Avrupa futbol turnuvasında milli takımımızın gündeme gelmesi dolayısıyla bu yazımı tekrar sizlerle paylaşmak istedim aziz okuyucularım.
“Kadıköylü Yıllarım” adını taşıyan kitabımın etrafında dönen bir sohbet toplantısında yanıma gelen bir beyefendi “kitabınızda Kadıköy’ün sporcuları da var mı?” diye sormasaydı, kitapta etraflıca bahsetmediğim bu konuyu yazmak doğrusu aklıma gelmeyecekti. Futbol ile hiç ilgisi olmayan biri olarak futbolun ilk defa kalemime takılmasının sebebi bu sual üzerine Kadıköy’ün terbiyeleri ve sağlam karakterleriyle tanınan o efsane futbolcularını hatırlamam oldu. Kadıköy’ün sakin, huzurlu, çiçek kokan sokaklarında ve caddelerinde onlara sık sık tesadüf ederdik. Zengin değildiler altlarında arabaları yoktu, O yüzden genç kızların ve âilelerinin ideali olan eş sınıfına girmemişlerdi, Yâni bu günkü gibi kapanın elinde kalmıyorlar, geçim sıkıntısı içinde, ama amatör bir ruhla, forma aşkıyla oynuyorlardı. Eski devirlerin, 1920-1925’lerin bombacı Bekir’ini futbola meraklı tanıdıkların konuşmalarından duyardım. Benim genç kızlık yıllarımda sokaklarda rastladıklarım arasında meselâ Galatasaray’ın meşhur kalecisi “kova” sıfatı ile anılan “Osman İncili” vardı. Ünü Avrupa’ya taşmış, kendisinden 17 yaş büyük, meşhur futbolcu bombacı Bekir’in dayısı oluyordu. Çok şık ve bakımlı bir genç adamdı. Söylenenler sevdiği kızı futbolcu olduğu için kendisine vermedikleriydi. Osman İncili ile ilgili anlatılan şu olay o günlerin futbolcuları hakkında iyi bir fikir verebilir. Stadyumdaki rakip takımın seyircileri Osman İncili’ye her sahaya çıkışında koro halinde “Kova” diye bağırırlarmış. Osman ise buna hiç kızmaz, iki elini kaldırıp şehâdet parmaklarıyla o koroyu mütebessim bir çehreyle idareye başlarmış. Küçük Fikret’i de hatırlıyorum. Fikret Kırcan’ı… Son yıllarında Moda’da da birkaç kere rastlamıştım. Çökmüş bir hali vardı. Felçli gibiydi. Onunla evinde yapılan bir röportaj beni çok hüzünlendirmiş, Kadıköy’ün bir daha dönmemek üzere giden o güzel insanlarını hatırlatmış ve özletmişti.
Röportajda sorulan ilk sual “Ayıp olacak ama, kaç para kazandınız? olmuştu. Bu eski futbolcunun cevabı günümüzün ölçüsüne vurulunca ne kadar garip ama ne kadar da asildi. “Hiç para kazanmadım. Maaşım yüz lira idi. Cebime koymadan önce dört arkadaşımla paylaşırdık. Onların azdı. Biz gençken bize de öyle yapmışlardı” Moda’nın bu efendi futbolcusu sonra ilâve etmişti “O zaman Fenerbahçe’de Fenerbahçecilik oynanırdı… Forma aşkına.” Fikret Kırcan Fenerbahçe’de bir yıl, iki yıl değil tam 22 yıl aşkla sağaçık oynamıştı. Evet, günümüzdeki gibi bir yıl iki yıl değil tam 22 yıl… Stadın su parasını da futbolcular ceplerinden öderlermiş. Kadıköy’ün efsane futbolcularından Zeki Rıza Sporel’e ekserî Hacıbekir’in o günlerdeki şık salonunda dostlarıyla sohbet ederken rastlardık. Bir devrin bu usta Fenerbahçeli futbolcusu o yıllarda elli yaşını epeyce geçmişti. O da on beş yaşında gençler takımında giydiği Fenerbahçe formasını on sekiz yıl sırtından çıkarmamıştı. Futbolu sol ayağı ile oynar, kafasına top değdirmezmiş. 