Necip Fâzıl’ın Şiirlerinde “Türk/Türklük”
M. HALİSTİN KUKUL A-Hepimiz Âdemoğluyuz…Fakat!..
A-Hepimiz Âdemoğluyuz…Fakat!..
Necip Fâzıl’ın vefâtının 40. yılındayız. Muhakkaktır ki, O’nun eserleri hakkında birçok makale yazılmıştır ve yazılacaktır. Bu münasebetle; mütefekkir ve Şâirler Sultanı unvanlı bu büyük Türk şâirinin en çok tartışma mevzusu olan “TÜRK/TÜRKLÜK” hakkındaki görüşlerini, kısaca da olsa ele almaya çalışacağız.
O’nun hakkında yazdığım “Çilenin Sultanı” adlı kitabımda, “Bir Dâhî Portresi” başlıklı makalemde, O’nu şöyle ifade etmeye çalışmıştım:
“Dâimâ bir diğerinden önde iki vasfı: Mütefekkir ve Şâir. Yâhût da şâir ve mütefekkir. Şâirliği, başlıbaşına sarıcı ve sarsıcı; mütefekkirliği, başlıbaşına beyin zonklatıcı fakat ufuk açıcı.
Şâirliği mütefekkirliğinin, mütefekkirliği şâirliğinin içinde, üstün bir idrâk ve faziletli bir îmânla kaynaşmış hâlde.
Üslûp; harikulâde ve nefes kesen cinsten.
Düşündüren, düşünen, ürperten, titreyen, titreştiren, saran, sarsan ve geliştiren bir beyin; fakat, dâimâ birleştirici, kaynaştırıcı, genişletici, dâvetçi, tebliğci, kucaklayıcı, inandırıcı, güzelleştirici, ferahlatıcı, sevdirici…bir mecrâda akıp gitmekte.
Dâimâ hür mânâda alenî, cesur, tâvizsiz ve dehâ misâli bir zekâ.
Kıvrandıran, kıskandıran ve zaman zaman da âdetâ çıldırtan bir idrâk numûnesi.
Şiiri tefekkürüne; tefekkürü de şiirine dar gelen bir dâhî!..Şâir, hikâyeci, romancı, tiyatro yazarı, senarist, nükteci, biyografici, otobiyografici, denemeci, târih tahlilcisi, fıkra muharriri, dînî irşâd edici, heccâv, münekkit, gazetesi, muallim, estetikçi, polemikçi ve hatip!..”
Böyle bir mütefekkir şâirin “Türk/Türklük” hakkındaki görüşlerinin, pek tabiîdir ki, bilinmesi, tahlil edilmesi lâzımdır.
İnsanlık âlemi; insan olma hususiyeti ve vasfı aynı/müşterek olmak kaydıyla, farklı dilleri konuşan, farklı kültürlere ve inançlara sahip fertlerden; zümrelerden/kavimlerden/şûbelerden/g(u)ruplardan/kümelerden/ milletlerden meydana gelmiştir.
Bunu, bize, başta, yüce ve mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı Kerîm bildirmekte ve şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz, sizi, bir erkek ve bir kadından yarattık. Tanışasınız diye, sizi kavimlere/şûbelere/kabilelere/milletlere ayırdık. Allah katında, en değerliniz takvâca ilerde olanınızdır. “ (Hucurat, 13); “O, sizi, tek bir nefisten/candan (Âdem aleyhisselâmdan) halk etti. Ve ondan da zevcesini (Havva’yı) yarattı. Ve ikisinden (Âdem ile Havva’dan) birçok erkekler ve kadınlar üretti. “ (Nisâ,1); “Biz, insanı, karışık bir nutfeden yarattık” (İnsan,2); “Gerçekte, biz, insanı, en güzel biçimde yarattık” (Et-Tîn, 4); “Biz, insanı şan ve şeref sahibi kıldık” (İsrâ, 70) ; “İnsan, yeryüzünde, Allah’ın halifesidir” (El-Bakara, 30); “Gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın/dillerinizin ve renklerinizin/benizlerinizin farklı olması yine onun varlığının delillerindendir” (Rûm, 22).
