A Futbol Millî takımımızın 2024 Avrupa Futbol Şampiyonası için, Almanya’da, Avusturya ile, 02.07.2024 tarihinde oynadığı maçta, millî futbolcumuz Merih Demiral’ın ikinci golden sonra “BOZKURT” işâreti yapması ve seyircileri selâmlaması, yüzlerce senelik BOZKURT’u, sâdece Türkiye’de değil, dünyada da günü konusu yaptı.
Demek ki, BOZKURT’ varmış, deyip, Türkiye’dekinden, kısaca, bahsetmek istiyorum:
Bilhassa televizyonlarımızda, gazetelerde, videolarda, yâni, yazılı, görülü ve sesli her ne yayın vasıtası var ise, en ateşli ve en heyecanlı konuşmaların merkezinde BOZKURT bulunmaktadır.
Önce, birkaç not: Birincisi, 1978-1979 dönemi hükûmetinin, Türkiye’deki bütün Eğitim Enstitüsü hocalarını -ben dâhil- ‘sürgüne’ göndermesinin yegâne sebebi buydu. Yâni, bu BOZKURT öyle bir yaramaz şeydi ki, Türk büyüklerinin tablolarıyla berâber, Ergenekon tabloları, bütün koridorlardan sökülüp atılmıştı.
Hâlbuki, ben, Kara Harp Okulu’nda okurken (1961-1963), kantinlerimizin baş köşesinde, Atatürk tarafından ressam Ratip Tahir Burak’a yaptırılan Bozkurtlu Ergenekon’dan çıkış tablosu vardı.
İkincisi; 2010’da, Başbakan: “Ben bozkurtlarla dolaşmıyorum. Eşref-i mahlukat olan insanlarla dolaşıyorum” deyip Bozkurt’u aşağılamamış mıydı?
Üçüncüsü; daha yeni sayılır; 2015 yılında, Uşakta, bir hanımefendi, Cumhurbaşkanı geçerken Bozkurt işâreti yaptı diye gözaltına alındı. (Bknz. Hürriyet.com.tr-Mayıs 29.2015 01.18)
Peşinen şunu söyleyeyim: Her milletin, kendine mahsus, kendi kültür değerleri içinde bir de sembolü vardır. Rus’unki, ayıdır; Alman’ınki, kartaldır; İngiliz’inki, arslandır; F(ı)ransız’ınki, horozdur; Çin’inki, ejderhadır; İspanya’nınki, boğadır; Amerika’nınki, maymundur; Avustralya’nınki, kangurudur…ve çok tabiî olarak, bizimki yâni Türk Milleti’ninki de, BOZKURT’tur!..
Gelelim bugüne…Yazarlar, akademisyenler, siyasetçiler daha nice görüş beyan edenlere bakıyorum da, bu BOZKURT’un ne kadar faziletli, ne kadar sevimli, ne kadar mülâyim, ne kadar canayakın, ne kadar asâletli, ne kadar cesur ve daha nelere sahip olduğunu duyunca tebessüm ediyorum ve göğsüm kabarıyor!..
Dinlediklerimin ve okuduklarımın çoğu, Bozkurt’u, Atatürk’ün etrafında döndürüp duruyorlar!..
Haklarını yemeyeyim, târihî muhtevaya giren birçok değerli fikir adamımız da oldu….
Arkadaş; Atatürk’ün kurduğu partinin hem ambleminde Bozkurt vardı ve hem de, umdelerinden biri “milliyetçilik”ti.
Peki; Atatürk’ten sonra, ne oldu da, BOZKURT’a olanca güç ile saldırıldı, aşağılandı, küçümsendi ve hakaret edildi?
Tarihten haberdar olmayanlar, şu anda dahi, havanda su dövmektedirler…
Dünki BOZKURT hakaretçileri, bugünün en önde övücüleri olmuşlar gibi!..Bu da, ayrı bir mesele!..
Bir defa şunu söyleyeyim: Atatürk, elbette ki, büyük bir Türk Milliyetçisi’dir. Türkçü’dür. Vatanperverdir. Türk Birliği’ni sağlamada, en önde adım atandır…Bunları, O’nun söylediği her sözde, yaptığı her icraatta ve açtığı her müessesede bulmak ve görmek mümkündür!...
