Yazımın başlığı; büyük Türk milliyetçisi Hüseyin Nihal Atsız’ın 1933 yılında yazdığı “Kahramanlık” (1) başlıklı dört kıt’alık şiirinin mısrâlarından biridir.
Maksadım; bu mısrâdan hareketle, Gaspıralı İsmâil Bey, Ahmet Cevat Ahundzâde, Mirsaid Sultangaliyev, Mikâil Müşfik, Süleyman Çolpan, Mağcan Cumabayoğlu, Alihan Bökeyhan, Ahmet Baytursun ve Nâzım Hikmet adlı kişiler hakkında,’ hulâsa bir bilgi’ sunmaktır.
Bu hususta; Türk Dünyâsı okurları için çok kısa bir değerlendirme yapacağım. Muhakkaktır ki, ele aldığım bu kişiler için çok geniş yazılar yazılmıştır ve yazılacaktır. Ancak, bu kısacık yazımda, ilk sekiz isimle, dokuzuncu ismi, basitçe/hulâsayla -mukayeseyle değil- gözler önüne sermek istedim, o kadar!..
- İlki: Gaspıralı İsmâil Bey’dir. 21 Mart 1851’de Kırım/Bahçesaray’da doğdu. Türk dünyasının çok önemli fikir adamlarındandır. “Dilde birlik, fikirde birlik, işde birlik” düşüncesiyle Türk birliğini sağlayıcılığın fikir babasıdır. Dil/Türkçe birliği, baş mes’elesidir.
24 Eylül 1914 tarihinde, doğduğu şehir Bahçesaray’da öldü. Türk birliğinin sağlanmasında öncü isimlerdendir. 1944 Kırım sürgününden sonra, Ruslar, mezarını yok etmek istemişlerdir. Hatta, O’na, o kadar kızmış olmalılar ki, Bahçesaray’daki mezarının üzerine domuz ahırı bile yaptılar. Fakat, sürgünden dönen Kırımlı Türkler, mezarının yerini tekrar tespit ederek anıt mezar inşâ ettiler.
- İkincisi: Ahmed Cevat Ahundzade’dir. Ahundzade; 5 Mayıs 1892 târihinde, Azerbaycan’ın Gence şehrinde doğmuştur. Osmanlı ordusunda görev yapmış; Balkan Harbi’ne katılmış, Bulgarlara karşı savaşmıştır. Osmanlı Kafkas İslâm Ordusu’nun Bakü’ye girişi münâsebetiyle, bütün Türk dünyasında hâlâ da ses bulan “Çırpınırdı Karadeniz” marşının/şarkısının şâiridir ve bu şiirini 1914’te yazmıştır.
Şiirde, Türk milletinin birleşme ruhunu canlı tutan mısraları yanında, Balkan savaşları sırasında efsaneleşen Osmanlı gemisi Hamidiye’ye de övgüler vardır.
“Komünist devrim karşıtlığı ve Türkçülükle suçlanıp”, Stalin’in “Büyük Temizlik” adıyla başlattığı katliamda, 13 Ekim 1937 tarihinde gencecik yaşında, kurşuna dizilerek hâince katledilmiştir.
- Üçüncüsü: Mirsaid Sultangaliyev’dir. Tatar lider ve fikir adamı Sultangaliyev; 13 Temmuz 1892 tarihinde yâni Ahmet Cevat’tan birkaç ay sonra, Başkurdistan’ın Elimbetova köyünde doğmuştur. Orta Asya’daki Türk halklarını birleştirerek sosyalist/komünist bir Türkistan kurmak hayâlini/ülküsünü taşımaktadır.
Bunu; Lenin’in, “Milletler kendi kaderini tayin edebilir” düşüncesine göre yürütmektedir.
23 Mart 1918’de Tatar-Başkurt Cumhuriyeti’ni birleştiren kararı alır ve gerçekleştirir. Bununla; komünist Sovyet Rusya’daki bütün Türkler’in Turan Cumhuriyeti çatısı altında birliğinin ilk adımını atmış olur. Siyâsî mânada komünist olmasına rağmen, bu andan itibaren, Rusya’daki bütün Müslümanların önderi olarak kabul görüyordu.
Peki ne oldu? Hangi milletir ki, komünist Rusya’da “kendi kaderini tâyin edecektir?” Hangi Rus idârecisidir ki, sözünde duracaktır?
Netîcede, Stalin tarafından, Moskova Lefortova hapishânesinde, 20 Ocak 1940 tarihinde ve ne yazık ki, o da çok genç bir yaşta kurşuna dizilerek katledildi.