332 maçta 470 gol atmış. Galiba Fenerbahçe takımında en çok gol atan futbolcuymuş. Bir de doğma büyüme Kadıköylü olan millî formayı on defa giymiş olan Galatasaraylı Necdet Cici’yi hatırlıyorum. Sonradan musiki sahasında da başarılı olmuş çok efendi bir insandı. Diğer bir Kadıköylü futbolcu dişçi Bedri idi. 1923 senesinin Fenerbahçe takımında Zeki Rıza Sporel’in takım arkadaşıydı. O takımın hepsi yüksek tahsilli gençlerden oluşuyordu. Bedri Bey uzun yaşamış son yıllarda vefat etmişti. Saat beş çaylarını her gün Bağdat caddesindeki Divan pastanesinde içmeyi âdet edinmişti. Çok bakımlı ve çok şıktı. Uçan kaleci diye anılan Fenerbahçe kalecisi Cihat Arman, Şükrü Ersoy. Fenerbahçe kalesini 36 maç koruyup sonra çalıştırıcı olan bir başka efendi Kadıköylü futbolcu Sabri Kiraz, Büyük Fikret… Ya 623 maçta 423 gol atan Lefter… Fenerbahçe dışında yetişmesine 1947’de takıma girmesine rağmen Onu da Kadıköylü sayabiliriz. Hepsi köyümün efendi futbolcuları… Kadıköylü tarihçi Adnan Giz “Bir Zamanlar Kadıköy” kitabında onlar için, yâni Kadıköy’ün bu efendi futbolcuları için haklı olarak “Futbolcuları tam amatör edepli hattâ utangaç efendilerdi” diye yazar. Kadıköylü tarihçinin hatıralarındaki şu satırlar ne kadar çarpıcıdır. “Eski Türkçe gazetelerde futbol takımları verilirken oyuncu adları Zeki Bey, Nihad Bey diye yazılırdı ve devrin oyuncuları büyük çoğunlukla bu sıfata lâyık insanlardı.”
Her şey çok kısa sayılacak bir zamanda sanki asırlar geçmişçesine değişti. Bize de böylesine bir hatırlama zevki kaldı işte. Nerede o futbolcular, nerede o futbol seyircileri… Köyüm, birçok şey gibi onları da geri gelmemecesine kaybetti…
Kadıköy’ün bu efendi futbolcularını hatırlayınca çayırlarını ihmal etmek o çayırlara yapılan büyük bir haksızlık olmaz mı? Çünkü Türk futbolunun doğduğu yer o yemyeşil otlarıyla ünlü, bol papatyalı Kadıköy çayırlarıydı. Futbola İstanbul’da yerleşmiş İngilizlerin bu çayırlarda yaptıkları antrenmanları seyrede seyrede, heveslenip başlayan Türk gençleri de hep o çayırlarda top koşturmuşlardı. Adnan Giz “Çayırlar, çayırlar, çayırlar… Savaştan savaşa koşan Osmanlı Türklerinin atlarını otlattıkları çayırlar kim derdi ki İngiltere’den ithal edilen futbolun beşiği olacak.” diye yazar. Bilhassa Moda Çayırı İngilizlerin ilk tercihiydi. Kuşdili, Haydarpaşa çayırları ve bu günkü ismiyle Şükrü Saraçoğlu Stadyumu’nun bulunduğu yerdeki, papazın bahçesi diye tanınan büyük arazi… İşte Türk futbolu Kadıköy’ün bu çayırlarında doğmuştu. 