Türkiye’de din alanındaki bilgi boşluğu, tahmin edilebilecek olanın çok ötesindedir. Bu durum, bir kısım insanların bilmedikleri şeyin düşmanı olmalarına yol açtığı gibi, bazı insanların saf temiz dinî duygularının, başta siyasîler olmak üzere, bazı odaklar ve kişiler tarafından acımasızca sömürülmesine, hatta insanların yaşama sevinçlerini yitirmelerine bile sebep olabilmektedir. Türkiye’de dini savunur görünenler de, laiklik adına “dine değil, şeriata” karşı olduklarını söyleyenler de, din konusunda bilimsel nitelikli bilgiden yoksun görünmektedirler. Sorunlara kalıcı çözümler üretebilmek, öncelikle konu hakkında doğru bilgi sahibi olmayı gerektirir. Türkiye, çok ciddi bir kriz döneminden geçmektedir. Hızlı kültür değişiminin dalgaları oturmadan, tüm dünyanın içine sürüklendiği baş döndürücü sosyal değişme süreci, ister istemez Türkiye’yi de etkisi altına almıştır. Değerler alanı altüst olmuştur. Demokrasi, hâlâ oturmamıştır. Tarih, Türk insanını, insanlığın genel gidişinde etkin roller alma hususunda, bilinçaltından sürekli uyarmaktadır. Mevcut konjoktür, biz yeterince değerlendiremesek de, Türkiye’nin önüne, “yeni bir uygarlık yaratmayı” bile düşündürecek yeni fırsatlar koymaktadır. Bu bakımdan, kriz ortamını, hem bir mayalanmanın sancıları olarak, hem de, olumsuzlukların doygunluk noktasına yaklaşması olarak okumak mümkün görünmektedir. Türkiye’nin Müslüman ülkeler arasında kendine özgü bir yeri vardır.
Bu konuda, Pakistanlı büyük alim, merhum Prof. Dr. Fazlurrahman, 1977 yılında, İslam isimli eserinin Türkçe baskısı için yazmış olduğu önsözdeki tespitleri dikkat çekicidir: “Müslüman ülkelerinin çoğunda, iyi düzenlenmiş bir İslam eğitim örgütü bile mevcut değildir. Sadece Türkiye, 1949’dan beri insana gerçekten umut veren bir İslam eğitim çerçevesi veya örgütü meydana getirmeyi başarmıştır. Ayrıca Türklerin, Batı kültürü hakkında oldukça yakın, sistemli ve uzun tecrübesi bulunması ve bugün bir bakıma İslamı ‘yeniden keşfetmekte’ olması dolayısıyla bu ülkede İslam Rönesansının zengin ve anlamlı olacağını ümit etmek açısından önemli sebep bulunmaktadır. Çünkü geleceği ilgilendiren köklü meselelerle saklambaç oyunu oynamayıp, bu meseleleri hakkıyla karşılamak için lüzumlu cesarete sahip olmak, Türklerin ulusal karakterinde yerleşmiş bir unsurdur. Muhammed İkbal’in de ümit ettiği gibi, Türkiye’nin bir kez daha yeni ve semereli bir İslam Rönesansının öncüsü olduğunu ispatlaması pekâlâ mümkündür”. (Fazlurrahman, İslam, çev. M. Aydın- M. Dağ, İst. 1992, XXXXVI.) III. Din Alanındaki Sorunların Tarihsel Arka planı Osmanlı İmparatorluğu’nun duraklama dönemine girmesi, Batı’nın yavaş yavaş kendi “Orta Çağ”ının karanlıklarını yırtmaya başlaması anlamına gelmektedir. Rönesans, Reform, Aydınlanma, Sanayî Devrimi, Fransa İhtilali, Batı Medeniyeti’nin teşekkül sürecindeki önemli köşe taşlarıdır. Batı, Sanayî Devrimi ile birlikte, teknolojik üstünlüğü yakalamıştır. Teknolojik üstünlüğü yitiren Osmanlı Devleti, din anlayışını yenileyememiş, eğitim alanında gayret göstermesine rağmen, köklü reformları gerçekleştirememiş, ekonomik açıdan Kapitülasyonların ağırlığı altında ezilmeye başlamıştır. Sonunda, Osmanlı Devleti, toprak kaybetmeye başlamıştır. İşin en kötü yanı, kaybedilen topraklar, Fransızların, İngilizlerin, İtalyanların ve Rusların sömürge alanı haline gelmeyi başlamıştır. Sevr anlaşmasından sonra, Anadolu bile Yunanlılar, İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar ve Ruslar tarafından