- Dördüncüsü: Mikâil Müşfik'tir. 05 Haziran 1908’de Bakü’de doğmuştur. Çok önemli bir şâir ve fikir adamıdır ve aynı zamanda, Lenin’i babası gibi sevdiğini söyleyen bir Lenin hayranıdır.
Fakat bunlar yetmemektedir. Meşhur “Tar” adlı şiirini yazar ve bu şiirde, Türk hayranlığı ve SSCB devletine düşmanlık iddia edilerek tutuklanarak, 1937’de Sibirya’ya sürülür. Sonra, Bakü yakınlarındaki Bayıl cezâevine konur ve 06 Ocak 1938 tarihinde, henüz otuzunu ikmâl etmeden, Stalin’in emriyle, kurşuna dizilerek öldürülür.
Mikâil Müşfik ve Tar şiirinin acı mâcerasını, Yavuz Bülent Bâkiler’in “Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamardır” adlı kitabından naklediyorum:
“TAR
Oxu tar, oxu tar!
Sesinden en latif şiirler dinleyim
Oxu tar, bir kadar!
Nağmeni su gibi alışan ruhuma çileyim.
Oxu tar!
Seni kim unudar?
Ey geniş kütlemin acısı, şerbeti
Alovlu seneti!
Sesini dinlemiş
Şahların, xanların sarayı
Seninle birlik inlemiş
Esirler alayı.
Sen gullug etmedin mescide, axunda
Çalışdın heyatı sevmeyin uğrunda
Çoxları yüzüne durdular
Könlünü gırdılar.
Ne deyim o yekebaşlara?
Çaldılar ruhunu daşlara.
Üstünden bir gara yel kimi esdiler
Sesini kesdiler.
Oxu tar! Oxu tar!
Sesinden en latif şiirler dinleyim
Oxu tar, o gadar!
Nağmeni su gibi alışan ruhuma çileyim.
Oxu tar!
Seni kim unudar?
Ey geniş kütlemin acısı, şerbeti
Alovlu seneti!
(Çilemek=Damla damla dökülmek; Axund=Din adamı; Alovlu seneti=Alevli sanat)
Bu şiir, Moskova’da Marksistleri çılgına çevirdi...
(...) Mikâil Müşfik’i 1937 yılının 4 Haziran’ında evinden alıp götürdüler. Gizli yapılan bir mahkeme önüne çıkardılar. Hâkimler heyetinde: Kolustyan, Tsinman, Geresimov, Sumbatov Topuridze vardı. Mikâil Müsfik’i devrim düşmanlığıyla suçladılar. Heyet, onun görünüşte sosyalist ama esasta, özde tam bir “milletçi” olduğu inancındaydı.
Gizli yapılan muhâkemesi esnasında Mikâil Müşfik, yana yakıla, genç komünistlerden yâni komsomollardan olduğunu, Lenin’i babası gibi sevdiğini, kendisini onun oğlu bildiğini, sosyalizmin getirdiği ve okullarda okuttuğu dinsizlik-Allahsızlık fikriyatıyla yetiştiğini, Kızıl Ordu’nun 28 Nisan 1920 târihine Bakû’ye girerek Millî Azerbaycan hükümetini devirmesini alkışladığını, şiirlerinden örnekler vererek yana yakıla anlattı.
Tarı sevmenin ve dinlemenin sosyalizme aykırı olmayacağını dile getirdi. Sosyalizmi ve Lenin’i öven şiirlerinden örnekler verdi ama, mahkeme heyetini ikna edemedi. Mahkemesi tam yedi ay sürdü. Bu süre içersinde, yakınları ondan hiçbir haber alamadılar. Onunla görüşemediler. Mikâil Müşfik, 1938 yılının 6 Ocakında kurşuna dizildi. Daha 30 yaşına bile girmemişti. Cesedini bile eşine vermediler...
(...) Gerçek, 1990 yılından sonra öğrenildi. Moskova, genç şâirin mezarının bilinmesini istemedi. Cellâtlar, onu kurşuna dizdikten sonra nereye gömdüklerini söylemediler. Şimdi, Mikâil Müşfik’in nerede yattığını kimse bilmiyor.” (2)
Beşincisi: Süleyman Çolpan’dır: Gerçek adı Abdülhamit Süleyman olan Süleyman Çolpan, 1897’de Türkistan’ın Fergana vilâyetinin Andican kasabasında doğdu. Hem medresede hem de Rus okullarında tahsil görerek Arapça, Farsça, Rusça ve İngilizce de öğrendi. Süleyman Çolpan; Türk ve dünya edebiyatlarını da yakından tâkîp eden bir şâir, gazeteci ve mütercimdi.