20. yüzyılın ilk yarısında Kadıköy’de yaşanan en önemli futbol olayı ise Fenerbahçe kulübünün kurulmasıydı. Bahriye Mektebi öğrencisi Necip’in (Okaner)’ Moda’da eski Beşbıyık, yeni Nene Hatun sokağındaki 3 numaralı evinin bir odasında… Saint Joseph Lisesi mezunu, tanınmış Kadıköylü ailelerin çocuklarının kurduğu kulüp ilk takımıyla 6 kişi olarak antrenman yapmıştı. Formaları ise top koşturdukları o güzel çayırları örten papatyalardan alınan ilhamla o zaman sarı beyazdı… Fenerbahçe’nin “ezelî rakibi” olarak anılan Galatasaray da ilk yıllarında saha bulmakta çektiği sıkıntıyı Kadıköy’ün bu çayırlarına koşarak gidermeye çalışmıştı. Bu seçkin kulübümüzün de aslında ihmal edilmeyecek sayıda Kadıköylü üyeleri vardır. Meselâ Kulüp’ün kurucusu ve 1 No’lu üyesi Ali Sami Yen de bir Kadıköylüydü. O günlerin çok fakir, kasası tamtakır Fenerbahçe’si, mütareke yıllarında işgal kuvvetlerine mensup takımlarla yaptığı maçlarda aldığı galibiyetlerle millî hisleri coşturarak büyük takdir ve hayranlık toplamıştı. Günümüzün çok zengin, kasası dolu Fenerbahçe’sine keşke o günlerin o fedakâr insanlarının taşıdığı değerlerden de bir şeyler miras kalabilseydi. Balkan savaşı, Çanakkale, Trablusgarp, Kurtuluş savaşı… O çok zor günlerde Tıp Fakültesi, Galatasaray kulübünün doğduğu yer olan Galatasaray Sultânîsi gibi genç futbol kulüpleri de verdikleri şehitlerle âdeta boşalmıştı. Hepsi istisnasız yüksek tahsilli olan bu futbolcular Türk futbolunun unutulmaz şehitleridir. Ârifler, Nurettinler, Halimler, Zekiler, Neşetler, Hasnun Galipler, Cemaller, Celâller, İdrisler ve daha kimler, kimler… Üç büyükler dediğimiz birbirinin rakibi, Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş’ın unutulmaz şehitleri…
İşte o unutulmazlardan bir tanesi… Ârif… Mülâzım-ı evvel Ârif… Gerçek bir efsane olan Ârif… Çanakkale şehidi Ârif… Cepheden atına atlayıp 26 saatte nefes nefese futbol sahasına yetişiyor… Bu koşu çok mühim maçlarda kumandanlarından izin alınarak hep devam ediyor. At sırtında sahaya ulaşmaya çalışan yalnız Ârif miydi? Fenerbahçe’nin kaptanı Galip de at sırtında vatanı müdafaa ettiği Kırklareli’nden koşuyordu. Altlarında özel arabaları yoktu ki… Herkes Ârif için “Çanakkale’de vatanı İstanbul’da ise Fenerbahçe’yi savunuyor” diyordu. Fenerbahçe’nin ezelî rakibi Galatasaray’ın unutulmaz efsane futbolcusu Hasnun Galip de Çanakkale şehidi.
1919-20 sezonuydu. Fenerbahçe en iddialı maçını İdman yurdu ile yapacaktı. Gene İzin alınmış Ârif dört gözle bekleniyordu. Ama ne Ârif vardı ne de atının nal sesleri duyuluyordu… Ârif kalbine isabet eden bir kurşunla Çanakkale’de şehit düşmüştü. Takım sahaya 10 kişi çıkmıştı. Sahanın kenarındaki sandalyede Ârif’in 2 numaralı forması asılıydı. Maç o büyük acının tahrikiyle 11-1 Fenerbahçe’nin galibiyetiyle bitmişti. Ârif yüksek mühendisti ve Fransızca biliyordu. Üç büyük kulübün bu unutulmaz şehitleri onların geçmişlerinin en şanlı sayfasıdır. O zor günlerde sadece gol atmakta değil, şehit vermekte de yarışmışlardı. Vatan ve forma aşkını bir tarafa atarak yalnız para için yarışmak üç büyüklerin geçmişinde hiç olmamıştı. Günümüz futbolcularının takımlarının bu şanlı geçmişlerine bir göz atmaları onlara unuttukları pek çok değeri hatırlatacak, belki de Türk futbolunun üzerine çökmüş gibi görünen utanç perdesini kaldırabilecek ve seyircisine de doğru istikameti gösterebilecektir.