Nerede O Eski 23 Nisanlar!

Niçin bilmem, Millî Bayramlarımızdaki o eski heyecanlar kayboldu. 23 Nisan Millî Hâkimiyet ve Çocuk Bayramı adı verilen bu millî bayramımız da tıpkı, diğerleri gibi, sessizliğe gömüldü.

23 Nisan öncesinde, okullarımız cıvıl cıvıl kaynar, her dereceli okulumuzun içi-dışı Türk Bayrakları’yla süslenirdi. Hattâ, birkaç gün öncesinden, bütün dükkânlara Türk Bayrakları asılır, büyük bir heves, heyecan ve coşkunlukla o gün beklenirdi.

Okul bahçelerinde, boru -t(ı)rampet takımlarının eşliğinde yürüyüşler yapılır, marşlar söylenir, herkes onları gıptayla seyrederdi.

Öğretmenlerde de muhakkak ki, ayrı bir gurur ve heyecan, velilerde apayrı bir sevgi seli ve öğrencilerde ise, geçmişten kuvvet alan ve geleceğe ümit ve güvenle bakan bir irâde bulunurdu.

Köy okulları olsun, kasaba ve şehir okulları olsun, aynı müşterek millî hissi yaşar, çocuklarını alkışlar, onlarla iftihar ederlerdi.

Meydanlarda halaylar çekilir, barlar oynanır, horonlar tepilirdi!..

Akşamları tertip edilen fener alayları apayrı bir şenlikti!..

Bu sene, 23 Nisan’ın 104. Yılı’na, ne yazık ki, ‘bunlarsız’ girdik…

Köylerimiz sessizliğe gömülmüş; kasabalarımız up-uyuşukluk içinde, şehirlerimizde ise, korna sesinden başka bir kıpırtı mevcut değil!..

Bundan dört sene önce yayınladığım ‘23 NİSAN’IN 100. YILI’ başlıklı yazımda şunları söylemişim:

“2020 îtibâriyle, 23 Nisan’ın 100. yılındayız. Bugün; Hacı Bayram Câmii’nde, Cuma namazı kılındıktan sonra, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin duâ ve tekbîrlerle açıldığı kutlu gündür!..

Bilindiği üzre, bizde, ilk meclis, 23 Aralık 1876 tarihli Kanun-i Esasi’ye/Anayasa’ya göre kurulan ve 19 Mart 1877’de Sultan İkinci Abdülhamid Han tarafından açılan Meclis-i Mebûsan’dır.

23 Nisan’da açılan yeni meclis, altıyüz yıllık cihânşümûl Osmanlı Türk Devleti’nin sona erdiğinin ve yeni bir Türk devletinin kurulmakta olduğunun işâretini veriyordu. Tabiî ki, hiçbir şey hazır değildi. Verilecek çok büyük mücâdele değil, ölüm/kalım savaşı önümüzde duruyordu ve Anadolu boydan boya kâfir işgali altındaydı.

TBMM’nin açılışının ertesi günü, Mustafa Kemal, Meclis Başkanlığı’na seçiliyor ve Türk İstiklâl Harbi’ni de resmen ve fiilen başlatıyordu. 5 Ağustos 1921’de Başkomutan olur olmaz, 12 Ağustos 1921’de Polatlı’da ordunun başına geçiyor ve 13 Eylül 1921 tarihinde, 22 gün 22 gece sürecek olan Sakarya Meydan Muharebesi’ni zaferle sona erdiriyor ve kendisine, 19 Eylül 1921’de hem Gâzilik ve hem de Mareşallik ünvanı veriliyordu.

Sıra, Büyük Taarruz’daydı. Bunun için, 20 Ağustos 1922’de Alaşehir’e gitti.

Nihâyet; O’nun komutasındaki Türk Ordusu, 26 Ağustos 1922 sabahı başlattığı taarruzdan, 30 Ağustos 1922 sabahında zafere ulaşacak, kısa bir süre sonra da “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emriyle, son kalıntılar İzmir’de denize dökülecektir.

