Milleti nisyan ederek her işimizde
Efkâr-I frenge tabaiyyet yeni çıktı.
Ziya Paşa
GİRİŞ
Kültür, fertlere davranışlarda bulunurken bir izafet çerçevesi sunar. Fert karşılaştığı meselelerde her zaman nasıl davranması lâzım geldiğini uzun uzun düşünmez. Kültürün kendisine sunmuş olduğu kalıpları kullanır. İşte bu kalıpların oluşumunu da, değişimini de sağlayan zamandır. Buradaki değişim, süreklilik içinde kemalattır. Zaman içerisindeki bu gelişimdir ki, kültürün kalıplaşmasını temin eder. Buna gelenek denir. Böylece gelenek gücünü ve kemalatını geçmişi ile bu günü arasındaki çizgiden alır, sürekliliğini ise geleceğe de hitap etmesiyle sağlar. Geçmişi unutturmayan da odur, geleceğe ışık tutan da odur. Bu yerde ise geleneksellik biter, gelenekçilik başlar. Çünkü artık sadece mazi vardır, başka bir ifade ile mazide kalmış olan vardır.
Geleneğin nakli ve hayata geçirilmesi kendi tabiî seyri içerisinde gerçekleşir. Bu bir süreçtir. Bu sürece sosyalleşme adı verilmektedir. Ferdin henüz doğumundan başlayan bu süreç içerisinde, ilerki yaşlarda notalarda ifadesini bulan musikî nağmeleri, beşikteki ninnilerde kazanılır. Fert ilk adımları ile cemiyete dahil olmaya başlar. Bu uzun soluklu yürüyüşte fert, cemiyette demlenir, yeni fertlere de çalınan mays olur. Bu süreçte, ferdin tercihinden söz etmek pek de mümkün değildir. Başka bir ifadeyle isteklilikten de zorakilikten de bahsetmek yanlış olur. Gönüllülükten de dayatmadan da yola çıkmak yanlış olur. Esasında burada ihtiyaca verilen bir cevap söz konusudur. Fert daha önce keşfedilmiş cevapları hazır bulmakla şanslıdır. Esasında tekâmülü mümkün kılan da budur. Bu mânâda gelenek, cemiyetin hafızasıdır, dolayısıyla her gün defalarca yeni bir keşfe ulaşmaya ihtiyaç duyulmamaktadır. Cemiyetin topyekûn tecrübesi onun içinde gizli ya da âşikâr olarak mevcuttur.
MİLLET, MİLLİYETÇİLİK
VE GELENEK
Millet ve milliyet kavramları farklı şekillerde tarif edilmiş ise de, birbirinden çok farklı ya da zıt mânâlar içermemektedir. Ağırlıklı olarak bazı kavramların üzerinde daha fazla durulduğu görülmektedir. Bazı tarihlerde ağırlık dil ve din birliği üzerinde odaklaşırken, bazılarında tarih, kan beraberliği, mensubiyet şuuru ön plâna çıkmakta ya da kültür birliği vurgulanmaktadır. Bütün bu izahlara ve açıklamalara rağmen, bir millette bu unsurlardan biri zamana ve mekâna bağlı olarak eksik olabilir. Ancak bu, millet özelliğinin kaybolmasına işaret etmez. Bunun gibi bazı durumlarda, söz konusu unsurların varlığına rağmen millet teşekkül etmemiş olabilir. Nitekim, kan ya da ırkî müşterekliğe rağmen hedefte ve ülküde birlikte olmayan ve birbirleri ile sürekli mücadele içerisinde bulunan grupları aynı milletin mensupları sayamayız. Buna karşılık, mânevî kültürde beraberlik içerisinde olanları aynı milletin mensupları sayabiliriz. Bu çerçevede geleneğin önemini vurgulamak açısından İ.H. Baltacıoğlu'nun milliyet tarifi önem arzetmektedir. Ona göre "Milliyet bir gelenek birliğidir. Millet de aralarında gelenek birliği olan bireylerin meydana getirdiği tinsel birliktir."1
Kültürde müştereklik birçok faktörü zaten bünyesinde taşımaktadır. Bir kültürün kökü tarihinde, başka bir ifade ile geleneğindedir. Gelenek kök itibariyle geçmişi, tuttuğu ışık ile de geleceği kendi içerisinde barındırmaktadır. Geleneği olmayan bir millet düşünmek mümkün değildir. Nurettin Topçu'nun da belirttiği gibi, "mazide bir milleti kurmuş olan ve millet hafızasının bütün servetini teşkil eden yaratıcı kuvvetler elde tutuldukça o millet kendi şahsiyetine bürünmüştür. Ancak o millet ruhen istiklâline sahip sayılır."2 Bu çerçevede gücünü geçmişinden alamayan bir neslin uzun süre yaşaması mümkün değildir. Köksüz ağaçların ilk rüzgârda devrilmesi gibi, gelenekten mahrum fertler de çıkan ilk esintide birbiri ardınca devrileceklerdir. Ama yüzyıllara kök salmış bir ulu çınarın devrilmesi ise mümkün değildir. Bu, geçmişte yaşamak ya da mazide kalmak demek değildir. Bu, Yahya Kemâl'in ifadesi ile "kökü mazide olan âti" demektir. Bunu başarabilmek, aşağılık kompleksine yakalanmış fertlerde olduğu gibi yabancı kültürleri taklit etmekle değil, ancak geleneğin gücünden ilham alıp geleceği inşa etmekle mümkündür.