paylaşılmıştır. İstiklâl Savaşı, Anadolu’nun birkaç yıl içinde işgal kuvvetlerinden temizlenmesini sağlamıştır. İlk toparlanan Türk insanı olmuştur. Daha sonra, diğer İslam devletleri, yavaş yavaş bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Bu ortaya koyduğumuz tablo, 19. ve 20. asırların, Müslümanlar için, ilk defa Batı gerçeği ile karşı karşıya geldikleri dönemler olduğunu göstermektedir. Kelimenin tam anlamıyla bir kriz ortamı söz konusudur. Batının bilim ve teknoloji alanındaki üstünlüğü, göz kamaştırmaktadır. Batı kültürü, pek çok Müslümanın yüreğinin yağını eritmektedir. Fiilî sömürge durumu, bir yandan, Batı kültür ve değerlerinin etki gücünü arttırırken, diğer yandan da, bağımsızlık özlemlerini ateşlemektedir. Koşullar, doğal olarak bir kimlik bunalımını hazırlamıştır. Değerler alanı altüst olmuştur. Her şeyin meşruiyeti tartışılır hale gelmiştir. Müslümanlar, Osmanlı şemsiyesinden uzaklaşırken, hem kendi başlarının çaresine bakmak, hem de, tarihle hesaplaşmak zorundaydılar.
Tarihî, sosyal, ekonomik, kültürel, askerî ve siyasî açıdan bir kriz ortamı söz konusuydu. Güç durumda kalan birey ve toplumlar, doğal olarak tecrübelerine başvururlar. İşte, 19. asırdan itibaren İslâm’ın Müslümanlar için yeniden ön plana çıkması, kriz ortamından kurtulma çabalarının bir sonucudur. Tarih, Weber, Durkheim, Berger gibi Batılı sosyologların “sosyal ve ekonomik yoksulluğun dinî bağlarda bir artışa yol açtığı” şeklindeki tespitlerini (bk.Dale W. Wimberley, “Socioekonomic Deprivation and Religious Salience: A Cognitive Behavioral Approach”, The Sociological Quarterly 25 Spring, 1984,223-4) doğrulamış ve dinin, güç durumda kalan insanlar için vazgeçilmez bir sığınak olduğunu göstermiştir. Ancak, “kriz dönemlerinde insanlar, özgürlükçü ve daha az tanıdık olan inanç biçimlerine veya köklü kültürel gelenekler ile değerler konusundaki denemelere kolay kolay yanaşmazlar. Tersine, değerler ile gelenekler konusunda iyi tanıyıp bildikleri esaslara tutunurlar. Çağdaş İslam toplumu da çeşitli başarısızlıklar içinde görüldüğü için, İslamcılar, sorunun temel nedeninin kesinlikle İslam’ın özünden uzaklaşılması olduğunu öne sürmektedirler.” (G.E.Fuller-Ian O.Lesser, Kuşatılanlar İslam ve Batının Jeopolitiği, çev. Özden Arıkan, İst.1996, s.96). Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasından sonra, dünya haritası, yeniden, ama Batının istediği biçimde şekillenmiştir. Halkı Müslüman olan devletlerin çoğu, 1940’lardan sonra bağımsızlığına kavuşabilmiştir. Bu ülkelerde, İslâm, sömürgecilere karşı verilen bağımsızlık mücadelesinin simgesi olduğu gibi, kimlik arayışının da odak noktasında yer almıştır. Doğal olarak halk yeterli derecede bilgi sahibi olmamasına karşın dindarlığı tercih etmiştir; aydınlar ve idareciler de, -Suudi Arabistan hariç- Batı'ya ve Batılı değerlere daha yakın olmuşlardır. Bütün İslâm ülkelerinde bir aydın-halk sürtüşmesi ortaya çıkmıştır. Doğrudan dine bakış açısıyla ilgili olan bu sorun, halen varlığını çeşitli şekillerde devam ettirmektedir. Sadece Türkiye, diğer İslâm ülkelerinden farklı bir yol izlemiş, Cumhuriyet ilan edilmiş, laik ve demokratik bir yapılanmaya geçilmiş, inkılaplar yapılmış, kısaca her şey tepeden tırnağa değiştirilmiştir. Bu bağlamda, 20. asır, Türkiye’nin, belki de insanlık tarihinde bir örneğinin daha bulunmadığı bir hızlı kültür değişimine maruz kalışına şahit olmuştur. a. Osmanlı Devleti’nden Devraldığımız Mirasla İlgili Hesaplaşma Yapılmamış ve Defterler Henüz Kapanmamıştır.