Peygamber Efendimiz de “Kişi, kavmini sevmekle suçlandırılamaz. Kavminin efendisi, kavmine hizmet edendir. Vatan sevgisi imandandır” ve “Soylarınızı biliniz” buyurmaktadır.
Muhakkaktır ki, mes’eleyi, bu cihânşümûl mesajlar ışığında, ele almamız ve sosyolojik mânada değerlendirmemiz gerekir.
Zîra; bütün insanlar, aynı genetik yapıya sahip ve hepsi Âdemoğlu olmakla birlikte, onların, farklı/değişik/çeşitli renklerde/benizlerde/şekillerde ve lisanlarda/dillerde olduğu da beyan buyurulmaktadır.
Kaldı ki; İslâm’da korunması gereken beş husustan biri de “neslin yânî soyun” korunmasıdır ki, bunlar, “nefsin yâni canın, aklın, dînin, malın ve neslin korunmasıdır.
Öyleyse; Türk’ün de ırklardan bir ırk olduğu, korunması gerektiği ve mensuplarının, onu, “sevmekle suçlandırılamayacağı” hükmü, İslâm’a en büyük hizmeti yapan milletin de bu millet olduğu hakikatiyle, Necip Fâzıl’da Türk/Türklük mes’elesini ele alabiliriz.
‘Necip Fâzıl’da Türk-Türklük’, umûmî bir ifadedir. Bu bahsi; şiirlerinde ve nesirlerinde diye, ikiyi de ayırabiliriz. Tabiî ki, ‘şiirleri’ tâbiri bellidir fakat nesirlerini, tiyatroları, senaryoları, hiciv yazıları, hikâyeleri, dînî-târihî ve sâir tefekkür eserleri olarak ele almamız mümkündür ki, bu da, çok geniş incelemeyi gerektirir. Bu bakımdan, biz, bir makale muhtevâsı içinde, Necip Fâzıl’ın şiirlerinde Türk-Türklük mes’elelerini ele almaya çalışacağız.
B-Oğuz’un Altın Nesli
Şunu hemen ifade temeliyim ki, Türk şiirinde hattâ Türk nesir edebiyatında, Necip Fâzıl kadar, Türk-Türklük üzerinde hassasiyet gösteren, onu, misilsiz derecede seven, yükselten ve mevzû yapan şâir ve edibimiz yok denecek kadar azdır. Bu bakımdan da incelenmeye değerdir.
Tahlili, Necip Fâzıl’ın iki eseri üzerinden yapmaya çalışacağım. Bunlardan biri, Çile (2); diğeri ise, Öfke ve Hiciv adlı eseridir.
Sakarya Türküsü’nden üç mısrâyla başlıyorum:
“Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,
Sırtına Sakarya’nın, Türk tarihi vurulur.”
Ve; “Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz”
“Şiir/Sakarya Türküsü, târihî zemin üzerinde, iyi bir teşhise ve tahlile tâbi tutulmalıdır. Ferdî unsurların ustalıkla içtimâî mes’elelere tatbiki iyi kavranmalıdır. Yahya Kemâl’de bulduğumuz bu târihî motifleri ve temaları, Necip Fâzıl’da daha derinlemesine, daha mücerret ve daha teferruatlı bulabiliyoruz.
Târihî zemin, Necip Fâzıl’da, bütün maddî ve mânevî yapılarıyla kucaklanan ve devam eden umûmî Türk târihidir. Şâirin ifâdesiyle: “Sırtına Sakarya’nın Türk târihi vurul”maktadır. Türk târihi ise, mâzîye doğru kaç bin yılı ihtivâ ederse, oraya kadar ulaşmalıdır. İleriye ve geriye doğru hedef, büyük bir ülkü olarak geniş tutulmuştur.”