Atatürk yağcıları, sahte Atatürkçüler, Atatürk kalpazanları maalesef yine sahnededir…
Söyleyeceğim şudur: Bugün konuşanlar arasında, birçok p(u)rofesör de dâhil, Orhun Kitâbeleri’nden söz eden hiç kimse yok. İsterseniz oradan başlayayım:
“Babam kağanın askerleri, KURT gibiymiş. Doğuya, batıya sefer eyleyince 700 savaşçı olmuşlar. Devletsiz kalıp, Türk töresini kaybetmiş halkı, atalarımın dedelerimin gelenekleriyle yeniden oluşturmuş.” (Orhun Âbideleri/Kül-Tigin Âbidesi-Güney Cephesi)
Elbette ki, OĞUZ KAĞAN DESTANI’ndan da haberleri yoksa, iki golün ardından, yiğit bir futbolcumuzun şahlanarak ve gurur duyarak yaptığı BOZKURT işareti, yirmi birinci asrın bugününde, Türkiye’nin gündemi olur..
Diyeceksiniz ki, Avrupa’yı bir cümleyle geçiştirdin. Öyle!..Benim yazılarımı okuyanlar, onlar hakkındaki kanaatlerimin, “bize/Türk Milleti’ne bakışlarının nasıl olduğunun, artık düşünmeye değmeyeceğini bilmelidirler.
OĞUZ KAĞAN DESTANI’nında ne diyor peki?
“Ben sizlere oldum kağan
Alalım yay ile kalkan
Nişan olsun bize buyan
BOZKURT olsun (bize) uran…”
(Buyan=Nehir; Uran= Savaş çığlığı, nârası)
“Demir kargı olsun orman,
Av yerinde yürüsün kulan,
Daha deniz, daha müren,
Güneş bayrak, gök kurıkan.”
(Müren=Nehir; Kurıkan=Çadır)
(Bknz. W. Bang ve G.R. Rahmeti’nin OĞUZ KAĞAN DESTANI, İstanbul, 1936 adlı eserinden alınmıştır. Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1970, Muharrem Ergin’in Önsözü’yle, Sf. 5)
Şimdi ise, nelerden nelerden bahsediyorlar, değil mi?
Daha gülüncü ise, arzedeceğim şu iki numûnedir. Önce, dışardan bir kaynak gösteriyorlar. Tabiî ki, o da, yakın zamana âit ve Atatürk etrafında çevrilmeye çalışılıyor ve aslını da bilmiyorlar.
Bu örnek, İngiliz yazar; Türk, Atatürk ve İslâm düşmanı birinin 1932’de yazdığı “Bozkurt Atatürk” kitabıdır. Bu kitap, Atatürk aleyhinde yazılmış ve Türkiye’de de bir dönem yasaklanmış bir kitaptır. Yazarının adı: Harold Courtenay Armstrong’dur.
Tarihî vesîkalar varken, böyle bir kitap, Bozkurt için kaynak olup, ona şahitlik edebilir mi?
İkinci misâl ise; Atatürk’e “Burjuva Kemal” diye hakaret eden birinin yazdığı –sözde- Kuvâyi Milliye Destanı’dır.
Acele edilmesin, evelce de (Bknz. M. Halistin Kukul, Kahramanlık Saldırıp Bir Daha Dönmemektir, Türk Yurdu Dergisi, Sayı: 418, Haziran 2022, Sf. 37-42; wwkapsamhaber.com, 25 Şubat 2024-11.23) yazdım, hulâsa edeyim:
Millî Mücâdele bütün acımasızlığıyla devam etmektedir. Mustafa Kemal Paşa (henüz Atatürk soyadını almamıştır) 16-21 Temmuz 1921 tarihleri arasında, Ankara’da, Maarif (Millî Eğitim) Kongresi’ni toplar.
Sakarya Meydan Muharebesi (23 Ağustos 1921-13 Eylül 1921) öncesidir... 23 Nisan 1920’de TBMM açılmış, 6 Mayıs 1920’de Maarif/Millî Eğitim Bakanlığı kurulmuş ve 25 Kasım 1920’de de “öğretmenlerin ve öğrencilerin askerlik yükümlülükleri” kaldırılmış yâni “öğretmen ve öğrenciler askerlik yapmayacaklar”dır. O zamanki tâbirle, bunlar, askerlikten muaf’tırlar.
Kendisine, Bolu’da öğretmenlik görevi verilen Nâzım Hikmet, bu şartlarda öğretmenlik yapmamış ve arkadaşı Vâlâ Nureddin ile, tâyin olduğu okula gitmeyip, Moskova’ya kaçmış’tır…
Yollanmış, gezmeye gitmiş falan değildir…K a ç m ı ş t ı r!!!
