Bilim ve teknoloji alanındaki gelişmeler, son bir asırdır insanların başını döndürmüştür. Özellikle teknolojinin sağladığı avantajlara dayalı olarak ortaya çıkan güç, insanın değerler alanını ihmal etmesi gibi bir sonucun ortaya çıkmasında etkin olmuştur. “Evet, insanoğlu teknolojik olarak ilerledikçe ahlak standartları da düşme eğilimi göstermiştir. Bu düşüşün nedeni teknolojik gelişme ile sağlanan gücün, yüksek ahlak standartlarının oynadığı rolü yüklenebileceği kuruntusudur. Bu kuruntuyu yıkmak, insanın bugün kendini içinde bulduğu ve kendisinin yaratmış olduğu ikilemi çözmek için harcanacak çabaların başlangıç noktası olmalıdır” (Toynbee-Ikeda, aynı eser, 352). Mevcut uygarlığın, bir bütün olarak, insanlığın geleceği açısından, yeniden sorgulanması gerekmektedir. Bu uygarlığın temelleri pek iyi atılmamıştır. Sömürme ve reaksiyon, uygarlığın temelinde yatan iki önemli faktör olarak karşımıza çıkmakta; biraz üzerine gidildiği zaman, insanın burnuna pek hoş olmayan kokular gelmektedir. Değerlerin ihmal edilmesinin önemli bir sebebi olmalıdır. Uygarlığın temelinde yatan, zihniyette, insana, tabiata bakışta birtakım ciddi eksiklikler olmalıdır. Bu uygarlık, insanoğlunun ontolojik anlamda bütünlüğünü yitirmesine, insanın kendisine yabancılaşmasına sebep olmuştur. “Uygarlık diye adlandırdığımız gelişme teknolojide, bilimde ve gücün kişisel olmayan bir biçimde kullanılışındaki gelişmedir; dürüstlükte yani ahlâkta bir gelişme değildir. Her teknolojik gelişme beraberinde bir güç artışı getirir ve güç de iyiye veya kötüye kullanılabilir. Günümüz toplumunun en ürkütücü yanı teknolojinin sağladığı gücün son zamanlarda şimdiye kadar görülmemiş bir ölçüde ve oranda artmasına karşın, çok büyümüş olan bu gücü kullananların ortalama ahlâk -veya ahlaksızlık- düzeylerinin ya sabit kalmış ya da daha aşağılara düşmüş olmasıdır”. (Toynbee- Ikada, Yaşamı Seçin, 353). Konuyu, her türlü çıkar hesabından ve önyargılardan uzak olarak, sağ duyu ile ele almak, bir zorunluluktur. Her geçen gün, insanlığın geleceği açısından telafisi mümkün olmayacak hasarlar meydana getirmektedir. Şu andaki bilgilerimize dayalı olarak söyleyecek olursak, insanoğlunun yaşayabileceği başka bir dünya yoktur. Öyleyse, bu dünyanın, insanın ve diğer canlıların uyum içinde yaşayabileceği bir yer olma özelliğini bozan her türlü faaliyet, mutlaka ciddiye alınmalı ve olumsuzluğun durdurulması için gerekli önlemler ihmal edilmemelidir. Bu hususta, insanoğlu en etkili yardımı dinden alabilir. Nitekim Toynbee de, bu gerçeği çok iyi yakalamıştır: “Doğanın insan için var olduğunu kabul edersek bilim yıkıcı amaçlarla kullanılacaktır. Bu bencil toplumsal varsayımla sadece kişisel ortamda baş edilebilir. Her insan kendi kişisel bencilliğinin efendisidir. İnsan doğasının, insanlara, bireysel veya toplu olarak, kendilerini kontrol altına almalarını ilham eden tek özelliğinin din olduğunu kabul ediyorum.
