Laf döndürüp duruyoruz.
-Ben haklıyım!
-Hayır, ben haklıyım!
Zaman geçip gidince, haklılık iddiasına tabi konunun sonucu ortaya çıkıyor. Çıkan sonuca göre de iddiamızın doğru mu, yanlış mı olduğuna karar veriyoruz-veriliyor.
Aslında, çıkan sonuç birtakım denk-şans unsurlarıyla elde edilen sonuçtur ve sonuç, diğer haklılık iddiasında bulunanların istemleri doğrultusunda da gerçekleşebilir niteliklidir… Ki, o zaman ikinci iddia sahibinin haklılığı söz konusu olur.
Demek ki, haklı olmak; zaman, zemin ve şartlara göre anlam kazanmakta, birimizin doğrusu diğerine yanlış gelebilmektedir.
Mutlak doğru, sadece hesaplanabilir ve (veya) deneyle gerçekleştirilebilir sonuçlara itibar eden bilimsel alanlarda, yani pozitif bilimlerde varılabilecek “sonuç gerçektir...”
Öyleyse, günlük-güncel konularda, sadece kendi doğru sandıklarımızın değil, başkalarının doğru sandıklarının da doğru olduğunu kabullenmeliyiz. Hoşgörüyü karakter haline getirmeli ve “saygıda mecburiyet” prensibini hayatımıza uygulamalıyız. En çok tartışılan her konu, nihayetinde kabak tadı vermeye başlar, tartışmalar, tartışılan konuyu değersizleştirir.
Dünya mutluluk sıralamasında gerilerde oluşumuzun ana nedeni, maalesef “lüzumsuz tartışmalarımızdır.” İslam toplumlarının en çok zaman ayırdığı tartışma konuları da dinsel mevzulara ilişkindir. Kişi sayısınca din anlatısı, İslam dininin vahdaniyetçi anlayışına karşı bir savaştır!
Bu savaş bitirilmelidir.