aa. Siyasî Miras Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın mirası üzerinde kurulmuştur. İmparatorluktan Cumhuriyete geçilmiştir. Ancak, gerek halkımız, gerekse siyasîlerimiz, hâlâ Osmanlı İmparatorluğu devam ediyormuşçasına düşünmekte, olayları, imparatorluk gözlüğü ile görmekte ve değerlendirmektedirler. Hiç kuşkusuz, bazen böyle düşünmeye ve değerlendirmeye ihtiyaç vardır; ancak, bunun alışkanlık haline getirilmesi, üstelik de, “çöküş sürecindeki zihniyet” ile hareket edilmesi, bizi gerçeklerden uzaklaştırmaktadır. Siyasî parti liderleri, kendilerini imparator gibi görmekte, halkı da tebaaları olarak düşünmektedirler. Öyle zannediyoruz ki, siyasî liderlerin “ölünceye kadar lider” olma arzusu, toplumun da buna yatkın olması, söz konusu zihniyetin bir ürünü olarak görülebilir. Türkiye, hâlâ demokrasi kültürünü üretememiştir. Bunun sebebi, demokrasi kültürünü üretecek olan “demokrat” zihniyete geçemeyişimizdir. Kültürü üretecek olan, bakış açısıdır; zihniyettir. Türkiye’de, “ben demokrasiyi çok severim, benim partim iktidar olursa” zihniyetinin egemen olduğunu görmezlikten gelemeyiz. Türk aydını, bir türlü demokrasiyi içine sindirememiştir; çünkü demokrat değildir. Batı’yı anlayamadığı için, Türk halkına üstten baktığı, onu küçümsediği için demokrat değildir. Eleştiriye kapalı olduğu için, demokrasiyi içine sindirememiştir. Dindar olan insanlarımız da, geleneğin esiri oldukları için, demokrasiden korkmuşlar; onun dine zarar vereceğini düşünmüşlerdir. Cumhuriyetin, laikliğin ve demokrasinin üzerine oturacağı siyasî ve kültürel zemin, çok fazla önemsenmemiş; tarihimizden, bol miktarda mevcut olmasına rağmen, zemini sağlamlaştıracak bağlantı noktaları hiç aranmamıştır.
Cumhuriyet, laiklik ve demokrasinin, Türk toplumunun sahip olduğu değerlerle örtüşebileceği gerçeği, çoğu zaman göz ardı edilmiştir. Türkiye’de, “demokrasi” kavramı sözlüğümüze girdiğinden beri, özellikle aydınlarımız, -belki de halka tepeden baktıkları için- demokrasiyi içlerine sindirememişler; sağlıklı demokrat olmayı pek başaramamışlardır. Hilâfet kaldırılmış olmasına rağmen, “hilâfet”in İslâm’ın özü ile ilgili olmadığı gerçeği, insanımıza, bugün bile lâyıkıyla anlatılabilmiş değildir. Oysa, hilâfet kaldırılırken Mecliste yapılan tartışmalar, kitap haline getirilerek insanlarımızın önüne konulmuş olsaydı, dinî saiklerle Cumhuriyete ve demokrasiye karşı çıkanlar, bu tutum ve davranışlarının İslâmî nitelikli olmadığını kolayca görebilirlerdi. O dönemde yapılan tartışmaların seviyesi, şu sıralar konu hakkında konuşanların sergiledikleri seviye ile mukayese bile edilemeyecek derecede yüksekti. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki olağan dışı durumu, bunun gereklerini anlayışla karşılamak mümkündür. Ancak, çeyrek asırdır, geçiş dönemindeki koşullar içindeymişçesine davranmak, toplumun sağlıklı düşünmesini, sağlıklı bir demokrasi kültürü oluşturmasını engellemiştir. Cumhuriyet, demokrasi ve laiklik, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yapılanması sürecinde köşe taşlarını oluşturan ana ilkelerdir. Bugün, hâlâ demokrasinin oturmadığı söyleniyorsa, hâlâ laiklik tartışılıyorsa, bu ilkelerin, hiçbir önyargıya kapılmadan, açık yüreklilikle gözden geçirilmesi gerektiğini kabul etmeliyiz. Toplumun bir kesimi, bu köşe taşlarına, hâlâ “Batı’dan ithal” ilkeler olarak bakabiliyorsa, bunun sebeplerinin iyi tespit edilmesi, Türkiye Cumhuriyet Devleti’nin geleceği açısından büyük önem arz eder.
