Haluk ailenin haşarı ve şımarık çocuğuydu. Annesi ve babası senelerce evlat sahibi olabilmek için uğraşmışlar tam ümidi kestikleri anda Allah onlara evlat vermişti. Bu yüzden Haluk'a asla"--hayır" denmez her istediği alınır ve yapılırdı.
Bu şımarıklığı dördüncü sınıfın yaz tatilinde iken yaşanılan deprem felaketi ile son bulmuştu. Tüm ailesini depremde kaybeden Haluk ruhen büyük bir sarsıntı geçirdi. Komşuların yanına sığındı. Öğretmeninin ve komşuların desteğiyle ilkokulu bitirdi. Daha sonra Erzurum'dan üvey teyzesi ve eniştesi gelerek onu Erzurum'a götürdüler. Erzurum'daki evin yaşam tarzı ve terbiye düzeni ona hiç uymadı. Eniştenin sert karakteri ve her kızdığında çocukları tokatlaması ona garip geliyordu. Ayrıca kendisine adıyla değil de "büyük şehir züppesi " diye hitap etmesi kızdırıyor. Yatağına yattığı zaman gizli gizli ağlıyordu.
Bir odada üç kişi yatıyorlardı. İki kuzeni vardı. Hakan ondan iki yaş büyüktü. Ömer ise bir yaş küçüktü. Onlar Haluk'u sevmediler. Odalarını onunla paylaşmaktan hoşlanmadılar. Odamızı daralttı… Hep bizimle mi kalacak diye aralarında konuşup onu dışlıyor ve annelerine şikâyet ediyorlardı.
Bir gün kuzenlerinden biri annesinin cüzdanından para alıp Haluk'un eşyalarının arasına sakladı. Paranın eksikliği ortaya çıkınca ev arandı. Kayıp para Haluk'un eşyaları arasında çıktı. Oysa ki; Haluğun haberi bile yoktu. O Suçsuzdu. Eniştesi tarafından iyice bir dayak yedi. "--ben almadım " dedikçe dayak şiddetlenerek devam etti. Dayanacak gücü kalmayınca düştü bayıldı. Bayıldığı yerde perişan durumda saatlerce kaldı. Kimse onunla ilgilenmedi. Sabaha karşı kendine gelen Haluk evdekilerin uykuda olmasını fırsat bilerek kaçtı. Sokaklarda dolaştı dolaştı. Bir yandan da İstanbul'a nasıl dönebileceğini düşündü durdu. Parası, eşyası hatta kimliği bile yoktu. Yol kenarında durup beklemeye başladı. Bu arada vücudundaki morluklardan dayağın izlerini taşıyan zayıf bedeninden çok kalbi acıyor.
Kendine atılan hırsızlık damgası onu kahrediyordu. Bir yandan titriyor bir yandan da "---ben hırsız değilim " diye mırıldanıyordu. Arabalar gelip geçiyor. Kimse onu arabasına almak istemiyor gibiydi. Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu ki önünde bir kamyon durdu. Kamyon şoförü tonton bir amcaydı. Söylediğine göre onunda çocukları vardı. Haline acıyan adam Haluk'u en yakın benzin istasyonuna götürdü. Morluklarına ilaç sürdü. Karnını doyurdu. Olanı biteni sordu. Haluk her şeyi anlattı. Kamyoncu
Haluk'a " --- hadi artık gidelim "derken bir yandan da "--vah! yavrum vah! " diye kendi kendine söyleniyordu. İstanbul'a doğru yola çıktılar. Karnı doyan Haluk derin bir uykuya daldı.