Hintli Togor’dan, İngiliz Şekspir’den, Rus Maksim Gorki’den tercümeler yaptı.
Şiirlerinde, millî ve sosyal mes’eleleri ele alıyordu. Bu şiirleri sebebiyle sekiz defa tutuklanmıştır.
1937 yılılda, Stalin devrinde, Taşkent’te yapılan yazarlar toplantısında “eserlerinde, ideolojik açıdan komünizm dışı meselelerle uğraştığı için dâvâya ihânet ettiği” iddia edilerek suçunu itiraf etmesi istenir.
Süleyman Çolpan ise; “Siz, beni üç gün içinde ıslah edemezsiniz” diye cevap vererek, direnir. Bunun üzerine, halk düşmanı ve milliyetçi olmakla suçlanarak, o da tıpkı Mikâil Müşfik gibi, Stalin’in “temizlik” adını verdiği katliama tâbi tutulur ve 1938 yılında kurşuna dizilerek şehit edilir. Henüz, 41 yaşındaydı.
O’nun, hayâllerini süsleyen, “Güzel Türkistân” başlıklı şiirini paylaşmak istiyorum:
GÖZEL TÜRKİSTÂN
Gözel Türkistan senge ne boldı?
Seher vaktide güllerin soldı.
Çemenler berbâd, kuşlar hem feryâd.
Hemmesi mahzun, bolmasın dil şâd?
Bilmem, ne üçün kuşlar uçmas bakçalarında?
Birligimiznin tebrenmes tağı,
Ümidimiznin sönmes çırağı.
Birleş, ey halkım, kelgendir çağı,
Bezensin endi Türkistan bağı.
Kozgal, halkım, yeter sunça cebr-ü cefâlar.
Al bayrağınnı, kalbin uyğansın,
Kullık, esâret - barçası yansın.
Kur yeni devlet, yalvar örtensin,
Ösib Türkistn, kaddın kötersin!
Yayrat yaşnat öz Vatanın gül bağlarında!
1922
GÜZEL TÜRKİSTÂN
Güzel Türkistan sana ne oldu?
Seher vaktinde güllerin soldu.
Çimenler berbat, kuşlar da feryat,
Hepsi mahzun, olmaz mı gönül şad?
Bilmem ne için kuşlar uçmaz bahçelerinde?
Birliğimizin sarsılmaz dağı,
Ümidimizin sönmez ışığı.
Birleş, ey halkım, gelmiştir çağı,
Bezensin şimdi Türkistan bağı.
Ayaklan, halkım, yeter bunca eziyetler.
AI bayrağını, kalbin uyansın,
Kulluk, tutsaklık- hepsi yansın.
Kur yeni devlet, düşmanlar çatlasın,
Büyüyerek Türkistan, boy göstersin!
Genişlet, büyüt kendi Vatanını gül bağlarında!
1922 (3)
Altıncısı: Mağcan Cumabayoğlu’dur. O; Kazak Türkleri’nin büyük şâirlerinden biridir. 1893’te Kuzey Kazakistan’daki Sasık Köl kenarında, konar göçer hayat süren bir ailenin çocuğudur. 1913’te, Ombı’daki Rus Öğretmen Okulu’na kaydolur ve 1917’de bu okulu bitirir.
Aynı yıl, Alihan Bökeyhan, Ahmet Baytursun ve Mircakıp Duvat’ın öncülüğünde kurulan ve Kazakistan’ın istiklâlini savunan Alaş Orda Partisi’ne girer.
1924 yılı Kasım ayında, Moskova’da okuyan Kazak gençlerinin bir toplantısında, Mağcan’ın şiirleri, Marksist açıdan değerlendirilmeye tâbi tutulur. Bu değerlendirme sonucunda, Mağcan’ın şiirleri, eski tarihi ve milliyetçiliği övdüğü gerekçesiyle suçlu görülür.
1929’da Sovyet Hükûmeti tarafından tutuklanarak on yıl hapis cezasına çarptırılarak, Moskova’daki Butırka Hapishânesi’ne konur. 1935 yılında meşhur Rus yazar Maksim Gorki’nin yardımıyla hapisten kurtulup Kızılcar’a döner. 1937 yılına kadar, Kızılcar’da Orta Mektep’te Rus dili ve edebiyatı öğretmenliği yapar.
Ancak; 1937 yılının 30 Aralık’ında, Almatı’da tekrar tutuklanır ve kendisinden bir daha haber alınamaz.
