İnsan davranışlarının ortaya çıkmasında bazı faktörler önemli role sahiptir. Bunlar arasında geçmiş hayat ve bunun ferdin zihninde bıraktığı iz önemlidir. Aynı şey devlet ve millet hayatları için de geçerlidir. Müesseseleşme sürecinde zaman önemli bir role sahiptir. İktidarı ile muhalefeti ve bütün iştirakçileri ile siyaseti, burada da özellikle demokratikleşmeyi bir müesseseleşme meselesi olarak ele aldığımızda tarih önemli bir yer işgal eder. Yaşanılan tecrübe, olay ve uygulamalar âdeta bir kültür oluşturmaktadır.
Kültür, hayatın tamamına yönelik olarak gelişir. Ancak müesseselerde fonksiyonel bölünmelerin yaşandığı çağımızda her bir müessesenin topyekûn kültür içerisinde olmakla beraber kendi sahasına ilişkin bir kültürel yapısı da vardır. Bu çerçevede siyaset de kendi kültürel yapısı içerisinde cereyan etmektedir. Bu yapısı kendisini diğer müesseselerden ayırdığı gibi başka kültüre sahip diğer milletlerin siyasî yapılarından da ayırmaktadır. Yani, bir çok ülkenin sistemi aynı adla anılsa da derinlemesine analizde önemli farklılıklar ortaya çıkmaktadır. Meselâ demokrasi bir çok ülkenin siyasî rejimi olarak boy göstermektedir. Ancak bir Alman demokrasisi ile bir Fransız, Amerikan vs. demokrasileri arasında her biri açısından önemli farklılıklar mevcuttur. Tabiatıyla Türk demokrasisi de diğerlerinden farklılık arzeder. Bu farklılığın temelinde ise kökü derinlere ulaşmış siyasî kültür bulunmaktadır.
O hâlde belirli bir toplumda siyasî olguya ilişkin geliştirilmiş olan kanaat ve inançlar, tutum ve davranışlar o toplumun siyasî kültürünü meydana getirmektedir.
1. Daha genel bir ifadeyle siyasî kültürden, kültürün siyasî yönleri anlaşılmakta ve bunların kendi içinde sistemli bir bütün oluşturduğu düşünülmektedir.
2. Bu bütün, bir siyasî sistemin kollektif tarihi ile, belli bir anda sistemi oluşturan fertlerin hayat tarihçelerinin bir ürünüdür.
3. Bu çerçevede Türk siyasî hayatında beliren ve zaman zaman doruk noktalara ulaşan iktidar-muhalefet ilişkisine dayalı meseleler, ancak tarihî derinliklerine ve mevcut siyasî kültürün mahiyetine bakarak anlaşılabilir.
Geçmişten Günümüze Gelenekselleşen İktidar-Muhalefet İlişkisi ve Millî Kültürden Sapma
Türk siyasî kültüründe iktidar ve muhalefet anlayışının oluşmasında II. Meşrutiyetin ilânı ile birlikte siyasî partilerin karşı karşıya gelmeleri önemli bir dönüm noktası olarak karşımıza çıkmaktadır. Esasında anlaşmazlığın siyasî partilerin doğuşundan itibaren yaşanmakta olmasına rağmen, bunların siyasî arenada keskin mücadelelere sahne olması, söz konusu amacın gerçekleştirilmesini müteakip derin farklılıklar su yüzüne çıkmış, gelecek yüzyıla damgasını vuracak ilişki ve uygulamaların temeli burada atılmıştır.
Başlangıçta evvelâ demokratikleşme yolunda bazı sahalarda müesseseleşmeye gidilmiştir. Ancak sosyal bir mücadele sürecinden geçmeden kolayca kazanılan ve aynı kolaylıkla bahşedilen matbuat hürriyeti, cemiyetleşme ve siyasî katılma hakları, ilk zamanlarda hayli suistimale uğramış, daha sonra yeniden eski devri hatırlatan bir uygulama ile verilenler geri alınmıştır. Parlâmento, basın, dernekler ve ferdin dokunulmazlık hakları gibi müesseseler, en liberal yorum ve samimî niyetlerle hayata geçirilmeye teşebbüs edilmiş ama bunlardan beklenen sihirli etki, çoğulcu parlâmenter hayatı aksamadan yürütecek hoşgörü ortamı hâsıl olmamıştır.
4. Esasen devletin içinde bulunduğu bunalım, devletin parçalanıp kaybolmasına yönelik endişeler ve aslî gayenin bütün bu meseleleri ortadan kaldırmaya yönelik olması, böyle bir ortamı âdeta zarurî olarak ortaya çıkarmıştır.
