Prof. Dr. Hasan ONAT

Akademisyen

Türkiye'de Din Anlayışı-5

Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu bütün sorunların, dinle ve dinî değerlerle bir bağlantısı mutlaka vardır. Sorunların temelinde, din konusunda doğru bilgi sahibi olmamak yatmaktadır. Dinî tabulaştıran dindar insan da, dindar insanın her davranışını “irtica” olarak anlayan insan da dinin ne olduğunu bilmemektir. Din konusunda doğru bilgilenme sorunu aşmadan, sorunlarımız üstesinden gelebilmemiz ve kalıcı çözümler üretmemiz biraz zordur. Din, insanlara temel iletişim kodlarını verir. Din hakkında doğru bilgi sahibi olmak, mutlaka dindar olmayı gerektirmez. Din hakkında doğru bilgi sahibi olan bir ateistle, bilinçli ve bilgili bir dindarın diyalog kurması, birbirini anlaması her zaman imkan dahilindedir. Ne bilgisiz bir dindarla bir dinsiz, ne bilgisiz bir dinsizle bir dindar, sağlıklı iletişim kurabilir. Doğru bilgi, iletişim kanallarının açık tutulmasını sağlar. Bilen insanların birbirlerini anlamaları, ortak noktaları bulmaları her zaman mümkündür. Türkiye’de, dindar insanların, zihniyet planında ciddi sorunları vardır. İslâm dini hakkında doğru bilgi sahibi olmamaktan kaynaklanan “dinden çıkma korkusu”, radikal eğilimlerin ve bazı davranış bozukluklarının ham maddesidir. Bu korkudan kurtulabilmek için, öncelikle İslâm hakkında ilmî nitelikli bilgiye ihtiyaç vardır. Aynı şekilde “dinden korkan” insanların da İslâm dini hakkında doğru bilgi sahibi olmamalarından kaynaklanan, ilmî zihniyet eksikliği şeklinde kendini gösteren ciddi sorunları vardır. Çözüm, öncelikle İslâm hakkında ilmî nitelikli doğru bilgi sahibi olmaktan geçmektedir.

e. Din ve Geleneğin Özdeşleştirilmesi ya da Geleneğin Dinleştirilmesi Din alanında, geçmişi görmezlikten geldiğimiz zaman, içinde bulunduğumuz zaman dilimindeki gerçekleri anlama imkanını yitiririz. Çünkü, din olgusu, kökü insanlığın başlangıcına kadar uzanan, insanın olduğu her yerde karşımıza çıkan bir olgudur. İslâm dinini, diğer dinlerden bağımsız olarak ele almak ve anlamak biraz zordur. Üstelik İslâm, kendisini, Hz. Adem’e kadar uzanan vahiy geleneğinin son halkasında şekillenmiş bir din olarak görür. Buna ek olarak, İslâm’ın, Hz. Muhammed’in ilk vahyi aldığı andan itibaren başlayan bir tarihî bir süreci vardır. İslâm, on dört asırdır, kendisini Müslüman olarak gören insanların din ihtiyaçlarını karşılamaktadır. On dört asırlık süreç içinde, İslâm’ın damgaladığı kültürler ve bir İslam medeniyeti ortaya çıkmıştır. Günümüz Müslümanının, inanç dünyasını şekillendiren temel ilkeler, teorik olarak Kur’ân’da mevcut olmasına rağmen, asırların imbiğinden süzülerek günümüze ulaşmıştır.

