf ve irsiraf ol halde benden münsarif olup hatırımda mütemekkin olan buğz-u adâvetin yerini kemâl-i muhabbet ve nihâyet-i meveddet temekkün eyledi” Bu kucaklaşma Fâtih’i murat edilen noktaya oturtmuş, o pek çok tasavvuf erinin imtihan olarak çekildiği dünyevî makama, kendisine, nefsinin arzusuna rağmen gönderilmiştir.

Bu dünya makamı gerçekte padişah sarayı değil, at sırtıdır, gazâ meydanıdır. Koca Fâtih son nefesini sarayda değil, mürşidinin işareti ile baş koyduğu mânâ uğruna çadırda vermiştir. Bir çadır sohbetinde cihada adanan can, gene bir çadırda Allah’ına teslim olmuştur.

Fatih’in ömür boyu at sırtında yorulan bedeni ancak kabrinde dinlenmiştir. Mana âlemindeki hazlara dalmasına dünyadaki vazifesi için müsaade edilmeyen koca Hünkâr’ın vücut kafesinden kurtulan ruhu, umarız ki şeyhi Akşemseddin ile rahatça halvettedir. Dünyada hasret çektiği fakat dininin ve milletinin devamı uğruna tam dalamadığı mana denizine artık dalmıştır.

“Zülfünün zencirine bendeyledi şâhım beni
Kulluğundan etmesin Azad Allah’ım beni”

diyerek her dem niyaz ettiği Yaradan’ının varlığı ile artık hiçbir engele rastlamaksızın buluşmuştur.

BÜYÜKLÜKTEKİ HAKİKİ ÖLÇÜ

Hz. Ebubekir, Allah resulünün yürekler parçalayan ölümü karşısında kendisinden geçerek “O’na kim öldü derse boynunu vururum” diye haykıran Hz. Ömer’i Kur’an’ın bir ayetini okuyarak kendine getirmiştir: “Kim Hz. Muhammed’e (S: A) tapıyorsa bilsin ki O ölmüştür. Kim Allah’a tapıyorsa O ölmez ezelî ve ebedîdir.”

İşte İslâm’ın ham maddesi toprak olan, nefse sâhip oluşu sebebiyle diktatörleşmeye, alçalmaya çok müsait olan insanı en yüksek mevkilerde iken bile kendisine getirecek ölçüsü budur. Batıdan, medeniyeti canavar haline getiren maddeye dayalı ölçüsüzlüklerle dolu Batıdan farkı budur. Fetih’in Ortaçağ’ı kapayan manası, İslâm’ın bu çok yeni mesajında toplanmıştır.

İnsan cinsinin en mükemmel örneği, âlemlerin yaradılış sebebi Yüce Peygamber dahi ölümü tatmış bir kuldur. O’nun mağaradaki ikincisi, dostu, fani vücuda tapılamayacağını Peygamber’in aziz vücutlarına işaretle en güzel şekilde ifade etmişlerdir. İnsan yaratılışındaki toprak dolayısı ile küçülmeye, Allah’ın kendisine üflediği ruh sebebiyle yükselmeye hudutsuz derecede istidatlıdır.

Fâtih gibi insanlar ruhlarını örten toprağı nefislerini acıtırcasına kazıyabildikleri için büyüktürler. En büyük insan Allah Resul’ünün ve O’nun bize bildirdiği en son dinin prensiplerini kalbe nakşedebilen mürşitlere teslim olmayı bilebildikleri için büyüktürler.

Kendilerine tapacak, kulluk edecek kalabalıklara değil, liderlerine daima Hakkın ölçüsünü hatırlatan, dalkavuk olmayan insanlara yâni sürü olmayan milletlere baş olmuşlardır. Başı çekmeye dünya nimeti olarak kendileri talip değil, külfet ve çile olarak memur edildiklerine inanmışlardır.

Maddeye ağırlık tanıdığı için bedbaht kalabalıklar ve Allah’ın yerine geçip ölçü imal etmeyi büyüklük sanan kof gönüllerin sâhibi liderler yetiştiren asrımızda Fâtih gibi hakikaten büyük şahsiyetleri manevi yönleri ile tanımaya mecburuz.

Ecdadımız, muhakkak kuvvetli ve dayanaklı bedenlere de sâhipti. Ama bizler pek çok güçlü bedenin sinir kliniklerinde, psikiyatrist kuyruklarında kıvrandığı bunaldığı şu madde cinneti ile dolu asrımızda hepimize şu cennet şehri ve vatanı bırakanların, maddî değil, manevi dünyalarını büyük bir açlıkla didik didik etmeye, anlamaya ve anlatmaya her zamankinden daha çok muhtacız.