Sovyetler Birliği Komünist Partisi tarafından Mağcan’ın eserlerinin okunması, bulundurulması, yayınlanması, hatta adının kitaplar ve yazılarda geçmesi 1939 yılından itibaren yasaklanır. (4)
Görüldüğü gibi, Mağcan Cumabayoğlu, henüz 44 yaşında çok genç vatansever bir şâirdir. O da, tıpkı, diğer milliyetçi Türk şâir ve fikir adamları gibi, zâlim komünist rejim mensupları tarafından, aynı dönemde şehit edilmiştir.
Yedincisi: Alihan Bökeyhan’dır. 05 Mart 1866’da Kazakistan’nın Semey ili Karkarlı kazasında doğan Bökeyhan, 1894’te Petersburg Üniversitesi Orman Fakültesi’ni bitirmiştir. Bu yıllardan itibaren edebî faaliyetlerde bulunmuş, Çarlık Rusyasına karşı öğrenci hareketlerine katılmıştır.
Alihan Bökeyhan; 1905-1920 yılları arasında, Türkistan’ın millî istilâli için mücâdele veren Alaş Hareketi’nin kurulmasında önemli çalışmalarda bulunmuş, Kazak millî hareketinin lideri olmuş ve Alaş Partisi’ne Türkçülük fikrinin hâkim olmasını sağlamıştır.
Bütün emeli, Türk milletiin istiklâlini elde etmekti. Bu sebeple; Ombi şehrinde, önce altı ay ve sonra da Semey’de üç ay hapse mahkûm edildi.
Hapisten çıkışından sonra, Sarıtav şehrine sürgün edildi. Burada bile, Türkistan’ın istiklâli için mücâdele etti.
1937’de, Stalin döneminde, tekrar tutuklandı ve Butırsk hapishânesine kapatıldı.
27 Eylül 1937 târihinde, Moskova’da, kurşuna dizilerek şehit edildi.
Sekizincisi: Ahmet Baytursun’dur. 28 Ocak 1873 târihinde Kazakistan’ın Kostanay ili Cangeldin Bölgesi Sarıtübek köyünde doğmuştur.1895’te dört yıllık öğretmen okulunu bitirmiş; 1928’de, Almatı’da, Kazak Devlet Enstitüsü’nde rektörün dâvetiyle profesör ünvanıyla çalışmaya başlamıştır.
1917 devriminden sonra gerçekleştirilen Kazak kongrelerine katılmış ve Alaş Partisi’nin pr(u)rogramını hazırlayanlar arasında yer almıştır. Alaş Orda hükûmetini onaylayan 2. Genel Kazak Kongresi’nde eğitim öğretim komisyonu başkanı olmuş ve 1920’de, Lenin’e, Sovyet hükûmetinin Kazakistan’ı idâre tarzı hakkında mektup yazarak, onu, tenkit etmiştir.
1921’de, komünist ihtilâle karşı teşkilâtlanmak; Türkistan Millî Birliği başkanı Validov’la (Zeki Velidi Togan’la) iş birliği yapmakla ve 1927’de de, Kazakları silâhlı ayaklanmaya teşvikle kurşuna dizilmeye karar verilmişse de, 2 Haziran 1929’da, Alaş Millî hareketinde uygulanan baskı sonucu üç Alaş üyesiyle birlikte Almatı’da tutuklanıp Moskova’ya götürülmüştür. Bilâhare, 1932’de, üç yıl süreyle Arhangelsk’e sürgün edilmiştir.
1933’te, sağlığı bozulmuş ve bunun üzerine, eşi ve kızıyla Batı Sibirya’ya gitmesine izin verilmiştir. 1934’te, Maksim Gorki’nin eşi E. P. Paşkova’nın yardımıyla tekrar Almatı’ya dönmesi sağlanmıştır.
Ancak; 8 Ekim 1938’de tekrar tutuklanmış ve zâlim Stalin’in emriyle 8 Aralık 1938 târihinde kurşuna dizilerek şehit edilmiştir.
Dokuzuncusu: Nâzım Hikmet’tir ve o, başka bir mecrâdadır. Ondan sitayişle bahsedenler, hiçbir şeyden haberleri yokmuş gibi, bir tavır içindedirler. Kısa bilgi arzedeyim: Bütün kayıtlara göre, 15 Ocak 1902’de Selânik’te doğmuş ve 3 Haziran 1963’te Moskova’’da ölmüştür. Mezarı, oradadır.
1917 yılında Heybeliada Bahriye Mektebi’ne girer ve güverte subayı olarak oradan mezun olur. 1920’de zatürre hastalığı sebebiyle çürüğe ayrılarak ordudan çıkarılır.