Çoğu zaman, Kur’ân, Müslümanın hayatını doğrudan etkileme alanının dışında kalmıştır. Bir başka ifadeyle, Kur’ân, İslâm’ın erken döneminde Müslümanları doğrudan etkilemiş; onların inanç dünyalarını şekillendirmiş; dünyaya bakış açılarını vahye uygun hale getirmiş olmasına rağmen, daha sonra, bu etki günden güne azalmış, Kur’ân’ın yerini önce “hadisler”, daha sonra da gelenek almıştır. Kanaatımıza göre, İslâm kültür ve medeniyetindeki Kur’ânî boyut, erken dönem Müslümanlarının doğrudan Kur’ân’dan etkilenmeleri sonucu, Kur’ânî düşüncenin geleneğe düşünsel planda belirgin bir biçimde damgasının vurmuş olmasının doğal bir sonucudur. Ne var ki, Kur’ânî zihniyetin izleri, günden güne azalmış; din gelenekle bütünleşmiştir. Geleneğin kutsallaştırılması, din haline getirilmesi, öncelikle onun doğru olarak anlaşılmasını engellemektedir. Gelenek, doğrudan, insanların neye, nasıl inanacaklarını, neye nasıl değer vereceklerini, kısaca, birey ve toplum olarak insanın geleceğini belirlemeye başlamaktadır. Kur’ân, geleneğin böyle bir nitelik kazanmasına “ataların dini zihniyeti” adını vermekte ve şiddetle eleştirmektedir. ”Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine ve Allah’ın elçisine gelin!’ dendiği zaman: ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter’ derler. Ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler! Ey inananlar! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olduktan sonra, (yoldan) sapanın size bir zararı dokunmaz. Hepinizin dönüşü Allah’adır, O yapmakta olduklarınızı size bildirecektir” (Mâide, 104-5). “Onlara:’Allah’ın indirdiğine uyun!’ denildiği zaman: ‘Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ derler. Ya ataları bir şey düşünemeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler!” (Bakara, 170). Türkiye’de geleneğin kutsallaştırılması, sadece dindar insanın sorunu değildir. Bu açıdan bakıldığında, dindar olan insanla, dindar olmayan insan arasında, zihniyet planında belirgin farkların olduğunu söyleyebilmek, işin gerçeği hiç mümkün değildir. Türkiye’de din, laiklik, demokrasi gibi konularda, ileri seviyede bir kavram kargaşası yaşanmaktadır. Bu durum, zaman zaman, dindar insanı, devlet düşmanlığı gibi, düşünülmemesi gereken uç noktaya doğru sürüklemekte; laiklik konusunda özel hassasiyeti olan kimseleri de, din düşmanlığı çizgisine doğru çekmektedir. Türkiye’de, temeli olmayan suni gerilimler, ortaya çıkmaktadır. Bizler -sağcı, solcu, dindar, dinsiz, laik, laikçi, kim olursak olalım, Türk bayrağının dalgalandığı Türkiye’de, bir arada yaşamak zorundayız. Öyleyse, birbirimize katlanmayı, birbirimizi anlamayı bir an önce öğrenmeliyiz. Bizim, sorunumuz, doğrudan zihniyetle ilgilidir. Türkiye’de, Müslüman olmasına rağmen, dini, dindar insanlar gibi anlamayan, laikliği, demokrasiyi, insan haklarını söylemlerinin ana teması yapan insanlarımızın da, yine temelde din hakkında doğru bilgi sahibi olmamaktan kaynaklanan korkuları ve zihniyet sorunları vardır. Türkiye’de zaman zaman yükselen, sun’î laik - dindar gerilimi, bu bilgi boşluğundan kaynaklanmaktadır. Bu gerilimden çıkar sağlayan insanların “çanına ot tıkayabilmek” için, Türkiye’yi “sağırlar diyalogu cenneti”ne çeviren zihniyet sorunlarını aşmamız gerekmektedir. Ön yargılı olmak, eleştiriden korkmak ve kaçmak, değişimi algılayamamak, değişmemek için bilinçsizce direnmek, çelişkileri görememek bir zihniyet sorunudur. Bu çarpık zihniyete sahip olan insanın, Müslüman, Hıristiyan, dinli, dinsiz, laik, laiklik karşıtı olması fazla bir şey değiştirmez.