ÇOK CEPHELİ SAVAŞIN
YIKAMADIĞI KALE; GELENEK
Türkiye'de modernleşme süreci Osmanlı'da ilk askerî yenilgilerin yaşanmasıyla birlikte başlamıştır. Batı karşısındaki durumunu sorgulayan Osmanlı, başlangıçta çözüm yolunu askerî sahada ıslahat yapmakta bulmuştur. Ancak arzu edilen sonuçlar hasıl olmayınca ıslahat çabalarının hareket sahası genişletilmiştir. Osmanlı'nın son yıllarına gelindiğinde ise, kendisini Cumhuriyetin kurulmasından sonra da devam ettirecek olan Batıdan nelerin alınıp, nelerin alınmaması gerektiği tartışılmaya başlanmıştır. Burada bir taraftan batılı gibi güçlü olma arzusu, diğer taraftan da kimliğini koruma endişesi, Türk modernleşme hareketinin temellerini oluşturmuştur. Ziya Gökalp, bu endişe ile kültürü hars ve medeniyet olmak üzere ikiye ayırmış, değişmesini arzu ettiği unsurları medeniyete, istemediklerini de örf kefesine koymuştur. Böylece bir taraftan "kendimiz" kalacak, diğer taraftan da Batının teknolojisini, araç ve gereçlerini almak suretiyle Batılı gibi güçlü olacaktık. Bu başlangıç itibariyle Cumhuriyetin politikası olarak da kabul edilmiştir. Nitekim bu konuda Atatürk şöyle demektedir: "Her milletin kendine mahsus gelenekleri, kendine göre millî hususiyetleri vardır. Hiçbir millet aynen diğer bir milletin taklitçisi olmamalıdır. Çünkü böyle bir millet ne taklit ettiği milletin aynı olabilir, ne de kendi milliyeti içinde kalabilir. Bunun neticesi şüphesizdir ki acıdır."3
Ancak uygulamada bilhassa İnönü döneminde bu endişe taşınmamış, kötü bir taklitçilik yoluna sapılmıştır. Atatürk'ün göstermiş olduğu hassasiyet rafa kaldırılmış, Avrupalı olma çabası kendisini bilhassa medeniyet vasıtalarının dışındaki unsurlarda göstermiştir. Bu uygulamaların karşısında gelenek, varlığını devam ettirme istikametinde direnç göstermiştir. Beşir Ayvazoğlu'nun da belirttiği gibi "değişmeye karşı direnmeyen hiçbir sağlıklı yapı gösterilemez, sonunda uyum sağlayacaksa bile, mutlaka bir şekilde direnecektir."4 Mecburî kültür değişmelerinin çok yoğun bir şekilde uygulandığı yıllarda bile, gelenek teslim olmamıştır. Karşı çabaların büyük çoğunluğu ateşi küllemekten ileriye gidememiştir. Farklı zamanlarda ortaya çıkan rüzgârlar, ateşin üzerindeki külleri savurmuş, gelenek ocağı cemiyeti ısıtmaya ve aydınlatmaya devam etmiş, yeni gelen unsurlar da ocağın kendi ateşinde kavrulmuştur.
