Bazı Kelimeler

Dil, bir milletin en değerli unsurudur, öyle ki, dilini yitiren topluluk, millet olmak hâlinden çıkar, insan sürüsü hâline gelir. Milletin bütün geçmişi, bağlandığı, ortaya koyduğu değerler, dünyâ görüşü, o milletin dilinde tezâhür eder.
Kelimeler, konuşulan dilin yapı taşlarıdır ve yerinde kullanılmalıdır. Kelimeler de geçmişin hâtırasını taşır, söylendikleri, yazıldıkları zaman, o millet fertlerinin gönüllerinde yankılar uyandırır.
Bâzan, küçük hesaplar uğruna, kelimelerin yersiz kullanıldığı, israf edildiği olur. Bunlardan biri, saray kelimesidir. Saray denilince, Türk insanının aklına, engin tarihimizin bir hâtırası olarak, Yeryüzünde adâleti hâkim kılmak, Yeryüzünde Yaradan’ın buyruklarını yaymak için ülkeleri İslâma açma cehdinde bulunan Selçuklu, Osmanlı Sultan-_Halîfelerinin bulunduğu, kararların verildiği, birkaç yüzyıl Dünyanın yönetim merkezi olmuş mekân gelir. Yine, kervanların sabah namazından sonra yola çıkıp ikindi üzeri ulaştıkları mesâfede, konakladıkları, son derece güvenli, yolcuların, -hangi millet ve dinden olursa olsun- 3 gün hiçbir ücret ödemeden kaldıkları, hayvanlarına bakıldığı, hasta iseler ücretsiz tedâvi edildikleri kervansaray, aklımıza gelen bir kelimedir. Mü’minin kalbi, Allah’ın sarayıdır. Bu inançtan dolayı, Müslüman, gönül kırmamağa dikkat etme durumunda olur.
Günümüzde ise, halkın rahatça gidip gezebildiği, halka açık kitaplığında binlerce eser bulunan, mescidi, halkın rahat edeceği mekânları olan, kısacası; milletin başındaki yönetimin milletle kaynaşacağı, bütünleşeceği bir anlayışla, eskiden halkın yanına bile yaklaşamayacağı Cumhurbaşkanlığı köşkü yerine, külliye (şanlı geçmişimizdeki câmi ve çevresindeki imâret, hastane, kitaplık vb. sosyal tesisleri hatırlatan kelime) adıyla bir yapı meydana getirilmiştir ki, bu olay, -farkına varılmasa da- kendimize dönüş yolunda, anlayış olarak, bir devrim niteliğindedir, geçmiş büyüklüğümüze yönelmeyi işâret etmektedir. Geçmişteki Türk devletlerinin bayrakları, o devletin askerlerinin kıyafetindeki birlikler, muazzam geçmişimizden bir sahne sunmaktadır. Tanzimat artığı zihniyet, ne yapsa, bu milleti şanlı mâzisinden koparamaz: Arslan komandolarımız, Âzerbaycan’da, mehter havası çalarak yürürler, çok da takdîr toplarlar. Suriye’ye terörist avına giren birliklerimiz, mehter marşı çalarak girerler. (Ama, Tanzimat artığı zihniyetle, okulda kafasına doldurulanla kalan ‘imâl edilmiş’ diplomalı, umutsuz vâkıadır.)
Siyâseti “oyun” zanneden sorumsuz bir zihniyet, politika yapacağım diye, bu güzel, Selçuklu mimarisinden mülhem binaya saray dedi, mârifet yaptığını zannederek. Sözde, orada bulunan, milletin doğrudan seçtiği Cumhurbaşkanı, “diktatör” olduğu için, mutlak otorite sahibi Padişah gibi “saray” da oturuyor diyebilmek için. Serbest, hür seçimlerin olduğu, belli aralıklarla tekrarlandığı bir ülkede, seçilmiş bir başkanın, diktatörlüğe özenirse, ilk seçimde alaşağı edileceği gerçeği unutturulmak istercesine, bu saçma ‘saray’ lâfı, sorumsuz ağızlarda dolaşmaktadır. Ankara’daki külliye için sürekli olarak saray diyenin düşünme özürlü olduğu, en azından, düşünmeyi ‘paranteze aldığı’ günümüz gerçeklerindendir.