Türkiye’de, sorunların doğru tespit edilmesine, sağlıklı çözümler üretilmesine ihtiyaç vardır. Bunun için de, ne İslâm dininden, ne de demokrasiden vazgeçmenin mümkün olmayacağını göz önüne alarak, Batı standartlarının üstünde bir demokrasi oluşturabileceğimizi düşünerek, bir an önce zihniyetle ilgili sorunlarımızı aşmamız gerekmektedir. Dinin, en azından bir sosyal realite olduğunu göremeyenlerle, İslâm’ın Batı standartlarının ilerisinde bir demokrasinin oluşmasına imkan sağlayacağını fark edemeyenler arasında, zihniyet olarak fazla bir fark olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Birisi din konusunda ön yargılıdır; diğeri, demokrasi ve laiklik konusunda ön yargılıdır. Ortak nokta, ön yargılı olmaktır. II. Türkiye’nin Konumu Türkiye, konumu itibariyle, İslâm ülkeleri ile Batı arasında bir köprü görevi görmektedir. Batının ve Modernitenin meydan okumalarını en derinden hisseden ve yaşayan Türk milleti olmuştur. Ancak, bu meydan okumanın cevabı, henüz verilmiş değildir. Türkiye, halkının yüzde 98’inin Müslüman olduğu resmî istatistiklerle ifade edilen bir ülkedir. Türklerin Müslümanlığının, yaklaşık 1200 yıllık bir geçmişi vardır.

Bu Müslümanlık, ağırlıklı olarak bir Türk olan İmam Maturidî çizgisinde, Sünnî anlayış doğrultusunda şekillenmiştir. Selçuklular’ın, Osmanlılar’ın insanlığa armağan ettikleri muazzam Türk - İslâm medeniyeti, Türk insanının zekasının ve kültürünün İslâm’ın getirdiği inanç sistemi ve dünya görüşü ile yoğrulmasının bir ürünüdür. Bu, oniki asırlık kültür ve medeniyeti doğru anlamadan, Türkiye’nin mevcut problemlerini doğru anlayabilmek ve sağlıklı çözümler üretmek, kanaatımızca biraz zordur. Alevîlik, Osmanlı siyasetinin, özellikle de, Yavuz Sultan Selim - Şah İsmail mücadelesinin sonucu olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Aleviliğin doğuş süreci iyi aydınlatılmadan, günümüzdeki sorunlarına kalıcı çözüm bulmak pek mümkün değildir. Türkiye’de, mevcut nüfusun yaklaşık yüzde onunu Alevîler oluşturur. Türkiye’de, din alanında, insanları yüksek amaçlar etrafında toplayabilecek, birlik- beraberliği pekiştirecek güçlü fikirler üretilemediği için, bilgi boşluğu, dinî duyguların istismarını kolaylaştırmıştır. Yüzlerce cemaat, tarikat grupları ortaya çıkmıştır. Bu, devletin geleceğini tehdit eden bir yapılanma biçimidir. Çünkü, bu, bilgiye dayalı, rasyonel temelleri olan bir örgütlenme biçimi değildir. Türkiye, dinî nitelik taşıyan bazı kendi iç sorunları aşabilmek için, din alanında, aklın ve vahyin ön planda olduğu bir yeniden yapılanmayı başarmak zorundadır.

Bu, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin geleceği açısından, hatta bütün Müslümanların ve insanlığın geleceği açısından büyük önem taşımaktadır. Türkiye, halkı Müslüman olan tek “laik” bir devlettir. Bu durum, İslâm dini ile ilgili birtakım tezahürlerin, zaman zaman yanlış değerlendirilmesine sebep olmaktadır. Türkiye’deki Fransız tipi laiklik, zaman zaman din karşıtlığı olarak algılanmış; zaman zaman da, laiklik adına din düşmanlığı yapılmıştır. Laikliğin sürekli tehdit altında olduğu şeklindeki ön yargı, hem laikliğin sağlıklı bir zemine oturmasını engellemiş; hem de laiklik adına dine ve dinî değerlere saldırmak isteyenlere fırsat vermiştir. Türkiye’deki dinî hayatla ilgili bilimsel araştırmalar, maalesef yok denilecek kadar azdır. Her şeyden önce, Türkiye’nin dinî coğrafyası tespit edilebilmiş değildir. Diğer taraftan, Türkiye’deki dinî gruplarla ilgili sosyolojik araştırmalar henüz yapılmış değildir. Kendi araştırmalarımıza ve kişisel gözlemlerimize dayanarak yaptığımız tespitler ise şöyledir: Türkiye’de, İslâm dinini benimsemiş olan halkın çoğunluğu, şifahî kültürle beslenen, herhangi bir dinî gruba, ya da cemaate mensup olmayan, kendi halince namaz, oruç, gibi temel ibadetleri yerine getirmeye çalışan Müslümanlardan oluşmaktadır.