“İnsan yaşamı ve çevresine yönelik olarak sadece dinsel tavırlar, atalarımızın tanımladığı gibi bir kez daha insanın ayrıcalıklı büyük gücüne karşın, eğer kendisine gerekli doğal çevresi ile beraber yaşayacaksa, insanın doğanın bir parçası olduğunu ve onunla birlikte var olabileceğini fark etmemizi sağlar. “Din bana, bilince sahip ve sonuçta kaçınılmaz bir seçim yapma gücü ve buna bağlı olarak seçim yapma gerekliliği olan bir varlığın yaşamı için zorunluluk olarak görünüyor. İnsanın gücü ne kadar büyürse dine gereksinimi de o kadar artıyor. Eğer bilimin uygulaması din tarafından ilham ve idare edilmezse, bilim hırsa göre uygulanacak ve hırsa o kadar etkili hizmet edecektir ki yıkıcı olacaktır”.(Toynbee -Ikada, Yaşamı Seçin, 50). Din olgusu, unutuldu,unutulacak, bitti, bitecek denilirken,hiç beklenmedik bir anda, insanlığın gündeminde en baş sıralara oturuvermiştir. Bundan sonra insanlığın geleceğinde etkin olacak temel faktörlerin en önemlilerinden ikisi, doğru bilgi ve din olgusudur. İşin gerçeği,din,insanlık tarihi boyunca,insanlığın doğal akışında daima etkin olmuş;hatta bu akışa ciddi olarak damgasını vurmuştur. Yapılan araştırmalar,tarihte, bütünüyle dinden uzak bir toplumun mevcut olmadığını;toplumun olduğu her yerde, mutlaka din olgusunun da kendiliğinden varolduğunu ortaya koymuştur. Bugün gelinen noktada, dinin yeniden ön plana çıkmış olması, din olgusunu dışlayarak, ya da görmezlikten gelerek herhangi bir şey yapmanın pek mümkün olmayacağını göstermektedir. Din insanlara temel iletişim kodlarını verir. Bireylerin inanıp inanmaması, dindar olup olmaması bir yana, insanların birbirlerini doğru anlayabilmeleri, büyük ölçüde din hakkındaki doğru bilgiye bağlıdır.
Din hakkında doğru bilgi sahibi olmak, mutlaka dindar olmayı gerektirmez. İhtiyar dünyamız gittikçe küçülmektedir. Eğer barış içinde yaşamak gibi bir kaygımız varsa, görüşümüz, ideolojimiz, din anlayışımız ve din konusundaki tavrımız nasıl olursa olsun, öncelikle, birbirimize katlanmayı öğrenmek zorundayız. Bu ise, insanların birbirlerini doğru anlamalarına bağlıdır. Din, bu konuda bize yardımcı olacaksa, kişisel hesapları bir kenara bırakıp, din konusunda doğru bilgi sahibi olmanın yollarını aramak durumundayız. * * Din olgusu, 20. asrın sonlarında, bütün dünyada yeniden yükselen değer olmuştur. Bu gelişmenin günden güne daha da güç kazanarak devam etmesi beklenmektedir. Değerler alanındaki erozyonun doğurduğu sonuçlar, arayış içindeki insanları dine ve dinî değerlere yöneltmektedir. İnsanlığın geleceğini tehdit eden ciddi sorunların çözüme kavuşturulmasında dinden yardım umulmaktadır. İşin gerçeği, Allah katından gelen vahyin ve onun etrafında şekillenen İlahî nitelikli "din"in esas amacı da, insanoğlunun sorunlarının çözümüne katkıda bulunmaktır. Türkiye'de, topluma yön vermek ve fikir üretmek durumunda olan aydınlar, özellikle son bir asırdır, "din" olgusunu pek fazla önemsememişler; hatta bir kısmı, "çağdaşlaşma"nın, "modernleşme"nin bir "bütün" olarak "batılılaşma" olduğunu, ancak "batılı olmakla" kurtulmanın mümkün olacağını iddia etmişlerdir.(M.S. Aydın, "Türkiye'de Din ve Modernleşme İlişkisi Üzerine Bazı Düşünceler", Türk Yurdu, c. 17, sayı 116-117, Nisan Mayıs 1997, 17).
Bu durum, Cumhuriyet'le birlikte, din alanının büyük ölçüde kendi kaderine terk edilmesini -bir anlamda yeraltına çekilmesini- beraberinde getirmiştir. Bugün pek çok sorunun kaynağı olan din alanındaki bilgi boşluğu, bu durumun doğal sonucudur. Türkiye, din alanında topluma istikamet verecek, fikir üretecek "dindar aydın"ı yetiştirememiştir. Sonunda, gelenek dinle özdeş olarak algılanmış, din bizatihi problem olmaya başlamıştır. 