Yargıtay 3. Ceza Dairesi AYM’nin 14 Mayıs’ta milletvekili seçilen fakat hakkındaki ceza davasından ötürü tutuklu bulunan Can Atalay hakkındaki “hak ihlali yapılmıştır” kararını ikinci defa yok saydı. Kararın gerekçesinde yer alan ifadeler, mesleki kıdem ve başarılarından ötürü bu makama layık görülen seçkin bir heyetin bu meseleye hukuki açıdan bakıp değerlendirmek, bununla uyumlu dil ve üslup kullanmak yerine siyasi ve popülist bir nitelik taşıyor. AYM’nin kararları elbette eleştirilir, yanlış bulunabilir. Nitekim bizim de eleştirdiğimiz kararları olmuştur. Ancak yürürlükteki Anayasamızın 153. madde son fıkrası ve 138. madde son fıkrası yorumlanmayacak derecede açık ve nettir; bağlayıcıdır: “Yasama, yürütme ve YARGI ORGANLARINI, idare mahkemelerini, gerçek ve tüzel kişileri bağlar.”
Anayasamızın 146- 154 ve 155. maddelerinde üç yüksek yargı organının yani Anayasa Mahkemesi’nin, Yargıtay’ın ve Danıştay’ın görevleri, bakacakları konular, belirlenmiştir, aralarında hiyerarşik bir ayrım yapılmamıştır. Yargıtay adliye mahkemelerince verilen, temyiz aşamasına gelen ve başka mercilere bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciidir. AYM ise kanunların Anayasaya uygun olup olmadığını, bireysel başvuruları inceler ve karar verir.
Yargıtay AYM’nin kararının hukuki dayanağının olmadığını iddia ederek tanımayacağını söylüyor, daha da ilerisine geçerek AYM’nin bireysel başvurular hakkındaki yorum ve kararlarının terör örgütlerininkilerle uyumlu olduğunu iddia ederek “F.Gülen ve Karayılan da benzer taleplerle gelirse ne yapacaksınız“ diye soruyor. Fakat TBMM’nde AK Parti döneminde çıkarılan yasa ile AİHM kararlarının uyulması gereken “üst norm” olarak kabul edildiğini AYM‘nin seçilmiş olan bir milletvekilinin başvurusuna olumsuz karar vermesi durumunda devreye buranın gireceğini unutuyor. Aslında AYM’nin bu konudaki kararlarını yanlış bulup tepki gösterenler için çözüm yolu (göze alabiliyorlarsa şudur: 1949’dan beri kurucu üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi’nden dolayısıyla AİHM’den ayrılmak, “biz en iyisini bilip yaparız” diyerek içimize kapanmak. Batı’ya Rusya gibi kapıları kapamak.
Hayli uzun yazılan 3. Daire’nin gerekçesinde hukuki deliller, karar ve içtihat örnekleri verilmiyor, bolca hamaset yapılıyor. AYM’ni yetkilerini aşarak anayasayı çiğnediğini söyleyip suç duyurusu yaparken kendisini bu konuda yetkili görmesine imkân veren yasal bir dayanak gösterilmiyor.
Yargıtay başkanı bu anayasal kriz patladıktan sonra devreye girerek sorunun iki kurum arasındaki “yorum farklılığından “kaynaklandığını öne sürdü. AYM ‘nin ikinci kararının 153. madde ile uygunluğunun bulunmadığını söyleyerek 3.Daire’nin kararının doğru olduğunu savundu.
Benim açımdan önemli olan Can Atalay’ın durumunun ötesinde AYM ‘nin siyasi nedenlerle bu derece hoyratça hırpalanması, fiilen yok sayılmak istenmesidir. Ayrıca başka karar mercilerine hoşa gitmeyecek bir karar vermeleri durumunda buna cüret edeceklerin de başına neler geleceği gösterilerek yüreklere korku salınmasıdır. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu yıl yeni bir anayasa yapılarak ülkemizin “darbe anayasası ayıbından“ kurtarılacağını açıklıyor. Öncelikli ihtiyacımız bu değil ki.
Anayasada yazılanları yok sayarak iş yapanlar nasıl önlenecek, Anayasa’da yer alan hükümlere uyulması nasıl sağlanacak? Saygınlığını kaybeden, fiilen devreden çıkarılan AYM olmadan hukuka uygunluk misyonunu kim yapacak? Aslında biraz sabırlı olunsa bu yargı krizinin çıkarılmasına gerek kalmazdı; Nisan ayında AYM başkanı Prof. Zühtü Aslan’ın görev süresi bitiyor ve ayrılıyor. İki üyenin tercihlerini değiştirmesi durumunda “laf dinleyen” bir başkanın seçilmesi zor olmayacak, Yargıtay’ın kendisini “üst temyiz mercii” yapmasına gerek kalmayacaktır.