Türk milleti, devleti uğruna canını feda etmekten hiçbir zaman çekinmemiştir, çekinmez de. Ancak, Devlet, millet için varolduğu gerçeğini unutursa, kendisini sevecek insan bulmakta zorlanabilir. Bir asra yaklaşan Cumhuriyet tecrübemizde, devlet-millet diyalogunda zaman zaman ciddi kopukluklar olduğunu görmezlikten gelmek mümkün değildir. Milletin, devlete olan güveninin, milletin ısrarla direnmesine rağmen, sarsılmak istendiğini düşünmeden edemiyoruz. Türk milleti, dünyanın en köklü devlet geleneğine sahip milletlerinden birisidir. Devlet, bu geleneğin üzerine oturmak zorundadır. Türk milletinin, cumhuriyetin, laikliğin ve demokrasinin kendisine sağladığı imkanlardan daha aşağısına razı olabileceğini düşünmek, bu millete saygısızlık olur. Bu milletin siyasî tecrübesi, dünya standartlarının üstünde bir demokrasi, dünya standartlarının üstünde bir laiklik üretmeye müsaittir. Ancak, şimdiye kadar milletimizin önüne, böylesi hedeflerin hiç konulmadığını hemen belirtmeliyiz. Demokrasi ve laiklik, en küçük bir rüzgarda söneceğinden korkulan bir mum gibi, fânus içinde korunmak istenmiştir. Bu durum, hem demokrasi kültürünün oluşmasını engellemiş; hem de birtakım insanların, laikliği bir prestij ve çıkar aracı olarak kullanmalarına imkan sağlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’dan intikal eden siyasî mirasla, sağlıklı bir hesaplaşmayı, maalesef başaramamıştır. Demokrasi kültürü üretilememiştir. Bunun sebebi, “demokrat” olan insan tipini yetiştiremeyişimizdir. Din olgusu görmezlikten gelinerek, Müslüman insanı küçümseyerek demokrasi kültürü oluşturmak, kanaatimizce pek mümkün değildir. ab. Kültürel Miras Türkiye, Cumhuriyetle birlikte, çok hızlı bir kültür değişikliğine sahne olmuştur. Harf inkılabı, geçmişle köprüleri yıkıp atmıştır. Selçuklu ve Osmanlı’nın kültürel mirası, sadece şifahî olarak yeni nesillere aktarılmıştır. Cumhuriyetle birlikte gerçekleştirilen inkılaplar, daha çok kültür değişikliğini amaçlamıştır; böyle bir amaç olmasa bile, en azından otaya çıkan sonuç, böyle bir amacın hedeflendirdiğini düşündürmektedir. Kültür değişikliği, sosyal değişmenin kaçınılmaz bir sonucudur. Ancak, kültür değişikliğinin sağlıklı olabilmesi için, önce, hedeflenen istikamette bir zihniyet değişikliğine ihtiyaç vardır. Tarih boyunca, doğrudan kültür değişikliğini hedef alan faaliyetlerin, uzun vadede kalıcı başarı elde edemedikleri gözlenmektedir. Sağlıklı bir zihniyet değişikliğini müteakip ortaya çıkan kültür değişmesi, daha kalıcı, daha tutarlı olmuştur. Bunalımlı dönemlerde, insanların gözleri maziden bir şeyler aramaya başlar; çıkış yolu, daha çok mazide aranır. Bu durum, hızlı kültür değişikliğinin yaşandığı dönemlerde, hem kimlik arayışı, hem de değişikliğe direnme arzusunun tezahürü olabilir.