1938 yılında yazdığı “Büyük Doğu Marşı” başlıklı şiirinde sâdece üç mısrâyı öne çıkararak ele almak istiyorum:
*“Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet!”
*“Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!”
* “Nur yolu izinden git, KILAVUZ’un!”
“Şiir; bütün malzemesiyle ve iç dokusuyla millî kültür örgülüdür.
Peki, kimdir bu “millet” ve bu millet, niçin “kurtulmuş millettir?
“Kurtulmuş”; felâha, selâmete ermiş’tir. Hayırlı işlerde, huzur ve refah içinde bulunmak ve yaşamaktır. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyuruyor: “Mü’minler, (Allah ü teâlânın birliğine inananlar) muhakkak felâh bulmuş olur” (Mü’minun Sûresi, 1). Tabiî ki, bunlar, Îlâ-yı kelimetullah için mücâdele edenler, savaşanlar ve O’nun uğruna –O’nun rızâsı için can verenlerdir.
Bir “millet” için, “topyekûn” olarak, nasıl “kurtulmuş millet”denilebilir ve onun için “Allah’ın seçtiği” ifadesi nasıl kullanılabilir? Bu, çok mühim bir tespit ve iddialı bir işârettir.
Şâir; henüz şiirinin ilk mısrâsında bu hükme niçin varmıştır? Sebebi, gayet kolaydır. Zîra; Şâir’in bahsettiği bu millet yânî Türk Milleti, -en az bin seneden beri Müslümandır ve Müslümanlığın hizmetindedir. Öyle ki; Ashâb-ı Kirâm’dan sonra, İslâm’a en çok hizmet eden “millet” olma şerefini de, en az bin senedir sürdürmüştür ve hâlen de bu aşk ile donanımlı olarak sürdürme azmindedir.
(…) (Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet), “Oğuz’un altın nesli’dir.
“Nesil”, çok önemlidir ve İslâm’da korunması gerekli-şart olan beş unsurdan biridir. Bunlar; can-mal-dîn-nesil ve mal’dır. “Oğuz’un nesli”, korunarak bu güne kadar ulaşmıştır.
(…) Kimdir Oğuz?
-Nuh aleyhisselâmın oğlu Yâfes’in küçük oğlu Türk’ün nesli’dir!..
(…) Şâir, devam ederek diyor ki:
Ey Oğuz’un altın nesli!..Hedefine ulaşabilmenin sırrı, “Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet’in devamı olarak, “Âlemlere rahmet olarak yaratılan” Kâinatın Efendisi’nin yânî “KILAVUZ’un, nur yolu izinden git’mendir.”
Görülüyor ki, gerek Sakarya Türküsü’ndeki “Son Peygamber Kılavuz” ve gerekse, Büyük Doğu Marşı’ndaki “KILAVUZ”, Şâir için yegâne istikamettir.
C-Türk Dili/Türkçe
Necip Fâzıl’ın Türkçe hassasiyeti iki cihetten düşünülür: Birincisi; yabancı kelime istilâsına karşı duruşu; ikincisi ise, uydurma kelimelerle mücâdeledir.
Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu, Türkçe’nin Sultanı başlıklı makalesinde şöyle der:
“Kendisine Sultân-ı Şuarâ pâyesi verilen Necib Fâzıl Bey, o mertebeye Türkçe’nin Sultânı olduğu için ulaşmıştı. Ancak, O’nun bu sahadaki kudretini anlatabilmek, imkânsızlıktan da ötedir. Esasen merhumun tefekkür iklimini görebilmek de, Türkçe’yi kullanırken gösterdiği yüksek dehâyı kavramaya bağlıdır. Nevâyi, Fuzûlî ve Şeyh Gâlib gibi hem Tasavvuf ummanının derinliklerine dalmış hem de şâirliğin zirvesine ulaşmış sîmâlar da böyledir. Onlar da, Türk Dilini, akıllara durgunluk verecek bir ustalıkla ve maharetle kullanmışlardır. Rahmetli Üstat bu vâdinin yirminci asırdaki zirvesidir. O, Türkçe’nin kimse tarafından bilinmeyen sihirli hazinesine, âdetâ, tek başına girmiştir.”