İşte, bir milletin teşekkülünde ve hayatını devam ettirebilmesinde geleneğin oynadığı bu önemli rolden dolayı, bölücü ideolojiler de evvelâ milletin geleneğine hücum etmişler ve ortadan kaldırmaya çalışmışlardır. Milleti birbirine bağlayan bağları henüz daha başından koparmak istemişler ve istemektedirler. Son yıllarda, benzer anlayış bazı dinî çevrelerde de görülmektedir. Özellikle sömürge aydınlarının yazmış oldukları eserlerin Türkçeye çevrilmesi ile bir gelenek düşmanlığı yayılmaya başlamıştır. Böyle bir düşmanlığı sömürgeciliğe maruz kalmış olanlar açısından anlamak mümkündür. Zira geleneklerinin önemli bir kısmı onlara sömürgeciler tarafından empoze edilmiş, mecburî kültür değiştirmeleri yolu ile bu milletlerin kendi öz geleneklerinin yerine başkaları konmuştur. Ancak Türk tarihi açısından böyle bir hadiseye şahit olunmamaktadır. Türkler, tarihleri boyunca hür yaşamışlar, asla başka milletlerin sömürgesi durumuna gelmemişlerdir. Dolayısıyla, böyle bir düşmanlık yersiz ve son derece yıkıcıdır. Bu eğer din adına yapılıyorsa, etkisi dini yıkmaya yönelik olacaktır. Zira Türk geleneği, asırların dinî tecrübesini bünyesinde barındırmaktadır. Öyle ki bu tecrübe ile İslâm, dünyanın dört bir yanına götürülmüş, Türk'ün büyük mücadelesi ile bu yüce din yayılmıştır. Eğer dün muhteşem bir dönem yaşanmış, ancak bugün yaşanmıyorsa, bunun suçlusu gelenek değil o geleneği yaşatmayan bugünkü nesildir. Yine aynı zirveye ulaşmayı ve onu yaşatmayı temin edecek yegâne bir güç varsa o da gelenektir. Hurafe adıyla binanın en onulmaz yerlerinden sökülen taşlar, hiç umulmadık yıkıntılara yol açabilir. Dün bölücü sol ideolojilerin hedef tahtası durumunda bulunan gelenek, bugün din adına ama dine darbe vurarak yapılan saldırılara muhatap kalmaktadır. Nitekim "bir devirde radikal batılılaşmaya karşı direnen gelenek, bir müddet sonra radikal bir tavır benimseyen ideolojik İslâma karşı direnmek zorunda kalmış ve her ikisi tarafından reddedilerek düşman ilân edilmiştir. Ancak ilki, İslâmı temsil ettiği görüşünde ve Batılılaşmaya engel teşkil ettiği düşüncesinden; ikincisi, İslâmdan uzaklaştığı ve iktidara ulaşmaya engel teşkil ettiği iddiasından hareket etmiştir." Halbuki dini en güzel boyutu ile yaşamış ve yaşatmış olan Türk geleneği bir tarafa atılıp, bunu başaramamış olan Arap geleneklerine ya da sömürge aydını zihniyetine müracaat etmenin hiçbir mânâsı yoktur.
Unutulmamalıdır ki, gelenek karşıtı bir hareketin olduğu cemiyette, sosyal ilişkileri mânâlı kılan ve düzenleyen temel değer hükümleri tahrip edilip, bir boşluk meydana getirilmektedir. Bu boşluk, siyasî ihtirasları ile toplumları ve dünyayı dinamitleyecek maceralara ve despotlara ışık yakabilir ve onlar tarafından doldurulabilir.
Bugün geleneklerimizi bombardımana tabi tutan bir başka cephe daha oluşmaktadır. Dün batılılaşma, modernleşme, hümanizm ve en nihayet çağdaşlaşma, bugün de küreselleşme adına millî kıymet ve anlayışlar alaya alınıyor. Rasyonalite adına ama son derece akıl dışı bir üslupla kültür sömürgeciliğine kapılar ardına kadar açılmaya çalışılıyor. Yabancı kültürlerin karşısına ancak güçlü bir millî kültür ile çıkmak mümkünken, kültür mahallî parçalara bölünmek isteniyor. Bir Amerikan kültüründen rahatlıkla söz edenler her ne hikmetse Türk kültürü tabirine karşı çıkıyor. Küreselleşme sürecinde etkili olan ülkeler, kendi kimlikleri ile dünyaya açılıp, kendi kültürlerini baskın hâle getirmeye çalışırken, Türkiye'ye bunun tersi aşılanıyor. Aşı tutan bazı yerli (aslında yersiz) aydınlarımız da bunun çığırtkanlığını yapıyor. Binlerce yıllık bir maziye sahip olan Türk kültürü mozaik olarak nitelendiriliyor. Mozaik bir kültüre sahip yerlerde milletleşmenin gerçek mânâda gerçekleşmesini beklemek bile mümkün değil. Sadece bu coğrafyaya değil dünyaya damgasını vurmuş Türk kültürünü yok saymak, neredeyse kendi varlığını inkâr etmekle eşdeğer görülmektedir. Sadece insan açısından değil, neredeyse kendi varlığını inkâr etmekle eşdeğer görülmektedir. Sadece insan açısından değil, taşıyla toprağıyla Türk olan bu vatanda, yedi kat yerin altından çanak-çömlek çıkarmak yoluyla, esasında buranın mozaik olduğunu iddia etmek ilmî düşünceye mizah katmak, politikaya ise dalalet ya da ihanet bulaştırmaktır.