Gelenekselleşen Hoşgörüsüz “Kutsal İktidar” ve Saldırgan “Hain Muhalefet”
Meşrutiyet’in ilânı ile birlikte İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin mensuplarının hepsi açığa çıkmıştır. Ancak geçici bir süre için küllenmiş olan ayrılıklar, bu müşterek amaç gerçekleştirildikten sonra alevlenmiştir. 1908 Eylülünde cemiyet içinde tatmin olmamış bir grup ortaya çıkmış ve ayrılmalar başlamıştır. Cemiyetten ilk ayrılanların bazıları, Osmanlı Ahrar Fırkası’na geçmişlerdir.
5. Böylece siyasî tarihimizde partilerin bölünerek çoğalmaları ve parti değiştirmede görülen sıklıkların temeli burada atılmıştır.
İkinci Meşrutiyet’in başından saltanatın kaldırılmasına kadar (1908-1922) on dört yıl içinde 24 hükûmet kurulmuştur. 1908-1913 arasında çok partili siyasî rejim söz konusu iken, diğer kısmı ise tek partili rejim olarak yaşanmıştır. Nitekim 1912 yılında muhalefete düşürülen İttihat ve Terakki, Bâbıâli Baskını ile tekrar iktidarı ele geçirince, Mahmut Şevket Paşa suikasti sonrasında çok partili rejim fiilen kaldırılmıştır. Bu durum, 1918 Ekimi sonuna kadar devam etmiştir. Mondros Mütarekesi ile İttihat ve Terakki düzeni yıkılınca, yeniden anarşik bir çoğulculuk ve particilik başlamıştır. 1920 Martından sonra, parti ve cemiyetlerden söz edilemez olmuştur.
6. Siyasî istikrarsızlıkların, hükûmetin çok sık değişmesi şeklinde tecelli etmesi ve istikrar için muhalefeti bertaraf etme anlayış ve zihniyeti de bu şekilde belirmiştir. Bilhassa iktidarı ele geçirmek için şiddet kullanımı veya iktidarı her şeye rağmen elde tutmak için antidemokratik uygulamalar da her zaman müracaat edilen tutum ve davranışlar olarak belirmiştir.
Söz konusu gelişmeler beraberinde bir “muhalefet” ve “iktidar” zihniyetinin de doğmasına yol açmıştır. İttihat ve Terakki üyeleri, kendilerini kutsal ve kurtarıcı bir güç olarak saydıklarından muhaliflerini vatan haini olarak görmüşlerdir.
7. Yine modern Türk siyasetinin tarihi, incelenen muhalefet hareketlerinin tamamının, aynı ithamla suçlandıklarını gösterir.
8. Esasen yapılan muhalefetin niteliği de bu iddiaları kolaylaştırmıştır. Nitekim Şerif Paşa, bir zamanlar içinde bulunduğu cemiyeti “Haksızlık, körlük, zalimlik” gibi kavramlarla itham ederken şöyle diyordu:
“Kurtuluşumuz için parlayan son umut ışığını zalim bir maziperestçe konuşma ile, özellikle hırs ve menfaat sebebiyle söndürmeye cüret edenlere lânetler!..”
9. Ahmed Hilmi ise Şerif Paşa usulü yapılacak muhalefetlere “kötü niyet, ihtiras, intikam ve menfaat arzusu ile işlenen cinayetler” şeklinde suçlamalarda bulunmaktadır. Çünkü, O’na göre, idaresi altında bulunmak zorunda olduğumuz hükûmeti, Avrupalılar nazarında zelil, hakir ve zalim bir toplum olarak göstermekten bu memleket için bir fayda hasıl olmaz. Bu tür muhalefetin zararlarını dile getiren Ahmet Hilmi, muhalefetsiz meşrutiyet olmaz diyenlere ise şu cevabı vermektedir.
10. “Fırkalı, muhalefetli, çarpışmalı meşrutiyetimiz, ordunun berbat olmasına, milletin iki düşman parçaya ayrılmasına, her muhterisin millet zararına bin türlü aç gözlülüğe düşmesine ve sonunda koca Rumeli’nin gitmesine sebep oldu. Yine böyle fırkalarla, böyle muhalefetlerle, böyle çarpışmalarla işe devam edersek Anadolu da elimizden gidecek. Vatan elden gider, bu necip millet mahkûm olursa, işte o vakit hepimiz bir fırkaya cebren intisab ettirileceğiz: “Sefiller, zeliller, mahkûmlar fırkası.”