Tabiîdir ki, hiçbir şey, burada yazdığım gibi kolaycacık olmamıştır. Bunu anlamak için, düşman mermisi altındaki o ıssız dağların ağustos ateşini hissetmek lâzımdır.

İşte bu şartlar öncesinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi açılacak; ve bir yıl sonra ise, 23 Nisan 1924 tarihinde Mustafa Kemal Paşa tarafından (Mustafa Kemal Paşa’ya, 24 Kasım 1934’te Atatürk soyadı verilmiştir) bayram ilân edilecek, bundan beş yıl sonra, 23 Nisan 1929 tarihinde ise, yine Mustafa Kemal Paşa tarafından çocuklara armağan edilerek Millî Hâkimiyet ve Çocuk Bayramı olarak kutlanmaya başlanacaktır.” (Bknz. M. Halistin Kukul, wwwkapsamhaber.com-20 NİSAN 2020-12.34)

Çocuklarımızın ve gençlerimizin bu bilgileri edinme ve bu duyguları yaşama hakları yok mudur?

Çekilen sıkıntıları ve verilen mücâdelenin büyüklüğünü, onlara kim anlatacaktır?

Dînî ve millî bayramlarımız, bizim, candamarlarımız/kandamarlarımızdır.  Onlar, bizim, ruh ve kültür haritalarımızdır.

13 gün önce (10 Nisan), mübârek Ramazan Bayramı’mızı idrâk ettik.

Bir aya kalmayacak, “Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı”mızı kutlayacağız.

 Yine bir aya kalmayacak (16 Haziran’da) ikinci dînî bayramımız yânî Kurban Bayramı’mız gelecek…

 İki buçuk ay sonrasında, “Zafer Bayramı ve Türk Silâhlı Kuvvetler Günü”nü ve ondan iki ay sonra da “Cumhuriyet Bayramı”yla buluşacağız ve onu kutlayıp coşacağız, sevineceğiz!..

Fakat!..

Bayramlarımız niçin bu kadar buruk, durgun, heyecansız, hevessizdir, diye de sormayacak, sorgulamayacak, istişâre etmeyecek miyiz?

19 Mayıs 1919, 23 Nisan 1920, 30 Ağustos 1922 ve 29 Ekim 1923 târihleri, ne güzel millî şahlanış günleridir; peki, onlarla hemhâl olup; o ruhu, millî birlik şuuru içinde yaşamayacak mıyız?!..

 “23 Nisan’ın 100. Yılı” başlıklı yazımı –en az, yetmiş –yetmiş beş yıl öncesinin hâtıralarını tâzeleyerek-şu cümlelerle bitirmişim:

“Gönül ferahlığıyla söylüyorum: Elbette ki, yokluk vardı. Cızlâvet lâstik ayakkkabılıydık. Oynadığımız top, yamadandı. Başımızda, sarı şeritli ayyıldızlı şapkalarımız, sâdece bir k(ı)ravatımız ve onu takacağımız bir gömleğimiz vardı ammâ davul gibi kabaran/kabartılan göğüslerimiz vardı.

     Baharın gelmesi, rengârenk çiçeklerin açması, çeşit çeşit kuş ötüşlerinin her tarafı şenlendirdiği bu günler, çocukluk ve gençlik gönüllerimizi de tâzelerdi.

Bulunduğumuz mekânın mülkî ve idârî büyüklerini görür, bakkaldan berbere kasaba, manifaturacıdan manava, kalaycıya, nalbura kadar bütün esnaf bir gün evvelden ayyıldızlı bayrağımızı dükkânına asar ve meydanlarda halaylar çekilir, horonlar tepilirdi.

Böylece; istiklâlin, hürriyetin ve birbirine güvenmenin şuûruyla, üste- başta, bugünkü gibi değişik elbiseler, ayakkabılar ve gömlekler bulunmasa bile, yüzler, huzurla gülerdi.”

Bu hasretim, elbette ki, - ölünceye kadar- asla bitmeyecektir!. Çocuklarımızı ve gençlerimizi bunlardan mahrum bırakmaya kimsenin hakkı olmaması gerekir!..