Ahmet Arvasî'nin Estetik Anlayışı

Târih boyunca, insanlar, ‘güzel’den bahsetmişler, ‘güzeli’ aramışlardır. Bir taraftan da bu mücerred mefhumun ne olup ne olmadığını düşünerek üzerinde tahliller yapmışlardır. Bugün, başlıbaşına bir ilim olarak düşünülen “estetik=bediîyat”, gerek ilim adamlarını gerekse sanatçıları yakından alâkadar etmiştir.

Bu mevzuda, merhûm S. Ahmet Arvasî, “Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz” adlı eseriyle örnek bir çalışmanın öncülüğünü yapmış ve bilhassa bugün çok ihtiyaç hissettiğimiz bir sahada yol gösterici olmuştur. Bu sahada yazılmış çok az eserden biri olan “Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz”, edebiyatçılarımızın, ressamlarımızın, mîmârlarımızın, müzikçilerimizin ve sosyal bilimcilerimizin okuması gereken mühim bir eserdir.

O; “Güzel sanatlar sahası, ilim sahasından farklı olarak orijinaliteye, sübjektifliğe, üslûba ve şahsiyete önem verir” (Sf.102)

Derken, estetiğin tarifi üzerindeki görüşlerini de şöyle açıklar:

“Estetiğin konusu, tek kelime ile güzelliktir. İnsanoğlu, yaşadığı âlemde, yalnız doğruyu ve iyiyi değil, güzeli de arar. Bu sebeple estetiğin gerçek konusu “güzellik” ve “çirkinlik”tir. Sanatkârın hedefi “güzele” ulaşmak ve “çirkinden” uzaklaşmaktır.

Görüldüğü gibi, “estetiğin konusunu tâyinde” anlaşmak kolaydır. İşin zor olan yanı, “güzelin ve güzelliğin” tarifinde anlaşmaktır. İnsanlar, “güzel nedir?”, “güzellik nedir?” ve “güzel olana nasıl ulaşılır?” konusunda kolay kolay anlaşamazlar; farklı “ekollere” bölünürler. Belki bir “pragmatist” için güzel olan “faydalı olan” dır da bir “spiritüalist” –meselâ H. Bergson- için, güzel olan “hayatın menfaat perdesinden sıyrılarak olduğu gibi görünmesidir”. Yine, belki, bir “individüalist” için güzel olan “ferdin cemiyetin esaretine isyanı” demektir de bir “sosyalist” için bu, “sanatkârların cemiyetin dert ve meseleleri ile bütünleşmesi” olarak düşünülebilir.

Öte yandan, güzeli objektif bir değer sanan sanatkâr ile, “sübjektif” bir değer sanan sanatkâr için farklı birer estetik dünyası teşekkül eder. Hele sanat “Allah’ı aramaktır” diyen ve böylece “mutlak güzeli” özleyen bir İslâm sanatkârı için güzelliğin bambaşka bir mânâsı vardır. Gerçekten dehâ, “güzellik” karşısında şaşkın ve hayrandır; o, idrâkine göre, imânına göre, yaşadığı zaman ve mekânın şartlarına göre, mizacına göre duygulanır durur. “(Sf. 108)

Bir takım kavram kargaşalığı ile bu meseleyi çıkmaza sokmak isteyenlere, gönülleri bunalıma sürüklemek ve zihinleri sulandırmak isteyenlere, bilerek veya bilmeyerek “estetiğin” sâdece maddî cephesiyle alâkadar olanlara bundan daha açık bir ifade ile cevap bulunabilir mi? Maddenin dış cephe esâretine dar gönül ve zihinleri bağlamışların “Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz”in ufuklarını genişleteceğine kat’iyetle inanıyorum.

Merhûm S. Ahmet Arvasî, estetiğe çok geniş ve bununla beraber en ulvî mânasıyla bakar. Estetiği, dar kalıplardan, sâdece dış şekilden ibâret sanan tarzlardan ve kabuktan uzak; içe doğru yânî derinlemesine fakat merhale merhale atmosfere doğru tahayyül veya tahayyülsüzlük sınırlarına doğru giden bir yolda ele alır. O; şöyle der:

“İslâm’da “güzellik”, başlıbaşına bir hakikattir. Güzellik, her ne kadar, insan için “izafî” bir mâna taşıyorsa da gerçekte mutlak güzel olan “Allah’ın “cemil” ve “cemal” sıfatlarının tecellilerinden ibârettir.

Şanlı Peygamberimize göre: “Allah güzeldir ve güzeli sever.” Müslüman sanatkâr, gerçekte “güzeli ararken” Allah’ı aradığının farkındadır. Bu sebepten o, izâfî ve geçici formlara bağlanmaktan ve tapınmaktan özellikle kaçar, kendini mutlak güzele götüren mücerred hamlelere sarılır; fâni “suretler” yerine, ulvî tırmanışlara özlem duyar.” (Sf. 170)

Bu ulvî tırmanışlar içindeki S. Ahmet Arvasî, “Dünya” başlıklı şiirinde (Bknz. Şiirlerim, Berekât Yayınevi, İstanbul 1989), bunu, şöyle ifade eder:

“İşte gördük seni dünya

Ne gerçeksin ne de rüyâ.

Bir resim çizilmiş suya

Sahte ışık, sahte boya.

***

Ötelerden ne haber var?

Kim demiş hayat bu kadar?

Mezarlarında yatanlar,

Hayat sürmüş bitmiş güyâ!

***

Bak yağmura, bak şu suya,

Dağı, taşı oya oya,

Öteleri duya duya,

Akıp gidiyor deryâya!

 ***

(…) Madde, mânâya anahtar,

Fenâ, bekâya anahtar,

Toprak, semâya anahtar,

Açar kapıyı Mevlâ’ya!”