Gecenin karanlığında kamyon saatlerce yol kat etti. Arada çay ve ihtiyaç molası için durduklarında bile Haluk uyanmadı. İstanbul yakınlarında jandarmanın yol kesmesiyle kamyon sarsılarak durdu. Haluk gözüne tutulan ışıkla zorda olsa uyandı. Yapılan aramada kamyona yüklenen malların arasında uyuşturucu bulundu. Kamyon şoförü tutuklanırken Haluk yaşı küçük olduğu için ve kamyon şoförünün " --yoldan aldım gariban " demesiyle serbest bırakıldı. Ayrılırlarken şoför Amca Ona "-------eski mahallene git. Öğretmenini bul " diye seslendi. Jandarma minibüsüyle de olsa bir şekilde İsranbul'a ulaşan Haluk biraz yürüdükten sonra tesadüfen karşısına çıkan parka girdi. Bir banka oturdu. Açlıktan ölüyordu. Başına gelenler onu sarsmıştı. Ne düşüneceğini ne yapacağını bilemez haldeydi. Parkta dolaşan simitçi çocuk gelip yanına oturdu. Derken oradan buradan konuşmaya başladılar. Adı Orhan olan simitçi çocuk ona "--aç mısın? simit al, çok taze "dedi. Haluksa "----çok acım ama hiç param yok" diye cevap verdi sonra "---bu koca şehirde nasıl yaşayacağım? Ne iş yapabileceğim" diye söylendi. Orhan ona simit ve su ikram etti. Sonrasında simit satmak isteyip istemediğini sordu. İstersen sana simit tezgâhı ayarlaya bilirim dedi. Birlikte gittiler. Orhan aracı oldu. Fırıncı Necmi Ağabeyden simit ve simit tezgâhı aldılar. Orhan "--Hayırlı satışlar" diyerek yeni arkadaşına şans diledi. Böylece İstiklal Caddesinde simit satmaya başlamıştı ki; kalabalıkta bir düdük sesi duyuldu, Haluk tezgahını toplayıp kaçana kadar biranda ortaya çıkan belediye zabıtası simit tezgahını aldı götürdü. Kaldırımda donup kalan bahtsız
Haluk çaresizce yere dökülen üç- beş simiti toplayarak oradan uzaklaştı. Sokaklar, caddeler yine sokaklar başıboş nereye gittiğini bilmeden saatlerce yürüdü yürüdü kırgındı kızgındı öfke doluydu. Ayakları o nu taşıyamaz hale gelince yatacak bir yer aradı. Boşaltılmış; yıkık dökük viranelik bir binaya girdi. Bir köşeye sığındı. Sızdı. Bir süre sonra sesler duyarak uyandı. Sığındığı binada yalnız değildi. Sokak çocuğu olduklarını olduklarını söyleyen bir gurup çocukta orada barınıyordu. Haluk onlarla tanıştı. Sonra birkaç çocuk daha geldi. Son gelenler tiner çekiyorlardı. Haluğa da teklif ettiler " --- üşümezsin. Dertlerini, acılarını unutursun "dediler. Bir an olsun unutmak unutabilmek ona cazip geldi. Böylece tiner çekmeye başladı.
Her şey toz pembeydi. Unutmuştu. Acılarını, dertlerini ve kendini... Tinerden uyuşturmaya geçmek kolay oldu. Satma işine de bulaştı. Satma işine de bulaştı. Satma karşılığı mal birazda para kazanıyordu. Aldığı para ile anca yarı aç yarı tok geziyor. Bazen de para dahi istemeden mal çekip gün geçiriyordu. Sağlığı gitmiş, karakteri bozulmuş, yerine ruh gibi gezen kavgacı, öfke dolu bir tip gelmişti. Bir gün polis operasyonunda sivil polise mal satarken yakalanıp hapse düştü. Koğuşta kaldığı dönemde de bir sürü şey yaşadı. Cezası bitip çıktığında tam bir baş belası olmuştu. Şartlar ve hayat onu "hani bazen ara ara dalaşmaman gereken birine rastlarsın ya işte o benim "noktasına getirdi. Hayatındaki en güzel anıları ailesi ile geçirdiği yıllara aitti.