İstanbul şehrini, belki de bütün cepheleri ve târihî muhtevasıyla ele alan Şâir; onu târîf ve tasvir ederken;
“Gecesi sümbül kokan
Türkçesi bülbül kokan
İstanbul,
İstanbul…(1963)”
Diyerek; Türkçe’nin zarâfet ve nezâfetini “bülbül”e eş tutmuştur.
Necip Fâzıl, Türkçe’ye o derece sevdâlıdır ki; “Hâtıra” başlıklı beytinde, bu defa, “Anne kokan bir Türkçem…” ifadesiyle karşılaşırız:
“Renk renk hâtıralarım oda oda silindi;
Anne kokan bir Türkçem vardı, o da silindi!” (1983)
O’nun, yabancı kelime istilâsı ve uydurma kelimelere şiddetle karşı durduğunu, hatta, bunlardan fazlasıyla rahatsız olup tiksindiğini ifade etmiştim.
“Hâlimiz” başlıklı oldukça uzun şiirinde, bunu şöyle dile getirir:
“Ruhsal, parasal, soyut, boyut, yaşam, eğilim
Ya bunlar Türkçe değil, yahut ben Türk değilim.
Oysa hâlis Türk benim, bunlar işgalcilerim
Allah, Türk’e acısın, yalnız bunu dilerim.” (1974)
Burada; kavmin/ırkın/milletin, lisânla/dil ile/ Türkçe ile, ‘aynî’leştiğini görürüz. Hattâ; “hâlis Türk” tâbiri de, üzerine bastırılarak söylenmiştir ve dikkate değerdir.
Çünkü; bu lisânı konuşan, koruyan ve gelişmesini sağlamak isteyen kişi/Şâir, “Oğuz’un altın nesli’nin temsilcisidir.
Necip Fâzıl, uydurukçayı, “Meydan Şiiri” başlığını taşıyan şiirinde, “Lisan diye, hırlayış” (1975) olarak tavsîf eder.
O; doğru bildiği her meselede olduğu gibi, Türkçe mevzusunda da, hiçbir zaman geri adım atmaz. Âdeta, kızgınlık derecesinde, ateş püskürür. “Günümüzde Kaside” başlıklı şiirine şöyle başlar:
“Akıl küt, fikir herze,
Din öksüz, dil kepaze.” (1979)
“Dil”in yânî Türkçe’nin, en çok uydurukça hastalığına yakalandığı yıllar bu yıllardır ki, ne yazık ki, daha sonraki yıllarda da, tamamen önü açılarak okul kitaplarında boy göstermektedir.
Şâir; 1980’de yazdığı “Manzara” adlı şiirinde de, Türkçe yıkımına yer vererek, üzüntüsünü şu mısrâlarla sunar:
“Şu dil belâsı nedir?
Vakvaka ve lâklâka!”
Yine, 1980 yılında yazdığı “Fetihnâme” başlıklı şiirinde, hep o endişeyle tâkip ettiği içtimaî meselelere temas eder ve şiirine:
“Millet diyemem; illet!
Çeken de aynı millet.
Ölüm teri dökmekte
“Ebedmüddet” o devlet”
Diye başlayıp, sözü, Türkçe’ye getirir ve şöyle der: “Türkçeyi de piç eden
Zinâ neslinden velet…”
Milletine ve devletine bu kadar bağlı olan bir insanın, lisanı olan Türkçe’ye yapılan bu baskılar karşısında, tahammül edemeyip susmamasını gayet mâkul ve tabiî karşılamak lâzım gelmez mi?
D- Türk Bayrağı-Türk Evi-Türk Ruhu
Necip Fâzıl’ın târihî, sosyolojik ve kültürel olarak ele alıp çareleriyle birlikte ortaya koyduğu tespitler, O’nun geniş tefekkür dünyasının Türklüğe arzettiği birer ışıldak gibidir.