Bir muhalefet partisi olan İtilâf Fırkası’nı homojen olarak görmeyen Ahmed Hilmi, bu kadar zıt ve değişik fikirli insanları bir araya getiren birleştirici sebebi “ihtiras ve intikam” olarak nitelemektedir.
11. Ancak söz konusu olumsuz tavır sadece muhalefeti haiz değildir. Olumsuz mânâda gerçekleşen münasebet iki yönlüdür. Zira, İttihat ve Terakki Partisi’nin muhalefete olan tepkisi de bir hoşgörüsüzlük örneğidir.
12. Esasen parti daha meşrutiyetin ilk günlerinde hükûmeti kontrolü altına almıştır. Parti, amaç olarak hürriyet ve meşrutiyetin temel ilkelerinden uzaklaşmıştır. Bu şekildeki tavır, hem iktidardaki partinin iktidarı sağlamlaştırma hem de muhalefetin iktidarı ele geçirme metoduyla paralellik arz etmektedir. Nitekim meşru yollarla iktidarı ele geçirmenin mümkün olamayacağı yolundaki kanaat, 31 Mart Hâdisesini ortaya çıkarmıştır. Yine benzeri şekilde iktidar yolunda şiddetin kullanılması 23 Ocak 1913’te Talât Paşa ve Enver Paşa liderliğinde Bâbıâli Baskını ile gerçekleşmiştir. Şevket Paşa, 12 Haziran 1913 günü bir suikast düzenlenerek öldürülmüştür. Bu suikast sonucunda ise muhalefet sindirilmiş, sürülmüş ve kaçmaya zorlanmıştır. Bunun sonucunda muhalefet ülke dışına kaymış ve çok partili rejim sona ermiş, yerini tek parti diktasına bırakmıştır.
13. Böylece yurt dışında muhalefet etme geleneği iyice pekişmiş, hattâ ülkeyi yabancılara şikâyet etme hastalığı da buradan başlayarak günümüze kadar ırsî olarak intikal etmiştir.
Sonuç
Türkiye’de iktidar-muhalefet ilişkisinin niteliği, kalkınmanın ve sosyal gelişmenin önündeki en önemli engeldir. Demokrasinin kesintiye uğramasında da bir numaralı etkendir. İktidar her zaman kendisini devleti kurtaracak yegâne güç olarak görmüş ve hâlâ da böyle görmektedir. Böylece kendisini devletle de özdeşleştirerek âdeta “kutsal” bir dairenin içerisine koymuştur. Kendisini devletin tek sahibi olarak gören zihniyet, beraberinde tahammülsüzlüğü doğurmaktadır. Bu çerçevede iktidarı eline geçiren her siyasî parti, muhalefetin sahasını daraltma yoluna gitmektedir. Ortaya konulan muhalefetin niteliği de buna uygun bir zemin oluşturmaktadır. Çünkü “sınırsız iktidar”, karşısında her zaman “sorumsuz muhalefet”i bulmaktadır. Muhalefet kendi başarısını hükûmetin başarısızlığına odaklamakta ve meclisi çalıştırmamak için bilinen ve alışılmış teknikleri kullanmaktan bir an bile çekinmemektedir. İktidarı elde etmek için her yol meşru görülmektedir. Yani yabancı ülkelere şikâyet ya da destek için gidilmekte ve böylece devletin dış güçler karşısında itibar zaafiyetine uğramasına sebep olunmakta, hattâ bizatihi bunun için çaba sarfedilmektedir. Diğer taraftan iktidar için şiddet kullanımının yolları aranmakta, hattâ bunun için devletin kurumları karşı karşıya getirilmeye dahi çalışılmaktadır. Siyasî arenadaki mücadele âdeta “kan dâvası” gütme şeklinde tezahür etmektedir. Böylece yapıcılıktan uzak, yıkıcılığı seçmiş bir iktidar-muhalefet ilişkisi gözlenmektedir. Türkiye’de hükûmetlerin çok sık değiştiği göz önünde bulundurulduğunda söz konusu roller de sık sık dönüşümlü olarak kullanılmaktadır. Bu çerçevede oluşan siyaset “karalama” üzerine bina edilmekte, ya din siyasete âlet edilmekte ya da dinî ve millî duygulara hakaret ederek şahsî çekişmelere millet de taraf yapılmaya çalışılmaktadır. Bunun gibi millî şahsiyetler istismar edilmekte ve hâtta Cumhuriyetin temel ilkeleri de bundan nasibini almaktadır. Şahıs ya da parti menfaatini ülke menfaatinin üzerinde tutan anlayış ve politikalar siyaseti ve demokrasiyi tartışılır hâle getirmekte, millette infial uyandırmaktadır. Halbuki siyaset hoşgörü, ülke menfaatini her şeyin üstünde tutan, milletin iradesine sonuna kadar saygılı, milletle ve devletle barışık, mücadele kadar iş birliğini de ilke edinen bir anlayış ve zemin üzerinde gerçekleştirildiği takdirde amaca hizmet eder. Bu zemin, Türk kültürünün derinliklerinde mevcuttur. Unutulmamalıdır ki ecdat, devlet için kendi evlâdını dahi feda etmiştir. Günümüz siyasetçileri de devletin ve milletin bekasını her şeyin üzerinde görmelidirler.