Sorarak cevap arayalım:
Moskova’ya, vazifeli olarak mı gönderilmiştir? Hayır!
Moskova’ya, tahsil yapmak için mi gitmiştir? Hayır!
Moskova’ya, seyyah/gezgin/turist olarak mı gitmiştir? Hayır!..
Peki…
Millî Mücâdele’nin en kızgın, en hararetli ve en dehşetli günlerinde; Anadolu’nun, Batılı bütün kaatil sürülerinin işgaline uğradığı zamanlarda, on yedisinde, yirmisinde delikanlılar vatanın selâmeti için kolunu, bacağını, gözünü ...canını kaybederken ve hattâ, sâdece delikanlılar değil, aynı yaşlardaki gencecik kadınlar da, sâdece cephane taşımak için değil, doğrudan doğruya cepheye koşarken, Moskova’ya kaçan birinin söylediklerinin hangisi inandırıcı olabilir?
Bakınız; aynı zamanda eşi de şehit olan Kastamonulu Şerife Bacı, bebeği Elif’iyle beraber, cepheye/Mehmetçik’e cephane ulaştırmak için yolda donarak, yirmi yaşında şehit olmuşsa, sapasağlam birinin Moskova’ya kaçması utanç verici değil midir?
Ne demiş? “Sarışın kurda benziyordu” demiş!.. Vay be!..
Gördesli Makbule Hanım, Yunanlılar’ın İzmir’i işgali üzerine, kocası Usturumcalı Halil Efe’yle birlikte dağa çıkmış, Kuva-yi Milliye’ye katılmış ve Kocayayla’da Yunanlarla yapılan bir çatışmada, yirmi yaşında şehit edilmiş ise, kime söz düşer?!.
Aydın Efeler’den Çete Ayşe; Samsunlu Fatma Çavuş/Kara Fatma; Osmaniyeli Tayyar Rahime diye anılan Rahime Hatun, Erzurumlu Fatma Seher Erden…ve daha nice genç hatunlar Millî Mücâdele için Kuva-yi Milliye’ye katılıp, arkalarına bakmadan harp meydanlarında kan döküp şehit olurken, sen, “Sarışın bir kurda benziyordu” nâraları atacaksın ve Millî Mücâdele’ye ortak(!) edilecek ve şâhit gösterileceksin, öyle mi?
Akranları/yaşıtları/emsâlleri olan gencecik kızlar/kadınlar bile, cephane taşır, cepheye koşarken, vatanını terkeden biri, destan yazacak, bu mücadelenin Önderini “sarışın kurda benzetecek”, ondan pirim elde edecek, öyle mi?
Bu zatın; Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra gelip gitmeleri olmuş ve nihâyet tekrar hapse girmiştir.
(tr.m.wikipedia.org)’dan okuyalım: “Kurtuluş Savaşı Destanı ya da Kuvâyi Milliye Destanı, Nâzım Hikmet’in Kurtuluş Savaşı’nı bölümler hâlinde anlattığı destandır. Nâzım Hikmet bu destanı hapishanedeyken 1939’da yazmaya başlayıp 1942’de bitirir. Yazıldığı yer ve tarihler yapıtın sonunda “939 İstanbul Tevkifhânesi, 940 Çankırı Hapishanesi, 941 Bursa Hapishanesi” şeklinde not edilmiştir.
Şair A. Kadir, Nâzım Hikmet’in İstanbul Tevkifhânesinde iken kendisini ziyarete gelenlerden isteği Gazi Mustafa Kemal’in Nutuk’unu okuyarak bir şiir üzerinde çalışmaya başladığını belirtmiştir. “
Millî Mücâdele’den kaçan, Mustafa Kemal’e “Burjuva Kemal” diye hitap eden biri, seneler sonra, O’nun Nutuk’unu okuyup destan (!) yazdı öyle mi???
Bir-iki örnek vereyim. Daha girişte, “onlar” diye hitap ettiği Mehmetçik’i bakınız, nasıl hakîr görülüyor ve nasıl târif ediyor:
“Onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çoktular;
korkak,
cesur,
câhil
hakîm
ve çocuktular
ve kahreden
yaratan onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları
vardır.”