Millet: Türk Milleti; Bayrak: Türk Bayrağı; Vatan: Türk Vatanı; Dil: Türk Dili/Türkçe’dir.
Şâir; “Oğuz’un altın nesli”nin, “KILAVUZ’un nur yolu izinden giderken” karşılaşacağı engelleri birer birer işâret etmekte; dünyâ ölçüsündeki çözümlerini ardarda sıralamaktadır.
Bayrak; bir milletin nâmusu, şerefi, millî sembolüdür. Ev de; vatanı ve milleti temsil eden, âilenin yaşadığı en küçük birimdir; mukaddes’tir.
Şâir’e, “Çırpınır” başlıklı şiirindeki bu sözleri söyleten hâdiselerin ne olduğunu etraflıca düşünüp tahlil etmek gerekir: “Dinle, kulağını ver de mezara!
Ölüler evlâttan yana çırpınır.
Nesiller arası korkunç manzara;
Domuz yavrulayan ana çırpınır.
Kalbten kazıdılar iman sırrını;
Her günün bugünden beter yarını.
Acı rüzgârlara vermiş bağrını
Türk Bayrağı yana yana çırpınır.” (1969)
Necip Fâzıl’ın şiirlerinde, “Türk evi, baba evi, Türk evinin çatısı” ifadeleri geçer. Meselâ; “Aman” şiirinde:
“Aman efendim, aman!
Galiba Âhir zaman!”
Dedikten sonra:
“Türk evi delik deşik;
Yıkık dökük hânüman”
diyerek, âdeta çırpınır. Şâir, bu şiirinde, uzun uzadıya sosyolojik ve siyâsî tahliller yaparak, çâre aramak için şöyle sorar:
“Hangi yol Türk’e uygun,
Hangi parti tercüman!”
O’nun, bütün derdi, bütün dâvası, bütün meselesi, “Türk’tür!..1964’te yazdığı bu şiirini, şu mısralarla bitirir:
“Genç adam, at yorganı!
Sana haram, uyuman!
Aman, efendim aman!
Efendim, aman, aman!”
“Genç adam”; “Oğuz’un altın nesli’nin devamıdır. Necip Fâzıl, bir nesir yazısında “bu Genç adam”a seslenerek şöyle der:
“Genç adam, düşün! Evvelâ, insanoğlunun düşünmekten büyük haysiyeti olmadığını düşün!
(…)Hiçbir kaptan haritadan, hiçbir şoför kilometre işaretinden, hiçbir doktor röntgen camından şüphe edemez. Fakat sen, Tanzimattan bu yana, önüne sürülen bilgi ve hakikat unsurlarından şüphe edebilirsin!.. İlimde bile dolandırıldın? Bunu düşün!
Düşün ki, genç adam, Masonluk, Yahudilik, Kozmopolitlik, daha bilmem ne ve ne, Türk bütünlüğünü çürütmeye memur, gizli ve maskeli tesirler eliyle, senin için yalancı tarih kitapları düzülmüş, zehirleyici telkin iklimleri kurulmuş, kök kurutucu aşılar hazırlanmıştır; ve senin, gayet mazur olarak, bunlara inanman, kapılman, bağlaman sağlanmıştır. Düşün!”
Şâir; “Oğuz’un altın nesli’ni uyarıyor; ona, gereken tavsiye ve telkinleri yapıyor. Zîra; “Tarih Muhasebesi (1839-1979)” adlı şiirinde, bunun sebebini söylüyor:
“Tarihim mahzende bükülü kaldı.
Ağacım kökünden sükülü kaldı.
Rüzgâr kesilince, mahzun bayrağım
Gönderi üstüne dökülü kaldı.
(…)Batı dedik, Batı dedik ve battık;
Alınlar yerlere sürtülü kaldı. (…)Batı dargın, Doğu dargın, gök dargın;
Ön, ard, üst, alt taşla örülü kaldı.
