87 yıl önce bu gündü, hafif kar yağışı altında Beyazıt Camii’nin musallasına çıplak bir tabut konulmuştu.
Etraftakiler bir fukaranın cenazesi olduğunu zannetmişlerdi. Bir müddet sonra, naaş’ın milli şairimiz M. Akif ERSOY’a ait olduğu duyulunca coşkulu ve inançlı guruplar bir anda Beyazıt Camii’nin avlusunu doldurdular.
Ömrünü milletine adamış, örnek insan M. Akif’i son yolculuğuna bayraklar içinde, eller üstünde tekbirlerle uğurladılar.
Son gününde olmamıştı ne çelengi ne top arabası ne de devlet töreni, zaten bu tür seremonileri ömrü hayatında hiç sevmemiş ve tasvip etmemişti.
Mütevazı bir kişiliğin elbette ki böyle bir arzusu olamazdı.
Aldı götürdüler onu, inanmış insanlar. Kendisi de böyle bir uygulamayı arzu ederdi diye düşündüler.
Ne mutlu bana ki: “Peygamber’in ölüm yaşında (63) öleceğim” demişti.
Son zamanlarında serilmiş görünen gölgesine imrenmekteydi.
Ömrünü yüksek değerler uğrunda geçiren sarsılmaz bir dava adamıydı.
Ahlâki meziyetleri, insani vasıfları şairliğinden ve bilgeliğinden daha yüksekti.
İnandığı gibi yaşayan, yaşadığı gibi dünyayı terk eden insan-ı kâmil ender bir kişilikti.
O Türk-İslam kültürünün tüm fevkaladeliklerini yaşamına sığdırma ve bunları gelecek nesillere aktarma gayretinde olan idealist bir insandı.
“Türk eriyiz, silsilemiz kahraman…
Müslüman’ız Hakk’a tapan Müslüman.”
Mısralarında bu düşüncesini ne güzel ifade etmişti.
Düşünmez başlar, aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar, kirli yüzler, secdesiz alınlar en nefret ettiği kişiliklerdi.
Taassuba, cehalete ve sapıklığa hiç tahammülü yoktu.
Zulmü alkışlamadı, zalimi asla sevmedi, siyasetten Allah’a sığındı.
Çökmekte olan bir imparatorluğun sıkıntılarına çareler arıyordu.
Bağımsızlık savaşımızda büyük görevler yaptı.
Şu anda millet olarak okuduğumuz İstiklâl Marşımızın yazarıydı.
Onu sadece bu özelliği ile tanımak ne kadar büyük bir eksikliktir.
Hurafelerin, örf ve geleneğin hâkim olduğu, cahillerin yönlendirdiği eksik bir İslami anlayış onu çok rahatsız ediyordu.
“Peygamber’e atf ile binlerce yalan uydurdun / Yıktın da dini mübini, kendine yeni bir din kurdun” diyerek bu endişesini dile getiriyordu.
Gelişmeye engel gördüğü bu Kur’an dışı anlayış karşısında asrın idrakine İslam’ı söyletmeye çalışıyordu.
Gelişen yeniliklere karşı direnen bağnazlara “Eski, eski olduğu için atılmaz, fena olursa atılır. / Yeni, yeni olduğu için alınmaz, iyi olursa alınır” düşüncesiyle kalemini kullandı.
Kur’an kaynaklı, aslından sapmamış gerçek İslam’ın arayışındaydı.
“Ah o din nerede, o azmin dini, o yerin gökten inen dini, hayatın dini?” mısraları kesinlikle bu özlemin ifadesiydi.
Kaderci ve teslimiyetçi bir din anlayışını “Ölüler dini değil, sende bilirsin ki; bu din, diri doğmuş duracak! Dipdiri durdukça zemin” diyerek eleştiriyordu.
Kur’an’ın evrensel mesajlarının Müslümanlarca yeteri kadar bilinmemesi, onu son derece rahatsız ediyordu.
“İbret olmaz bize, her gün okuruz ezbere de, yoksa bir maksat aranmaz mı bu ayetlerde? / Lâfzı muhkem yalınız, anlaşılan Kuran’ın / Çünkü kaydında değil hiçbirimiz mana’nın / Ya açar Nazmı Celil’in bakarız yaprağına / Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına / İnmemiştir hele Kuran bunu hakkıyla bilin / Ne mezarlıkta okunmak, nede fala bakmak için” dizeleriyle şairlik yeteneğini kullanıp İslam Âlemini Kuran-ı anlamaya davet ediyordu.
Ülkeyi içinde bulunduğu, karanlık günlerden aydınlığa çıkaracak, yeni bir nesil peşindeydi.
Namusunu çiğnetmedi ve çiğnetmeyecek Asım’ın nesliydi o nesil.
M. Akif ismi geçtiği anda; hangi birimizin yüreğinde ve hafızasında saygınlık, onur, erdem, fazilet vs. gibi müspet kavramlar oluşmaz ki.
Genellikle çocuklarımıza M. Akif ismi vermemizin altında yatan ideal bir kişilik arzusu değil midir?
Onun istediği bir nesil oluşturabildiğimizi söylemek oldukça güç olsa gerek.
Akif’in aziz hatırasına yeterince sahip çıkmadığımızı utanarak ifade etmek durumundayız.
M. Akif’in çocuklarından ve torunlarından ne kadar haberimiz oldu.
Akif’in emanetleri olan bu insanlara vefa borcumuzu ödeyebildik mi?
İlelebet payidar olacak bir ülkeye, İstiklâl Marşı’nı kazandıran bu ulvi kişiliğin manevi mirasına sahip çıkmadığımız ortadadır.
Riyakârlık ve dalkavukluk M. Akif’in hayatında olmayan kavramlardı.
Onun düşüncelerini ve şiirlerini siyasetlerine alet eden yalakaların, sahte Akif sevgileri de; ne yazık ki şahit olduğumuz bir durumdur.
1967’de bir çöp bidonunun yanında cesedi bulunan beş parasız Emin ERSOY ile 1985 yılında cenazesi Üsküdar Belediyesi tarafından kaldırılan Tahir ERSOY’un, M. Akif’in çocukları olduğundan, 1991 yılında kirada oturdukları bir Gayri Müslim’in evinden sokağa atılan Akif’in kızı ve torunlarının durumlarından ne kadar haberdarız?
Bu utanç tablosu karşısında; M. Akif’e verdiğimiz kıymeti sorgulamak durumunda değil miyiz?
M. Akif’in manevi mirasına nasıl sahip çıktığımız, ahde nasıl vefa gösterdiğimiz ortadadır.
Bu tabloya bakıldığında riyakârlık, münafıklık, dalkavukluk, korkaklık gibi kavramları görmekteyiz.
Özellikle son yıllarda yapılan Akif’i anma toplantılarında bu samimiyetsizliğin en somut örneklerine şahit olmaktayız.
Büyük üstat, seçkin kişilik, milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy, toplum olarak sana helâl edecek bir hakkımızın olmadığını biliyoruz.
Yalnız senin uğrunda bir ömür tükettiğin bu topluma, hakkını helâl edeceğinin endişesini taşıdığımızı da söylemek isteriz.
“Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince, günler şu heyhûlâyi da er geç silecektir/ Rahmetle anılmak, ebediyet budur amma; sessiz yaşadım, kim beni nereden bilecektir?”
Bu şafaklarda yüzen al sancak olduğu müddetçe, sen milletinin kalbinde ebediyen yaşayacaksın.
Nur içinde yat! Büyük insan….