Peki…Büyük Taarruz’da neredeydi de buna dâir şiir yazıyor…Ve, BOZKURT’tan değil, “Sarışın bir kurda benziyor” dediği Atatürk’ten îmâ ile, bahsediyor.
Nutuk’u, gerçekten, okumuş mudur, ne dersiniz?!!!
Mâdemki, bu “sarışın kurd”u bu kadar seviyordu da, O’nun yâni Mustafa Kemal’in, Kocatepe’nin o zor günlerinde dağ başında cephede uyku bile gözlerine girmezken, niçin/hangi sebeple, Lenin’in, Engels’in, Marks’ın, Stalin’in hangi teorilerinin ve bâzılarının da cinayetlerinin peşindeydi?
Lenin’in ve Stalin’in öldürdüğü/öldürttüğü, birçoğu şâir, yazar ve fikir adamı olan milyonlarca Türk’ten de mi haberi yoktu, ne dersiniz?
“Burjuva Kemal”, şimdi ne olmuş da, “sarışın kurda benziyor” muş?
Nutuk’u okumuş ve bir destan(!) yazmış ise, Nutuk’tan, hangi ilhamı almış ki, meselâ, civarda KARAYILAN adıyla tanınan Molla Mehmet Karayılan hakkında:
“Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp bir tarla sıçanı kadar korkak olana: KARAYILAN dediler…”
Diyerek kime hakaret ediyordu biliyor musunuz?
Söyleyeyim:
“Esasen köylü olan Karayılan, Kurtuluş Savaşı’nda 1888’de(Bu tarih doğum tarihi. Bir yanlışlık olmalı. M.H.K.?) Besni’de savaştı ve 1920’de Fransız kuvvetlerinin Antep-Maraş ve çevresini işgal etmeye başlamasından sonra Antep’i (günümüzde Gaziantep) savunmaya geçti. I.Dünya Savaşı’ndan sonra Güney Anadolu’daki Kuvâ-yi Milliye örgütünde görev aldı. 20 Ocak 1920’de Karabıyıklı’da düzenlenen baskın sırasında, Fransız işgal birliklerine önemli kayıplar verdirerek Antep’in işgalden kurtarılmasında büyük katkısı oldu. Ayrıca Şamlı Kel Ahmet çetesinin ortadan kaldırılmasını sağladı. 24 Mayıs 1920’de Antep’te Samsaktepe (Sarımsaktepe) saldırısı sırasında şehit oldu. (Bknz. tr. m. wikipedia.org)
KARAYILAN kimmiş, efendim!..
“Bir tarla sıçanı gibi yaşayıp/bir tarla sıçanı kadar korkak olan” MI yoksa, Millî Mücâdele’den kaçarak Stalin’in koltuğunun altına sığınan MI?
KARAYILAN, şehit olduğunda kaç yaşındaymış, bir de onu hesap ediniz!..
Onu da, söyleyeyim: 32 yaşında!.. Yaaa!..
Ve, bir soru daha soralım:
Şimdi; şiir mi bu? Bu; nasıl bir hitaptır; nasıl bir tarzdır ve nasıl bir üslûptur ki, bunu, şiire mâl edenler var? Yazık!..
1921’in Anadolu’sunda, bırakınız cephede savaşmayı, İnebolu’da bile öğretmenlik yapmayıp Moskova’ya kaçan birinin destanı (!) çok da önemli değildir!..
Bakınız, teferruata girmiyorum, hep kısa kesiyorum:
14 Temmuz 1950 affıyla hapishaneden tahliye edilir…Peki; Mustafa Kemal Atatürk’ü ve Türkiye’yi bu kadar seven (!) kişi, Mehmet Âkifler, Süleyman Nazifler, Halide Edibler, Mehmet Eminler…Millî Mücâdele’de fikren ve fiilen can-hıraş çalışıp gayret ederlerken, artık hür ve serbest kaldığı hâlde, 17 Haziran 1951’de, İstanbul’dan ayrılarak, Romanya üzerinden Moskova’ya niçin kaçtı?
Destanında, “sarışın kurt” demiş öyle mi?
O günlerden bir gazete haberi de nakledeyim:
“Nazım da Moskofların şakşakçı peyki oldu.
Rumayaya kaçan kızıl şaire göre, sulh bayrağını Stalinin eli tutuyormuş.” (Bknz. Cumhuriyet Pazar, 24 Haziran 1951, Sf. 1)
Pekiii!...Bu Stalin değil midir, bizden, Kars’ı, Ardahan’ı Erzurum’u isteyen? Bu Stalin değil midir ki, bizim Boğazlar’ımızdan hak talep eden?