Hâsılı, yaktılar baba evini;
Ne sözü, ne izi, ne külü kamdı.”
“Baba evi”, belki de bildiğimiz “âile”mizdir. “Baba evi”; hangi mânasıyla düşünürsek düşünelim, “vatan”dır. Çünkü; âile ocağı’na “küçük vatan” dememiz kadar tabiî bir şey olamaz!..Zîra; hangi yönden bakarsak bakalım, “baba ocağı” sarsılmakta, an’anelerimiz, töremiz, dînî değerlerimiz altüst olmaya başlamaktadır.
“Paşa” başlıklı şiirinde yine döneminin (1981) sosyo-kültürel ve siyâsî bir panoramasını çizer. Ondaki Türk’e dâir unsurları şu mısrâlarında bulabiliriz:
“Sana, hitabım paşa!
Tam geç, geçtiğin başa!
(…)Çatısı Türk evinin
Tünek olmaz baykuşa!
(…) Asırlık Garp pilânı,
Türk ruhunda karmaşa!
Tek maksat bu yollarda
Türk’ü getirmek tuşa…
(…)Ayaklı kötürümler,
Haydi, kalkın marş-marşa!
Budur Türk’ün bağrından
Yükselen dua, Arş’a!”
E- Türk!..Türk!..Türk!..
Şâir ve Mütefekkir Necip Fâzıl, iki şeyden asla tâviz vermez. Bu sebeple; “Sırtına Sakarya’nın, Türk tarihi vurulur”dan, “Oğuz altın nesli”ne ve “KILAVUZ’un nur yolu izi”ne kadar, bu istikametten başka bir yol tâkip etmez.
Bu sebeple; İslâmiyete ve Türk Milleti’ne saldıranlara karşı da bitip tükenmez bir enerjiyle mücâdeleden geri durmaz.
Sene, 1965’tir. Ve Süleyman Demirel Başbakan olmuştur. “Ne yaman/Bir zaman” diye başladığı “Of Aman!” başlıklı şiirinde, O’na şöyle yakınır ve bir usanmışlık yaşar görünse de, O, dâima hep bir hamle ve hem de çâre peşindedir:
“Derde yok
Hiç derman.
Yok Türk’e
Tercüman.
Neredesin,
Süleyman?
Bu hâlden
El aman!
Aman, of!
Of, aman!”
1971 yılında, yine Süleyman Demirel’i hedef alarak yazdığı Süleymannâme başlıklı şiirinde, O’nu acımasızca tenkit eder:
“Sen gül diyarının yapma gülüsün!
Aynı yapmacıkla Çoban sülüsün!
(…)Türk’e zıt sermaye merkezlerinden,
Bu zikzakla yolda hep, güdülüsün!
(…) Kuzum, senin neren Anadolludur?
Türk’e Amerikan püskürtülüsün!”
Aslında, çok şey beklediği, Başbakanlardan biri Menderes olduğu gibi, bir diğeri de Süleyman Bey’dir. Fakat, mesele Türk olunca, iş tamamen değişmektedir.
1979 tarihli “Oy” başlıklı şiirindeki iki mısra, O’nun, emperyalizme karşılığının hulâsası gibidir:
“Türk’ü kıskaca almış
Rus ayısı ve kovboy. “
Yânî; Rusya ve Amerika!..
“Manzara” şiirinde, çok geniş bir dünya tasvirine girişir. Mevzûmuzla ilgili olanlar ise çok hazindir:
“Demokrasi bir halka,
Burunlarda bir halka.”
(1980) diye başlayıp, Türklük hakkında şöyle devam eder: “(…)
Son moda bölücülük,
Türk’ü bastırmak faka.
Türkiye’de Türk’e yok,
Köşe, bucak, mıntıka.
Her yandan kuşatılış,
Her taraftan abluka.
Bu hâle akıl çatlar
Ve tutulur nâtıka.
Memnun olan bu hâlden,
Rusya ve Amerika.