1996 yılı ve 1997'nin ilk yarısı, Refah Partısi'nin Türkiye'nin en çok milletvekili çıkaran partisi sıfatıyla iktidarın büyük ortağı olmasının da etkisiyle, dinî tartışmaların çok yoğun yaşandığı bir zaman dilimi olmuştur. Ancak, tartışmalar, tartışmayı yürütecek bilgi birikimi olmadığı için, duygusal çizgide, "kör dövüşü" halinde sürdürülmüştür. Bütün olup bitenler, İslâm'ın Türkiye'de ilgi odağı olduğunu göstermektedir. Ne var ki, mevcut tezahürler bu ilginin, bilgi temelinden yoksun olduğunu düşündürmektedir. Türkiye’de,kişisel eğilimleri nasıl olursa olsun,bireylerin dine ve özellikle İslâm dinine yaklaşımları körlerin fili tariflerini andırmaktadır. Görme özürlü bir grup insan, filin nasıl bir varlık olduğunu çok merak ederlermiş. Bir gün,onların bu merakını bilen bir kimse, fili onlara tanıtmak istemiş. Herkes filin bir parçasına dokunarak onu tanımaya çalışmış. Fil gittikten sonra,onun nasıl bir varlık olduğu,görme özürlülere sorulmuş. Filin hortumuna dokunan,onun boru gibi bir hayvan olduğunu;kulaklarını tutan yelpazeye benzediğini;sırt kısmını sıvazlayan da duvara benzediğini söylemiş. Evet,filin hortumunu boruya benzetebilirsiniz,kulaklarını yelpazeye benzetebilirisiniz;hatta sırt kısmını duvara bile benzetebilirsiniz. Fakat fil bunların hiç birisine benzemez. Türkiye’de, dindarların da,”dinin afyon” olduğuna inananların da, İslâm’ı bilerek dindar, ya da dine karşı insanlar olduklarını söyleyebilmek,doğrusu biraz zordur. Fanatizm, niteliği nasıl olursa olsun,cehaletin doğal sonucudur. Kaba kuvvet,ancak,bilginin bir güç olduğunu kavrayamayan az gelişmişlerin baş vurmayı düşünebilecekleri bir araçtır. Artık, insanların,devletlerin ve toplumların birbirlerini anlamaları bir zorunluluk haline gelmiştir. Doğru bilgilenme olmaksızın doğru anlamaktan söz etmek mümkün değildir. Dinler arası diyalog arayışlarının gündemde olduğu bir dönemde, Müslümanların da, mezhepler üstü düşünmeye başlamaları zamanının gelmiş hatta geçmekte olduğu kanaatındayız. Din anlayışı ile ilgili farklılaşmaların kurumlaşması sonucu ortaya çıkan bütün mezhepler, İslâm'ın anlaşılma biçimleridir; bunların her ne suretle olursa olsun, İslâm'la özdeşleştirilmesi mümkün değildir.
Öyleyse, asırlardır Müslümanları derinden yaralayan, Sünnî-Şiî ihtilafının zararlarının en aza indirilebilmesi için, öncelikle bu mezhepler hakkında doğru bilgilenmeden başka çıkar yol yoktur. İnsanların herhangi bir mezhebe mensubiyetleri, doğrudan kendilerini ilgilendiren bir meseledir. Ancak, hiç kimsenin İslâm'ı kendi tekeline almaya hakkı ve yetkisi yoktur. Öte yandan, İslâm, ana kaynakları belli olan,gizlisi-saklısı olmayan bir dindir. Dünyânın, günden güne “Açık toplum”a doğru gittiği gözlenmektedir. İletişim imkânlarının iyice artması, Müslümanları, İslâm’ı, çağın verilerinden de yararlanarak yeniden anlama sorumluluğu ile yüz yüze getirmiştir. Önümüzde duran on dört asırlık İslâmî birikim, iyi anlaşıldığı takdirde, bize ciddi olarak ışık tutacak niteliktedir. Ancak, bunun gerçekleşebilmesi için, bir anlamda, Müslümanların, tarihi, eleştirel bir yaklaşımla yeniden okumaları gerekmektedir. Şimdiki halde İslâm Tarihi, doğru anlaşılmadığı için, Müslümanların gündemini geçmiş belirlemekte, geçmişin problemleri hâlâ bizleri meşgul etmektedir. Kerbelâ Olayını örnek olarak verebiliriz. Asırlar önce, o dönemin koşulları içinde gerçekleşen, hiç bir yönden tasvip edilmesi mümkün olmayan bir olay, bugün bile, Müslümanların muhtelif gruplara ayrılmalarında önemli rol oynamaktadır. Oysa yapılması gereken, önce o elim olayın doğru anlaşılması ve gerekli derslerin çıkarılmasıdır. Günümüz Müslümanlarını o olaylardan sorumlu tutmak, ya da o olayların anısını canlı tutarak Müslümanların farklı saflarda yer almalarına yol açmak tarihi doğru anlamamaktan başka bir şey değildir. İşin ilginç yanı, Kerbelâ olayı, Türklerin Müslüman olmasından neredeyse iki asır önce olmuştur. Bu olay, açık konuşmak gerekirse, Arapların bir iç sorunu olarak tarihteki yerini almıştır. Hz. Hüseyin’i Kûfe’ye çağıranlar Kûfeli Araplardır. Hz. Hüseyin’i hunharca öldürenler, ya da onun ve etrafındaki çoluk çocuğun gözlerinin önünde öldürülmesine seyirci kalanlar da Kûfeli Araplardır. Daha sonra, Hüseyin’in intikamını almak için Tevvâbûn Hareketi’ni gerçekleştirenler de yine Kûfeli Araplardır. Hüseyin öldürülürken, onu öldürenler arasında Ümeyyeoğullarından bir tek asker bile yoktur. (Bk. H. Onat, Emeviler Devri Şiî Hareketleri, Ankara 1993, 62 vd.) Kerbela olayı esnasında ne Şiîlik vardır, ne de Sünnilik.
Devamı gelecek hafta,