***
On altıncı yüzyılda, Hristiyan iki emperyalist güç, İspanya ve Portekiz idi. Papa, kendine göre, dünyayı bu iki emperyalist arasında bölüştürdü; Güney Amerika’da bu durum açıkça görülmektedir: En geniş ülke, Brezilya, Osmanlı’nın “Portakal kâfiri” dediği Portekiz’dir artık, diliyle, kültürüyle, Katolikliğiyle Portekiz’dir. Kalan kısmı ise, her şeyiyle İspanyol’dur, o kıtada, kıtanın asıl sahibi yerli, çok az kalmıştır. Kuzey kısmı el değiştirdi; soykırıma uğratılan 100 milyondan arta kalan yerli halk kuzeye, Kanada’ya sürüldü, Fransa’dan İngiliz’e geçen Kanada’da Qubeck bölgesi Fransız kalabildi. Daha güneyde, Hollanda’nın New Amsterdam’ı New York olmuş, kısacası, kuzey Amerika, İngiliz “gibi” olmuştur. (“imparatorluk” yaftasını yapıştırarak iftira attıkları Osmanlı, Avrupa’lının, Amerika kıtasında yaptığını, aynı müddet hâkim olduğu Avrupa topraklarında yapsaydı, Sırp kalmazdı, Bulgar kalmazdı, Yunanın kökü kurutulurdu, Sırpça, Bulgarca, Yunanca unutulurdu. Osmanlı, her din topluluğunun başına, kendi yetkili din büyüğünü getirerek millet nizamı uyguladı, onların kimliklerini, dinlerini, dillerini, kültürlerini korudu; Rum gençler, Patrik’in denize attığı haçı çıkarma geleneğini 570 yıldır sürdürüyorlar. Uygar, ‘insana saygılı’, Avrupa’lı mı, yoksa … Osmanlı mı?)
Evet, bu, Avrupa’lılardan, savaştığımız emperyalist İspanyollar, Oruç Reis’e, saçı sakalı kırmızıya çaldığından dolayı, -Avrupa’daki iğrenç Mâvi Sakal’a benzeterek- aşağılamak için, BARBA ROSSA (kırmızı sakal) adını taktılar, Oruç Reis diye anmadılar. Onun 1518 yılında şehîd olmasından sonra, bu defa, bu aşağılayıcı deyimi, kardeşi Hızır Reis için kullandılar. Hızır Reis, Kanunî zamanında Osmanlı hizmetine girerek Hayreddîn Paşa olduktan sonra da bu aşağılayıcı etiketi kullanmağa devam ettiler.
Tanzimat ürünü diplomalılarımız da bu deyimi, Avrupalılar’dan düşünmeksizin aktarıp utanmadan kullandılar. (Tanzimat ürünü diplomalmız, iki ayaklı karikatürdür.) Doktora tezim (Tunus’ta Osmanlı Hâkimiyeti) dolayısıyla, bu iki deniz mücâhidinin savaşlarını, gerek bulunduğum Tunus’taki mahallî yazma eserlerde, gerekse, Kâtip Çelebi gibi Osmanlı müelliflerinin kitaplarında okurken, Barbaros kelimesine rastladığımı hatırlamıyorum.
Tarihle ilgili filmlerin çevrilmesi iyi, güzel de bu filmleri hazırlayanlar, tarihçilere danışmazlar mı? danışıyor iseler, o tarihçiler, sayın Alev Alatlı’nın deyimiyle “-mış gibi”mi yaparlar? Kesin olan: yazık oluyor, ayıp oluyor, günah oluyor, gülünç olunuyor.
***
Paylaşmak kelimesi de YANLIŞ kullanılmaktadır. Bir nesne, şey, paylaşılınca, eski hâlinde kalmaz; azalır. Cebinizdeki parayı birkaç kişiyle paylaşın bakalım, aynı mikdar kalır mı? “Aktarmak”, “nakletmek”, “bildirmek” kelimeleri ve benzerleri kullanılmalıdır.
***
Gurûr kelimesi de YANLIŞ kullanılışta epeyce mesâfe almıştır. Gurûr: aldanmak/aldatmak demektir. Türkçeyi iyi bilmeyen (nereden bilsin ki, orta öğretimdeki kökten kopuk, sömürgecinin sömürgesinde uyguladığı müfredat programına benzeyen bir programla imal edilmiş olan, bir Avrupa dilini kolejde okumuşsa, sunucu yapılan) zavallının İngilizce “to be proud of”u “iftihar etmek, öğünmek” diyeceğine, Türkçeye “gururlanmak” diye aktarmasıyla, bu YANLIŞ, ortaya çıkmış ve maalesef oldukça yayılmıştır.
Aynı zihniyet, “kır atlı şehzâde” diyeceği yerde “beyaz atlı prens” der. Türkçede, at için “beyaz” değil “kır” denildiğini bilmeyenleri sunucu yapmak da ne oluyor? İngiliz, “white” kelimesini, at için de kullanıyorsa, dili, at kültürü konusunda, bizimki kadar gelişmemişse, kabahat bizim mi?
***
Dil ile uğraşmak, kuyumcu işçiliği gerektirir; demircinin işi değildir, dil, hele hele kifâyetsiz heveskârların oyuncağı, hiç değildir.