Türk’e râm olur mu hiç,
Kıbrıs kızı Marika?
(…) Türk neydi ve ne oldu;
Soralım müşteşrika!”
“Beyannâme” şiirinde, Şâir, “vatan” ve “millet” le başlar ve 1980’li yılları iğneleyici bir tasvirle tahlile girişir. Vatanın hâline, milletin şaşkınlığına yanar tutuşur…Artan anarşi karşısında isyânını diye getirir:
“Öksüz vatanda hüsran,
Şaşkın millette seyran.
Patlayış anarşide
Devlette yok feveran!
(..)Türk’e karşı, kürt, moskof,
Mişon, Vasil ve Dikran.
Bir çözülüş, bir kopuş,
Cinnet üstü bir buhran.(…)
Âlem yine ol âlem,
Devran yine ol devran.
Olur da doğurursun;
Kıvran, milletim, kıvran!”
Necip Fâzıl; yukarıda, dil/Türkçe bahsinde de sözünü ettiğim ve “Tek istikamet Kâbe;/Ve tek örnek, sahabe…” diye başlayan “Meydan Şiiri” başlıklı şiirini şu mısralarla bitirir:
“Her şey, her şey İslâm’da;
Ferde ve kavme rütbe.
Bizde, kutsî emânet;
Biz de yarın galebe!
Gün geldi, saat çaldı;
İşte yol, koş takibe!
Yetmez mi esâretin;
Ey Türkoğlu, davran be!” (1975)
Şâir, âdeta, “Marş marş!” emri vermektedir…Tıkanmıştır. “Genç adam, at yorganı!/ Sana haram, uyuman!” dedikten sonra, bir nesli/milleti uyarmanın/uyandırmanın başka türlü nasıl bir usulü/çâresi /yolu olabilir ki?
“Ey Türkoğlu, davran be!” demekten başka, elinde ne var?
F-SONUÇ
TÜRK; belli bir ‘zamana’ bağlı; belli bir ‘mıntıkada’ mukim ve belli bir ‘cüz’i nüfusa sâhip’ bir millet değil; asırlardan beri, bütün dünyaya, adâlet, dürüstlük ve yeri geldiğinde de cengâverlik numûneleri sunan ve insanlık âleminin refaha ulaşması için büyük hizmetlerde bulunan şanlı bir milletin adıdır.
Son söz ise, son Şâirler Sultânı-Mütefekkir Necip Fâzıl’ındır:
“Tarihî kaderi gereğince bin seneye yakın bir zaman boyu İslâmın kılıcını temsil eden Türkte her şey bozulunca ondan kopma parçalarda da bozulacağı ve her biri maketlik bir kopyanın eseri olan Batı kölesi güdücüler elinde şimdiki hâle geleceği (sosyolojik) bir kanun icabıydı ve hâkim millet Türkte başlayan bir bozuluşun bütün cüzülere sirayet edeceği hikmetine en keskin misal olmak bedâhetini canlandırıyordu.
Tâ ki, bu parçalar içinde birinden, dâva ağacını, kökünden ele alarak, gövdesine, dallarına, yapraklarına ve yemişlerine kadar kuşatıcı taptaze bir anlayış ve hamle kutbu zuhur etsin ve bu hazin sirayet ve cereyana “dur!” diyebilsin! Böyle bir kahraman da malûm şartlar dairesinde parça topluluk ve devletlerden çıkamaz, beklenemezdi.
Bu hâlden alınacak ders şudur ki, böyle bir zuhur ancak Türkten beklenebilir, Türkte bozulan ancak Türkte düzelebilir, Türkte düzelince de her yerde düzelir ve her yeri düzeltir.”
“Türkte bozulan ancak Türkte düzelebilir, Türkte düzelince de her yerde düzelir ve her yeri düzeltir!”
Herkes; niyetini buna ayârlamalı, hesabını buna göre yapmalı, maksadını ve nihâi hedefini de buna göre tespit etmelidir!