“Sulh bayrağını tutan el”, nasıl bir eldir düşünebiliyor musunuz???
İyi okuyunuz, Türk Milleti’nin değerlerini iyi tâkip ediniz ve koruyunuz!
Bundan yâni ‘tekrar kaçışı’ndan iki sene sonra, 5 Mart 1953’te, bu kaatil Stalin ölecek ve bu defa, Nâzım, onun için “hüngür hüngür” ağlayacaktır…Hem de nasıl!!!
Yerine geçen Nikita Kruşcev, ondan, Stalin’i kötüleyen bir şiir isteyecek ve birkaç sene önce, “Ben, eski Moskovalıyım/ Eski bir İstanbullu olduğum kadar/Bu şehir benim şehrim/Ondokuz yaşımda bu şehre geldim/1922 idi yıllardan o yıl/Hey gidi gençlik hey!” diyen Nazım, “hüngür hüngür” ağladığı ölü Stalin’i, uzun bir şiirle, “Taştandı, tunçtandı, kâğıttandı..” diye alaylı bir ifadeyle kötüleyecektir.
Daha uzatmayacağım...Yalnız bir soru daha soracağım: Nâzım, bu şehre (Moskova’ya) ne zaman gelmiş ve hiç pişman olmuş mudur?
BOZKURT olmak öyle kolay değildir!.. Her şeyden önce, ondaki ‘asîl vasıfları’ taşımaktır…
Bugün için; dürüst, ahlâklı, dosdoğru, âdil, vatanı milleti için gayret eden biri olmaktan başlayarak…
Her zaman ve her yerde, vatanına ve milletine sahip çıkabilmektir!..
Memleketi ‘kaçkınlar’ ile dolmuşken, susmak değildir!..Türk’e haraket edilirken, konuşmamak değildir!..
BOZKURT; asla uydu olmaz ve olmamıştır!.. Birinin peşinden sürüklen(e)mez!..Kendini sömürenlere, boyun bükmez!..Hangi cihetten gelirse gelsin, bütün emperyal tavırlara karşıdır!..
Ne Amerika, ne AB, ne Rusya, ne Çin, her şey Türk Milleti için ilkesiyle hareket eder!..
BOZKURT olmak; matematikte, astronomide, kimyada, tıpta, mühendislikte, ilâhiyatta, sosyolojide, iktisatta, mûsıkîde, şiirde, romanda, sinemada, estetikte, tiyatroda, s(ı)porun her sahasında, ziraatte, teknolojide….bu ruhla ‘çalışmak’tır!..
Yâni; lâfta değil, ‘sahada’ mücâdele etmektir!..
Son sözüm; bu yazımı yazmama vesîle teşkil eden, Millî Futbolcularımıza dâir olacaktır…
Yaşadığımız bu futbol hâdisesi; ibret alınacak çok önemli ‘örnek’tir!..
Almanya’da düzenlenen Avrupa Futbol Şampiyonası’nda, A Millî Futbol takımımızın 02.07 2024 tarihinde Avusturya maçı galibiyetinden sonra, millî futbolcumuz Merih Demiral’ın, sevinçle, Bozkurt işareti yapıp, Türk Milleti ile hislerini paylaşarak onlara tercüman olmasıyla; 06. 07. 2024 tarihinde Hollanda ile yaptığı maç sonucunda, millî futbolcularımızın can-hıraş gayretlerine ve mücâdelesine rağmen, yenilmesi sonucunda, arkadaşları ve Türk Milleti adına gözyaşlarını tutamayan Hakan Çalhanoğlu’nu seyircilerin ayakta alkışlamaları ve bütün oyuncuları bağırlarına basmaları, bu müthiş Türk ruhunun hâlâ dipdiri olduğunu, esas olanın, tıpkı Millî Mücâdele’deki gibi, -sahadan kaçmadan-kendini ortaya koymak olduğunu göstermektedir.
Önce; hepinizi tek tek tebrik ediyorum!..
MİLLÎ MÜCÂDELE verilmiştir!..
Esas olan, bu ‘millî mücâdeleye katılmak’ ve büyük bir azim ve kararlılıkla sonuna kadar onu devam ettirmekti!..Bunu, fazlasıyla yaptınız!..
Sağolun, varolun, bahtiyar olun!..Allah, sizi, her türlü emelinize nâil etsin!..