Bu dönemlerde, vatan şiirleri yazar. Yahya Kemal’in tesirindedir. Çünkü, Yahya Kemal hem Bahriye Mektebi’nden hocasıdır ve hem de annesi Celile Hanım’la hayat sürmeye başlamıştır.
Ordudan ayrıldıktan sonra, zamanın şartlarında, Bolu’ya öğretmen tâyin edilerek eğitim hizmetinde bulunması istenilir. Fakat, arkadaşı Vâlâ Nûreddin’le gittiği İnebolu’da, bâzı Türk komünistleriyle tanışır. Millî Mücâdele’nin bu en çetin döneminde, kendisine verilen öğretmenlik görevini bırakır ve Eylül 1921’de Batum üzerinden Moskova’ya kaçar.
“Mustafa Kemal Paşa (henüz, Atatürk soyadını almamıştı), savaş devam ederken, 16-21 Temmuz 1921 târihleri arasında, Ankara’da, Maarif Kongresi’ni toplamıştır. Düşününüz, Millî Mücâdele devam etmektedir. Sakarya Savaşı (23 Ağustos 1921-13 Eylül 1921) öncesidir ve savaş hazırlıkları yapılmaktadır.
23 Nisan 1920’de TBMM açılmış ve hemen ardından, 6 Mayıs 1920’de Maarif Bakanlığı kurulmuş ve 25 Kasım 1920’de de öğretmen ve öğrencilerin askerlik yükümlülükleri TBMM tarafından tehir edilmiştir.” (5)
TBMM tarafından, “askerlik yükümlülükleri tehir” edilen kişi/kişilerin, vatan evlâtlarına hizmet etmeyip Moskova’ya kaçmasını da ayrıca takdirlere sunuyorum.
1924’te Türkiye’ye döner. 1928 affından faydalanır. Sonraki yıllarda, Harp Okulunda komünist propagandası yapmaktan ve “orduyu isyana teşvik”ten 28 yıl 4 ay hapse mahkûm edilir.
14 Temmuz 1950 Genel Affı’yla serbest kalarak 17 Haziran 1951’de İstanbul’dan ayrılır ve Romanya üzerinden, yine, Moskova’ya kaçar. 15 Temmuz 1951’de, Bakanlar Kurulu kararıyla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarılır ve Müslüman olan ve aslen Polonya yahudisi büyükdedesi Mustafa Celâleddin Paşa’nın (Konstantin Borzeçki/Borzcky veya Verzenski) soyadını alır. Polonya vatandaşlığına geçer.
1953’te, Stalin’in, ölümü üzerine, ona ağıt yazar ve Budapeşte Radyosu’ndan okur:
“5 Mart 1953
İlkönce kim kime
Metin ol kardeşim diyecek
İlkönce kim kime
Başsağlığı dileyecek
Hepimizindi o
Hepimizindir
Yoldaşlarım
Hüngür hüngür ağlamak geliyor içimden
Tutuyorum kendimi sizin gibi tıpkı
Aynı metanetle
Seviyorum onu
Marks’ı, Engels’i, Lenin’i sevdiğim gibi
Sevdiğiniz gibi”.
Hüngür hüngür ağlanacak bu Stalin kim midir? 25 yılı aşan iktidar süresi içersinde milyonlarca Müslüman Türk’ü vatanından süren, yerinden yurdundan eden ve katleden câni, kaatildir. 14.000 câmi ve mescidi yakıp yıktıran, binlerce san’at, din ve ilim adamını kurşuna dizdiren hâin, gaddar diktatördür.
1945 yılında, Türkiye’den Kars’ı ve Ardahan’ı istemekle kalmayıp, Boğazlar’dan üs talep eden de bu Stalin değil midir? Nâzım’ın “sevdiği” bu ise, Nâzım’ı sevenler kimi sevmiş oluyorlar acaba?
Stalin’in ölümünden sonra, Nikita Kruşçev, SSCB’in başına geçince, “Stalin’i târihin en büyük diktatörlerinden biri” ilân eder ve şâir ve yazarlara da, “Stalin zulmünü anlatacaksınız” emrini verir.
Stalin için, “hüngür hüngür ağlamak geçiyor içimden” diyen ve bir zamanlar, Moskova havaalanına indiğinde, “Ben eski bir Moskovalıyım, eski bir İstanbullu olduğum kadar. Beni Stalin yarattı, asıl vatanıma geldim” diyerek Moskova toprağını öpen bu zat, Kruşçev’in bu emri üzerine, o çok sevdiği Stalin için, bakın, şimdi neler yazıyor!..İşte, o, ‘ölü Stalin’ için yazdığı şiir:
“Taştandı, tunçtandı, kâğıttandı iki santimden
Yedi metreye kadar