Bu çerçevede, belirli bir zümrenin yukarıdan mecburî değiştirmeler yoluna müracaat ederek meydana getirmeye çalıştıkları ve hâlihazırda bulunan olarak “gösterdikleri”, siyasî kültür Türk kültürünün özünü yansıtmaz. Meydana getirilen değişikliklerin addedilebilmesi için cemiyetin topyekûn müesseselerinin ruhunu yansıtması gerekir. Böyle bir değişim ise zaten “zora” dayalı olmayacaktır. Bunun dışında millî değerlere karşı ve gayri ahlâkî siyasî tutum ve davranışlar da gelenekten kopuşu ifade etmekte, kültürden “sapma”nın bir göstergesi olmaktadır. Bu türden sapma davranışlar her cemiyette görülmekte birlikte, sapmaların yaygın davranış hâline gelmeye başlaması endişeye mahal veren değişimlerdir. Zira, böyle bir hâdise millî kültürden uzaklaşmayı ifade eder ve değişim olumlu mânada meydana gelmez. Halbuki, ruhunu millî kültürden alan müesseseleşme ve yenilikler, cemiyeti gelişmeye sevkedici değişmelerdir. Bu mânâda, kültürün siyasî yönlerinde gerçekleştirilecek, ruhunu millî kültür ve değerler manzumesinden alan müesseseleşme ve yenilikler, siyasî müessesede fonksiyonerliği artıracak, dolayısıyla yeni fonksiyonlar kazandıracak ve kanallar açacaktır.
Kökleri derinlerde bulunan bütün bu olumsuz tutum ve davranışlardan müteşekkil ve topyekûn kültürel yapıyla taban tabana çelişen siyasî kültür, (politikacıların zorlamaları ile teşekkül etmiş olduğu da düşünülerek) gözden geçirilmeli ve ana kültür kalıplarımızın güzelliklerle dolu sahalarına çekilmelidir. Artık, demokrasinin yegâne yönetim biçimi olduğu düşünülmeli, yıpratıcı tutum ve davranışlardan kaçınılmalı, temel kültür kodlarımızı da kullanarak onu ihya etmeye çalışılmalıdır.
DİPNOTLARI
1- VERGİN, N.: Siyaset Sosyolojisi Ders Notları, sh.53-54.
2- DUVERGER, M.: Siyaset Sosyolojisi (Çev. Ş. TEKELİ), İst. sh. 185.
3- HUNTİNGTON, S.P. ve DOMINGUEZ, J.I. Siyasal Gelişme, (Çev. E. ÖZBUDUN) Ank. sh. 20.
4- ALKAN, A.T.: İkinci Meşrutiyet Devrinde Ordu ve Siyaset, Ank. 1992, sh. 185.
5- KABASAKAL, M.: Türkiye’de Siyasal Parti Örgütlenmesi 1908-1960, İst. 1991, sh. 42-47.
6- TUNAYA. T.Z.: Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt I, İkinci Meşrutiyet Dönemi, İst. 1988, sh. 5-8.
7- TUNAYA. T.Z.: Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt III, sh. 399.
8- MARDİN, Ş.: “Türkiye’de Muhalefet ve Kontrol”, Makaleler 4, İst. 1991, sh. 180.
9- ŞERİF PAŞA: Bir Muhalifin Hatıraları, İttihat ve Terakkiye Muhalefet, İst. 1990, sh. 26,42.
10- AHMED HİLMİ: Muhalefetin İflâsı, İtilâf ve Hürriyet Fırkası, İst. 1991, sh. 26-27
11- AHMED HİLMİ: Aynı eser, sh. 37.
12- MARDİN, Ş.: A.g.m., sh. 179.
13- TATAR, T.: Siyaset Sosyolojisi, İst. 1997, sh. 47 vd.