“Post-Nişîn’e Mektuplar” adlı kitabımda, “Yeşillikler Okyanusunda” başlığını taşıyan bir bölüm vardır. Şu anda işte oradayım!..
Güp-güneşli bir havada, Yeşillikler Okyanusunda, balık havuzuna doğru giden rengârenk birkaç balıkçı motorunun köpürttüğü sâkin denizi seyirde bulunuyorum.
Hayâl ettiğim dünyanın tam orta yerinde hem bulutsuz gökyüzünü hem dalgasız berrak denizi ve hem de göz alabildiğince vâdi vâdi uzayan yeşilin her çeşidinin sunulduğu tabiatla yüzgöz’üm!..
Aklıma, zaman zaman, ölüm gelmiyor da değil!.. Gelmese şaşarım hattâ şaşırmanız lâzım!..Çünkü, bütün bu güzelliklerin kadrini bilebilmek, onu hatırlamakla olur!..
Gülerek ölmek, ne mânaya gelebilir, bilemiyorum!.. Fakat, o mutlaka gelecek olanın böyle gelmesini de arzu ediyorum!..
Ne sımsıcak çöl güneşi altında kavrulmayı ve ne de bumbuz mekânlarda sarılacak küçücük bir bez parçası bulamadan ölmenin azabı ne hüzün verici şeydir!..
Rabb’im, bizi, hepsinden korusun!..
Aslında çok değişik şeylerden söz etmeyi düşünüyordum!.. Demek ki, düşünmek de bâzı arzulara tâbidir v e onların gönlü olmadan olmuyor!..
Kıyasıya verdiğim insanlık mücâdelesinin altındaki sırrı hâlâ çözebilmiş de değilim!..Nedir insanlık mücâdelesi, onun da cevabı ayrı!..
İnsanların bu kadar “nankör” olduğu, Kur’ân-ı Kerimde yazılıdır da hâlâ onun-bunun lâfıyla kendimi üzüp, endişeye kapılıyorum!..
Bâzen: “Bunca emek harcıyorsun, yazıp-çiziyor ve yayınlıyorsun da neyi değiştirdin!” diyenler de çıkıyor...
Doğru!..İnanın ki, doğru!..
Sâdece, bunu söyleyenlerin yüzlerine aval aval bakıyor ve hiçbir şey söyleyemiyorum!..
Sonra…
Sonra, kendi başıma kalınca, bir beytimde söylediğim gibi, “kafamı elime alıp”, bütün bu olan-bitenleri düşünmeye başlıyorum!..
Kendi kendime diyorum ki, “Be, aptal adam, yine mi düşünmek, diyorsun? Yine mi düşünüyorsun?”
İmâm-ı Gazâlî (1058-111) diyor ki: “Anatomi ve astronomi bilmeyen, Allahü Teâlânın kudret ve azâmetini anlayamaz!”
Ya!..Bunları bilmek için ne gerekiyor, söyler misiniz?
Hz. Mevlâna (1207-1273), Mesnevî’de; “Ey kardeş! Sen yalnız duyuş ve düşünüş’ten ibâretsin! Geri kalanın ise sâdece et ve kemiktir.” sözünü söylerken, Dekart nerelerdeydi?
Yûnus Emre (1241-1321); “Kişi bile söz demini” derken, düşünmüyor muydu?
Düşündükçe, hatırlıyorum ve hatırladıkça da yazıyorum!..
Gülbahar Hâtûn’dan mülhem, o eski Büyükliman bütün cazibesiyle ve haşmetiyle görüş menzilimde!..
‘Bir ömürde görmeli, mutlak, bu manzarayı;
Güneşin doğuşunu, Yeros üstünde, ayı!..’ (Manzara/M.Halistin Kukul)
Bahçem ise, bir başka!..
Binikiyüz metrekarede kaç çeşit meyva ve sebze var, söylesem, kim inanır!
Sayayım: Karayemiş, T(ı)rabzon Hurması, elma, armut, töngel, erik, vişne, fındık, dut, yenidünya, üzüm, mandalina, portakal, limon, nar, kızılcık, böğürtlen, ayva, kiraz, ceviz, incir…Fasulye, salatalık, maydanoz, nâne, tereotu, ısırgan, pazı, turp, domates, patlıcan, kabak, biber, karalâhana…
Köy, budur!..Fakat, o da bozuluyor!..Binalaşma…Gürültü…Arazi çekişmesi…Dırdır… köylere taşınmıştır!..
Kabil, Hâbil’i öldürdü de ne o tükendi ne de o!..Kabiller sürü sürü oldukça, huzur mu olur!?
Bir de, Musa-Firavn çekişmesi başladı!..Kim Musa, kim Firavn belli değil de, zaman zaman, Musa görünümlüler Firavunlaşınca, o cenahın sayısı bayağı artıyor!.
-Peki, öyleyse, durup dururken öteyi-beriyi dürtükleyeceğine, oturup sâkin sâkin konuşsana/yazsana, be adam!..
Velhâsıl; ne köylerimizde, ne kasaba ve şehirlerimizde, o okuduğumuz ve duyduğumuz ‘Türk ruhu’nun o tertemiz sâfiyeti kalmıştır!..
Siz, hâlâ, beşyüz, bin sene önce hâlledilmiş şeyleri ısıtıp ısıtıp milletin önüne sürüp durun; adamlar, avuç içi kadar bir âletle sizi idâre ediyorlar da gafletinizden kıpırdayamıyor, hareket bile edemiyorsunuz!..